
Yaşamın gerçeğini tersten, işimize geldiği gibi değerlendiremeyiz. Gerçeğin tanımı var olan üzerinden yapılır ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırarak onu görmeye, anlamaya çalışırız… Doğru yöntem budur ama eğer bakış açımız taraflı, kasıtlı, çıkar ve itaat üzerinden ilerliyorsa olayları tuhaf şekilde algılarız.
Bir hafta önce güneşli, ılık bir mayıs sabahı erkenden başlayıp gün batımına yakın zaman dilimi içinde genel bir seçim yaşadık. Bu iş kendi seyrinde devam etti… Pek de bir şey değildi aslında… Ama sonrasında sınıflar, gruplar, iktidar, muhalefet, inanç ve kimlik eksenli puslu tartışmalara tanıklık ettik. Daha da edeceğiz sanırım… (Söz konusu tartışmalar esnasında önemli eksiklikleri de gördük. Bilgi, bilim, gerçeklik ve analiz fukaralığı her kesimde kendini gösterdi.)
DEMOKRASİ ‘SANDIK’ MIDIR?
Seçim ve oy, demokrasilerde iktidar olmanın bir aracı olarak ortaya çıkar ve bu yeni egemenlik biçimi her üç-beş yılda bir, sandıkla sınırlı tutularak, gerilim ve tahribat üzerinden ilerler…
Soru şudur: Bu yönteme, bu işleve demokratik yöntem diyebilir miyiz? Demokrasiden anladığımız sandık mıdır? Bu soruya Ortadoğu ülkelerinde veya daha da genişleterek birçok ülkede “evet budur,” denilebilir ama gerçek başkadır.
Her şeyden önce demokrasi eğitim işidir; uzmanlık ve yetenek gerektirir. Herhangi bir sandığa, herhangi bir oy atmak, demokrasinin küçük bir özelliği olabilir ama bu öylesine hassas bir özellik ki verdiğimiz bir oy’un başımıza neler açabileceğini kestirmek zor oluyor… Bazen ideolojik bir aygıta, bazen diktatörlüğe, bazen onulmaz despotluğa neden olabiliyor. Bazen koyu bir karanlığa… Kimi zaman da kurtarıcı olarak sandığımız ajanda sahibi bir kötü niyetlinin tahta geçmesine… (Bu arada parantez açarak şunu belirteyim: Hiçbir siyasi güç toplumun bütününe veya bir kesimine kurtarıcı olamaz. Böyle bir şey yok… Bu sadece toplumu ve bireyi mahkum etmek üzere işleyen bir kafes düşüncesidir. Kaynağında ise egemenliği devam ettirmek yatar. Öteki tarafında ise kendini onarma yeteneğini kaybetmiş, itaati ya da bağımlı olmayı kurtuluş olarak gören yığınlar vardır. Bu yığınlar ki hangi yöne götürüldüklerini fark etmedikleri gibi kafese tıkılmayı desteklerler, beslerler, yüceltirler. İnsan işte… Sürü olmaya öylesine gönüllü ki güvenli mi değil mi, tehlikenin boyutu nedir, düşünmeden uçurumdan aşağı atlayabiliyor…
Doğru mu yanlış mı bilmem ama kölenin birine, “Efendinin kapısında koca bir ömrü bin bir eziyet, bin bir aşağılanma içinde geçirdin. Şimdi serbestsin artık… Yürü git yeni bir hayata başla!” demişler. Ama köle “hayır” demiş. “Alıştım buraya, gitmem.”
Yukarıdaki örnek bize kölenin efendisinin zihin yapısıyla tamamen barışık olduğunu gösterir ve bu da “Bunca eziyete, zulme, yoksulluğa rağmen hala nasıl oraya oy veriyor?” sorusunu en iyi cevap olarak karşılar. Kaynağın, yiyeceğin, konfor ve standardın, eşitliğin ve gücün orantısızlığı, efendisiyle seviştikten sonra efendisi tarafından katledilmesi, karaciğeri siroz, beyni felç edebilecek bakteriler edinmesi, zihin yapısıyla efendisine bağımlı hale gelen biri için pek anlamlı olmaz... “Sandıkta tecelli veya körler sağırlar birbirlerini ağırlar…” benzeri deyimler gerçekten arıza eğilimli kültürümüzün yansımalarını ifade ederler ve çok zaman bireyin kendi tercihleriyle oluşurlar. İşin feci yanı bu tercihler süreklilik kazandığında, toplumda takıntılı bir kültürün oluşumu ortaya çıkar, basit, sığ, bulaşıcı bozulmalarla biri ötekini tüketmeye başlar…
Bozulma tam da egemenin istediği şeydir. Çünkü yönetileni hizalama, parçalara gruplara ayırma, onun genel eğilimidir. Kimi yerde önce devlet-millet-cemaat, kimi yerde önce birey, kiminde inanç, beka, kiminde ırkçılık ve bağnazlık, kiminde tüketim, albeni ve çılgınlık üzerinden kaba ve aldatıcı yönlendirmelerle toplumu bağımlı kılar kendine. Birine az, diğerine fazla veya komşuyu ya da aileden birini sürekli ayrıştırarak, yaşamı öngördüğümüzden daha karmaşık ve kusurlu hale getirir. Böyle bir oluşum ise her koşulda onu, “dik tutar, eğdirmez.”
İNSANLAŞMA DENEYİMİMİZ
Dil, tarih, hafıza, kültür ve kimlik, seçim ve sandık, yaşam ve gelecek benzeri kavramlar hayallerimizin kesiştiği noktada ortak ve yeni boyutlar kazanabilir. İnsanlaşma deneyimimiz daha çok çabaya, gelişme ve araştırmaya ihtiyaç duyuyor. İyileştirci yönlerimizi yeterince açığa çıkaramadık.
Tren kaçmış değil henüz… Konuşma ve anlaşma yetisine sahip iki ayaklılar olarak, her şeyi ıslah planı dahilinde, babasını yiyip tahtından eden Kronos gibi şimdinin kötülerini de tahtından ederek yeni bir altın çağın yankısını dağlara, vadilere bırakabiliriz…
Haydar Uzunyayla
Gerçekedebiyat. com