efendi-kole-zayif-insan-2062025205349.jpg


Devleti yöneten biri, bir bürokrat veya politikacı, itibardan tasarruf etmenin doğru olmadığını, dosta düşmana karşı şan şöhret ve görkemi göstermenin gerekli olduğunu söylerse ve bunun üzerinden kendine ölçüsüz bir konfor alanı açarsa, ona, bunun kesinlikle saçmalık olduğunu söylerim ve peşinden sorarım: 

İtibar örtüsü altında benden çok daha fazla termal yoğunluğa sahipsin. Daha fazla şeye sahipsin ve ben senin sahip olduklarının eksikliğini yaşıyorum.  Bu bir hak mıdır?

Bana göre itibar bir hak değildir. Zorla, yapay olarak elde edilmiş bir üstün görünme refleksi, lekeli gücü parlatmak veya karanlıkta kalmış oluşumları meşrulaştırmak için zafer, şatafat, görkem ve kutlama gösterileri ile desteklenen eylemlerin bütünüdür ve bu özelliğinden dolayı hem ahlaki değildir, hem de ortak yarara hizmet etmez…

Güç ve hükmetmeyle birlikte başlamıştır ve genel olarak asalakça bir yaşamın temelleri üzerinden yükselir. Birkaç ‘hünerli elin’, ötekilerin emeği, gözyaşı ve kederi üzerinden oluşmuş ve her çağda, her kültürde –doğuda da batıda da– ‘değerli görünme’ alanı olarak algılanmıştır.

(Roma, ispanya, Britanya gibi küresel imparatorluklar ve benzerlerinin tarihi ile günümüzün yayılmacı, kemirgen devletlerinin yapısı incelendiğinde, geçmişte tebaanın, şimdilerde ise yurttaşların çalıştırılması, savaştırılması, ayrıştırılması ve vergilendirilmesi temelinde, yönetim erkinin nasıl değer gördüğü, nasıl itibar kazandığı pekala görülebilir)

ZAYIF İNSAN ve İTAAT

Zayıf insanın duyguları ve düşünceleri genel olarak kendinden üstün gördüğü birine itaat etmeye eğilimlidir. Başka bir ifadeyle, birini kendine efendi etmeye ve ona teslim olmaya açıktır.

Bu teslimiyet aslında bireyin kendini satma davranışıdır… Bir başkası için var olma, ona boyun eğme trajedisidir ve bu tür kişiliklerin en büyük kusuru, harekete geçmenin zahmetine katlanamamak olup, kendi adına başkasının karar vermesini, başkasının düşünmesini isteyecek kadar acizlik içinde olmalarıdır.

Kendi iç dünyalarında efendisiz yapamayacakları bir yaşam biçimi oluştururlar, aşağılanmak pahasına da olsa buna gönüllü şekilde katlanırlar.

Hiçleşmek ve aşağılanmak onlar için sorun olmaz.  Sürekli çalışırlar, üretirler, hayatı ilerletirler ama hiçbir şekilde birkaç asalağın sahip olduğu itibarı, şan ve şöhreti yaşayamazlar…

Bu oluşum öyle bir şey ki efendinin gücü ve itibarı artıkça, bireyin bilinci daralır. Sözgelimi kendisi için gerekli olmadığı halde, ‘itibarlının’ ateşli bir savunucusu olmak gibi mekanik bir görev üstlenebiliyor; şarkılar, türküler, marşlar, oyunlar ve güzel sözlerle onu yüceltebiliyor ve gerçekten bir zaman sonra, “kahramanlık” algısı temelinde yürütülen etkileşim ile üstünlük veya değer görmenin sadece saraylıya ait olduğu hissine kapılır.

Saraylının sorununu kendi sorunu, bekasını kendi bekası, tasa ve kıvancını kendi kıvancı ve tasası olarak benimser ve bu tapınma biçimi bazen o kadar ileri götürülür ki, içimizden bir yurttaş bir gün kalktı, kendisini itibarlının herhangi bir uzvuna bir parça olmayı arzu edecek kadar bayağılaştırdı. (Bu olayı epey zaman sonra, şimdi değerlendirdiğimde, bunun ölümcül mutsuzluğun neden olduğu bir yaşamdan kaynaklandığını görebiliyorum.)

Ama tarihte bu tür gelişmelerin öteki tarafına baktığımızda da şunu görüyoruz: İtibarlılık rütbesi genel olarak ötekinin hakkına, arzu ve iradesine karşı tavır temelinde yükseldi. Saraylı veya devletli şan, şöhret için her defasında her şeyi kendi yararına göre yapılandırdı.

Yurttaşın hakkını törpüledi, her karşı çıkışı öfkeyle karşıladı, her şikayeti her gösteriyi isyan veya itibarı sarsmak olarak gördü.  Sofradaki kırıntılara koşanların sayısını artırdı, onları muhtaç etti.  Koruma orduları yarattı, kadro tahsis etti, memur atadı, gerektiğinde kullanılmak üzere başıboş, işsiz aylakları bir kenarda yığdı.

Düzenin, savaşın ve barışın kurallarını kendine uygun olarak düzenledi, ‘iyiliğini ve yardımseverliğini genişletti’. Hayratlar inşa etti, kilise, cami, yol, köprü, kervansaray ve daha birçok şey yaptı. Vakıflar kurdu… Çünkü daha çok hayrat, daha çok itibar demekti.

Dünya değişiyor.  Ama asalaklık asla değişmiyor. Bizim sorunumuz, soruna çözüm bulamamak değildir aslında. Her defasında mutlak bir çözüm ve bunu başarabilecek birileri vardır ama asalakların belirleyici yetki kullanması bunu engellemektedir. Bu niteliksiz, görgü bilgi ve incelikten uzak sevimsiz kümeden kurtulmanın yolu, yaşamımıza, yaşama nedenimize sabırsız ve tahammülsüz biçimde sahip çıkmaktan geçer.

Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com      

         

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler