kemal-okuyan-tkp-mihmit-u-2062025164258.jpg


Birinci bölümde, Lenin'in 20. yüzyılın başında “çürüyen ve asalak” karakterini vurguladığı kapitalist emperyalist Batı uygarlığının sadece ekonomik ve siyasal değil, ideolojik ve kültürel olarak da çürümüşlüğünü belirtmiştik.

Dolayısıyla özetini verdiğimiz emperyalist Batı'nın bu tablosunu salt ekonomik-siyasal gericiliğiyle algılayıp eleştirmek yetmiyor. Özellikle, kapitalist emperyalizmin 80'lerde başlayan “küreselleşme” operasyonunda, sanayi ve üretim ekonomisi ağırlıklı yapısından hizmet sektörü ve tüketim ekonomisine geçtiğini, hizmet sektöründe de mafyatik yapı ve ögelerin baskın hale geldiğini belirtmiştik.

Buna koşut olarak, en başta bilim karşıtlığını ve akıldışılığı yücelterek, hurafenin moda ve fantastik bir kültür ögesi haline gelmesini sağlayarak, ortaçağ kurumlarının, kültür ve değerlerinin tekrar canlandırıldığını düşünürsek, her boyutuyla çürüyen ve çöken bir uygarlıkla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Sosyalist, komünist parti ve mücadele odaklarının, sınıf mücadelesi bilinci ve eyleminin dibe vurduğu böyle bir tablo içinden üretilen düşünce ve siyaset kalıplarından devşirilmiş, ezilen dünyaya özgü antiemperyalist milliyetçiliğe, ulusalcılığa karşı çıkan, onları şovenizm ve ırkçılıkla suçlayan tavırlarına ne demeli?

Özellikle Sovyet Bloku'nun dağıldığı 90'lardan sonra, ezilen uluslara yönelik hegemonyacı, yayılmacı, saldırgan, hukuk tanımaz haydutça siyasetlerin içine gizlendiği ırkçı emperyalist milliyetçilik ile bunlara karşı direnen antiemperyalist devrimci milliyetçiliği aynı kefeye koyan mantık nasıl doğru olabilir?

Hele hele küreselciliğin birincil hedefinin, Büyük Ortadoğu projesinde görüldüğü gibi, “kültürelcilik” adı altında ulusal devletleri parçalamak olduğu, bu amaçla etnik milliyetçiliklerin beslenip kışkırtıldığı bir dönemde...

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın, “hiçbir milliyetçi bakışın meşru olmadığına inanıyorum” diyen, emperyalist gerici milliyetçilikle devrimci milliyetçiliği aynı kefeye koyan, dolayısıyla Altı Ok'taki Kemalist milliyetçiliğe de bilinçli veya değil, karşı çıkan tavrı, söylem ne olursa olsun, Batı merkezli neoliberal düşünce kalıplarının dışına çıkılamadığını göstermiyor mu?

GERİCİ MİLLİYETÇİLİK ve DEVRİMCİ MİLLİYETÇİLİK

Oysa daha önceki birçok tartışmada onlarca kez vurguladığımız gibi, milliyetçilik 20. yüzyılda olduğu gibi günümüzde de hâlâ ikili bir karaktere sahiptir. Çünkü milliyetçilik, ulusal ve demokratik devrimlerin egemen olduğu 19. yüzyıl Batısında devrimciydi. Burjuva sınıfının tekelcileşip emperyalist bir niteliğe dönüşerek gericileştiği 20. yüzyılda ise, Batı'da milliyetçilik de burjuvazi ile birlikte gericileşmiştir, şoven ve ırkçı karakterlere bürünmüştür. Ama sanayileşmesini, modernleşmesini ve uluslaşmasını tamamlayamamış ezilen dünyada ise durum tamamen farklıdır. Milliyetçilikle ilgili Avrupa tarihsel gerçekliğinin toplumsal-siyasal kavram ve söylemlerini ezberleyip tekrarlamaya kalktın mı, bilimden ve gerçeklikten kopar ve çuvallarsın.

Batı'da milliyetçilik, daha çok emperyalist burjuvazinin yayılmacı ve geri ulusları işgalci politikalarının bir aracına dönüşürken, henüz ulusal devrimini, uluslaşma sürecini tamamlamamış ve emperyalist müdahale ve işgal tehdidi yaşayan Doğu'da, ezilen dünyada (Asya, Afrika ve Latin Amerika'da) antiemperyalist, devrimci bir nitelik taşımaktadır. Bugün de bu gerçek, ülkemiz dahil bütün ezilen dünya için hâlâ çağın en önemli gerçeğidir.

Hem Kemalizme “ilerici” deyip sahip çıkacaksın, hem de onun Milliyetçilik ilkesini, bir zamanlar -1940'lardan 2000'lere kadar Amerikancı gerici bir kesim tarafından savunulduğu ve “kirlendi”ği gerekçesiyle benimsemekten uzak duracaksın!

Önyargılar, tek yanlılık ve sığlıklar taşıyan bu yaklaşım, milliyetçilikle ifade edilen ulusal devrimin niteliklerini, uluslaşmanın -bütün devrimci süreçlerde olduğu gibi- uzun ve geri dönüşler içeren zikzaklı bir seyir izlediğini ve bugünkü ortaçağcı/Osmanlıcı karşıdevrimin bunun tipik bir kanıtı olduğunu görmeli ve kavramalıdır.

Söz konusu hata ve yanılgıların, uluslaşmanın aynı zamanda aydınlanma, laikleşme ve çağdaşlaşma süreci olduğunu yeterince kavrayamamaktan, dolayısıyla en azından Türk Devrimi tarihi ve Kemalizm konusunda, yine önyargı kalıplarının yol açtığı bir bilgisizlikten kaynaklandığını söyleyebiliriz.

MİLLİYETÇİLİK ve VATANSEVERLİK BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ

Kemalizmin tarihsel gerçekliğinin bütününden bakarsak, milliyetçilik Altı Ok'a antiemperyalizmi, tam bağımsızlığı, yani tutarlı vatanseverliği de kucaklayacak bir içerikte konmuştur. Milliyetçilik ile vatanseverlik, sadece vurgu açısından farklılık taşır. Onlar bir madalyonun iki yüzüdürler, birbirlerini zorunlu kılarlar. Milletleşmeye vurgu yaparken, bu, aynı zamanda vatanı savunmak zorunluluğunu, ikisinde de düşmanın emperyalizm olduğunu göstermez mi?

Tersi açısından da aynen doğrudur; gerçek anlamda vatanı savunabilmek için modern çağın temel bir siyasal-toplumsal öznesi ve kimliği olarak milletin/ulusun temsil ettiği bir birliğe, bütünlüğe, ortak bir ruha, duygu, düşünce ve amaç birliğine ihtiyaç yok mu?

Günümüzde yaşandığı gibi, emperyalist müdahale ve tertiplere karşı ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğü söz konusu olduğunda, buna en çok ihtiyacı olanlar, bunun için mücadelenin, savaşın asıl gücünü oluşturan işçi sınıfı ve emekçiler değil mi?

Onların, sınıfsal eksende yürütülecek iktidar mücadelesi için de, ulusun birliği, bütünlüğü, yani uluslaşmanın tamamlanmış olması, etnik, dinsel, cemaatsal bölünmelerin aşılmış olması yaşamsal bir önem taşımıyor mu?

Mücadelenin ve çözümlerin sınıfsallığı noktasında şunları vurgulamak zorundayız: Solda yaygın ve egemen olan kaba analiz ve tavırları terk etmeden çağın yeni gerçeklerini kavrayamayız. Eski devrimci kavramların içeriğinin kirletildiği çağın alabildiğine karmaşıklaşmış, katmanlaşmış ve çetrefilleşmiş ideolojik ve siyasal ikliminde strateji, siyaset ve taktiklerin de alabildiğine inceldiğini kabul etmek zorundayız.

Hepsinin de üstünde ve ötesinde, Kemalizmin esin kaynağı olduğu, dünya nüfusunun yüzde 80'ini oluşturan sömürge ve yarı-sömürge halkların ulusal kurtuluş savaşlarıyla bağımsız, egemen ulusal devletlerini kurduğu 1920'lerden 1980'lere kadarki dünyanın kaderini değiştiren sürecin temel ilkesi Milliyetçilikti. Özellikle Ortadoğu'daki BAAS'çıklık gibi. BAAS'ın iktidar olduğu Arap ülkelerinde rejimin sistem olarak adı -30'lardaki Kemalist uygulamanın bir yansıması olarak- Milliyetçi sosyalizmdi. (Kemalizm, Sosyalizm ve Milliyetçiliği bir bütünlük içinde incelemek isteyenler, Türk Devrimi ve Milliyetçilik kitabımı okuyabilir.)

MİLLİYETÇİLİK ve DEVLETÇİLİK BUGÜNÜN ÖNE ÇIKAN İLKELERİDİR

Kemalist Devrimin milliyetçilik ilkesi, günümüzde ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü açısından yaşamsal nitelikteki beka krizini aşmada, Altı Ok'un öne çıkarılıp savunulması gereken en önemli üç ilkesinden biridir. Diğerleri ise, Planlı Devletçilik ve Devrimciliktir. Öbür ilkeler ise (Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Laiklik), kimisi muhafazakar çevrelerce görünüşte bile olsa büyük ölçüde kabul gören ilkelerdir. AKP ve MHP'nin sözde savunduğu muhafazakar milliyetçilik ise, 1940'lardan sonra, ikisi de tam bağımsızlığı savunan Kemalizmin devrimci milliyetçiliğine ve sosyalizme karşı emperyalist merkezlerce içeriği sahteleştirilen gerici milliyetçilikti.

1960'larda hepsi de Yön dergisinde yazan ve çoğu TİP'te yer alan Kemalizmin ve Türkiye sosyalizminin önde gelen, Avcıoğlu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli ve Sadun Aren gibi şahsiyetlerinin, milliyetçiliğin sosyalizmin temel bir bileşeni olduğu konusundaki vurgularını belirtmeliyim.

İkinci olarak da, Ahmet Taner Kışlalı'nın, Altı Ok'un üç ilkesinin, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimciliğin sosyalizmden alındığı vurgulamasına Milliyetçilik ilkesini de ekliyorum. Çünkü Kemalizmde milliyetçilik antiemperyalizmdir, tam bağımsızlıktır. Çünkü ezilen bir ülkede milliyetçiliğin amacı olan milletleşmenin, emperyalizme karşı savaşmadan, tam bağımsızlığı sağlamadan gerçekleşme şansı yoktur.

Böylece Altı Ok ve Kemalizm, 1940'lara kadar, Türkiye'ye Özgü Sosyalizm deneyiminin program ve stratejisidir. Atatürk'ün ölümünden sonra adım adım bu devrimci programdan uzaklaşılmış, 1980'leden sonra ve AKP iktidarında ise devrimin bütün kazanımlari yok edilmeye çalışılmış, büyük ölçüde de yok edilmiştir.

TKP'NİN DAHA KURULUŞUNDA İLK DÜĞMEYİ YANLIŞ İLİKLEME HATASI

Batıcı ezber ve kalıplardan kurtulup kurtulamama sorununu açıklığa kavuşturmada bence anahtar niteliğindeki en kritik ölçütlerden biri de, Şefik Hüsnü liderliğindeki eski TKP'nin, en başta Kurtuluş Savaşı'daki konumlanışına bakıştır. Bilindiği gibi, Şefik Hüsnü önderliğinde TKP, Kurtuluş Savaşı yıllarında, bütün faaliyetlerini İstanbul'da yoğunlaştırmış, İngiliz egemenliğindeki böyle bir kentte, emek-sermaye eksenli sınıf mücadelesi anlayışıyla grevler örgütlemektedir. Bu arada kuşkusuz, Ankara merkezli bağımsızlık mücadelesine, ikincil bir görev olarak destek verilmektedir.

Kemal Okuyan'ın, “Partimiz daha kurulur kurulmaz bağımsızlık mücadelesine katıldı ve Cumhuriyetten yana taraf oldu” açıklaması bile, Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm ile ruhen bütünleşemeyen, görev savar nitelikte cansız ve ruhsuz bir hava taşıyor. Bu demektir ki, İstanbul merkezli konumlanmayı esas almak ve ateş hattındaki Ankara'da savaşa doğrudan katılmayıp, ikincil bir görev olarak onu desteklemek yeterli görülmektedir. Yani Kurtuluş Savaşı yıllarında şöyle bir karikatür sosyalistlikte, nedense hala ısrar ediliyor.

Cumhuriyet ve Komünistler, Haluk Hepkon - Kemal Okuyan, Kırmızıkedi yayınevi, 2025

Şefik Hüsnülerin ulusal devrimin ve çağdaş Türkiye'nin şafağında, ulusun ateşle sınandığı Kurtuluş ve Kuruluş günlerinde, yanlış yerde durmanın ya da ilk düğmeyi yanlış iliklemenin, yani daha başta işgal İstanbul'unda değil, savaşın merkezi Ankara'da konumlanmanın hâlâ önemini kavramayan bu anlayışın arkasında yine Batı merkezli emek-sermaye çelişmesi vardır. Daha doğrusu TKP'nin bütün yanlışlarının kaynağındaki Batı merkezli dogmatizm ya da şablonculuk veya ezbercilik, o gün de ve bugün de ulusal ve demokratik devrimini hâlâ tamamlamamış bir ülkede her şeyin çözümünü emek-sermaye eksenli strateji ve siyasetlere dayandırmaktadır.

Oysa bütün tarihsel gerçekler ve Marksizm-Leninizm, komünistlerin, Çin'de, Vietnam'da, Kore'de, Küba'da, bütün ezilen dünyada, hatta Rusya'da, olduğu gibi emperyalist saldırı ve işgale karşı ulusal direnişin en başında olunmasını ve savaşmasını emreder. Nitekim 1926 Viyana Konferansı'nda bu hatanın bir özeleştirisi yapılmıştır. Ama ne 20'ler ve 30'larda, ne de daha sonra bu özeleştirinin teori ve siyasetlere, Türkiye'nin özgünlüklerini yakalama bakımından, anlamlı bir yansıması olmuştur. 30'larda bile Kominterne egemen olan Troçkizmin etkisinden kurtulunamamış TKP, tam bir Batı merkezli sosyalizm ezberiyle, Kemalizmi hep “burjuva Kemal” deyip düşman gören anlayışa sahipti. Zeki Baştımar TKP'sinin konumlanışı ise, bırakalım antiemperyalist ulusalcı duyarlılığı tam bir Sovyet uydusu yapılanmaydı. 

KEMALİST DEVRİM DEVLET SOSYALİZMİDİR

Kemal Okuyan'ın yeni TKP'si Kemalizmin antiemperyalizmini “tutarlı olmasa da” deyip yeterli bulmayarak, devrimciliğini kabul etmeyip “ilericilik” lütfetmekle yetinmesi aslında, istendiği kadar “Cumhuriyetçilik”ten söz edilsin, bütün söylem ve kavramlaştırmalara Batıcı bakış açısının egemen olduğunu kanıtlıyor.

Çünkü her şey bir yana, Kemalizmin sadece ulusal devrimciliği bile, bir feodal ortaçağ imparatorluğuna karşı büyük bir devrimdir. Devrimin, Altı Ok'ta sistemleşen diğer bileşenlerini saymıyorum bile. Madem Batı merkezli kirlenmiş düşüncelere savaş açıyoruz, TKP'li arkadaşlara şu üç kişinin eserlerini araştırmalarını öneriyorum: Doğan Avcıoğlu, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı. Kuşkusuz başta Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyert Devrimi ile ilgili (artık yeterince var olan, bilimsel ve doyurucu) kaynaklar.

Kemalizmin devrimciliğini, üstelik yukarıda saydığım değerli aydınların da vurguladığı gibi, 1930'lardaki uygulamanın -ki bunun benzeri BAAS Sosyalizmi olarak Arap dünyasında uygulandı- “Devlet Sosyalizmi” olduğunun altını çiziyorum. 100 yıl sonra 1920 ve 30'lara baktığımızda ve dünyadaki benzer birçok deneyimle karşılaştırdığımızda, Kemalistlerin ne büyük bir devrim yaptığını, Karma Ekonominin Rusya'daki NEP'in Türkiye'deki karşılığı olduğunu, bunun da Atatürk'ün deyişiyle “Devlet Sosyalizmi” olduğunu çok açık görüyoruz.

1920'lerde, 30'larda ve daha sonra, gerçek dışı, hayat dışı, saf bir emek-sermaye çelişkisini, her şeyde sermayeye karşı emeğin mücadelesi sınıfsallığını aramak, Progrustes saçmalığına, dogmatizmin derin kuyusuna düşmek olduğunu kabul etmek zorundayız. Bugün, 1980'lerde başlayan Küresel Kerşıdevrim ile birlikte Batı'da yükselen mafyatik kapitalizm ve “Yeni Ortaçağ” dalgasına koşut ve onun uzantısı olarak ülkemizde bir ABD projesi olan “ılımlı İslam” ve Yeni Osmanlıcılık biçimlerinde ortaçağ güçlerine dayanan bir mafya-tarikat sistemi iktidar yapıldı.

Soru şu: Bugün gerek ideolojik ve kültürel, gerekse siyasal olarak emek-sermaye çelişkisine dayanan bir strateji mi emekçileri iktidara taşır, yoksa acı gerçeklerin bize kabul ettirdiği ulusal ve demokratik hedeflerde, yani Kemalist ilkelerde birleşen Cumhuriyetçi bir cephe mi kitleleri iktidara taşıyacak ve sosyalizme ilerlemenin yolunu açacak. Kanımca, Devrimci Cumhuriyeti yeniden kurarak Kemalist Devrimi tamamlayan bu süreç, Sosyalist aşamaya geçişin eşiğidir, arifesidir.

Şu üç önemli şahsiyetin Kemalist Milliyetçilik ve Sosyalizm konusundaki yaklaşımını buraya not olarak eklemeliyim. Birincisi, Mustafa Kemal: 1905'te not defterine, artık çok iyi bilinen şu notu düşmüştür: “Önce sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.” Mustafa Kemal bu düşünsel-ideolojik ve ilkesel bakışı ömrünün sonuna kadar asla terk etmemiştir. İkincisi, Doğan Avcıoğlu: Kemalizmin Devrimci Milliyetçiliğini, onun sosyalist içeriğini en iyi ve derinden kavrayan seçkin bir aydındır. 1960'lardaki antiemperyalist ve toplumcu (sosyalist) düşüncenin gelişmesinde, Kemalizm ile sosyalizm arasındaki sağlam köprünün kurulmasında, yönettiği Yön dergisi aracılığıyla çok önemli tarihsel bir rol oynamıştır. Üçüncüsü, Mahir Çayan: Kemalist Devrimin mirasına sahip çıkan Savunmasında, mealen aktarıyorum, şu ifadeyi kullanır: Kemalist Devrimin 1930'larda gerçekleştirdiklerinin bir milim fazlasını adı “komünist” olan bir parti iktidarda olsaydı gerçekleştiremezdi, diyerek Kemalizmin devrimci ve özgün sosyalist karakterini çarpıcı bir biçimde vurgular.

En son söz Amerikancı Tansu Çiller'e ait: “Son sosyalist devleti de yıktık!..” Çiller gibi kifayetsiz, muhteris bir ABD kuklasının, kesinlikle kendine ait olmayan bu söz, gerçekte sözün asıl sahibi emperyalizmin Kemalist Türkiye'yi nasıl gördüğünün en çarpısı göstergesidir. Bazen gerçeğin en iyi öğretmeni düşmandır derler.

68'lerde yüksek bir bilinçle kavranan Kemalizmin devrimciliğini, çağ açıcı -ulusal kurtuluş devrimleri çağı- karakterini bugünkü sol ve genel olarak aydınlar yeni yeni keşfediyor. Nasıl, Kastro, Nasır, Nehru, Bin Bella, Lumumba, İkbal, Chavez, BAAS sosyalistleri dışarından onu çok daha iyi kavramışlarsa, aynı şekilde bütün emperyalist ve ve gericiler de onun en çetin, en amansız düşmanları olduğunu çok iyi anladılar. Ve bu nedenle bütün iftira ve karalamalarını en düşman oldukları kavram değerleri ona yüklemeye özen gösterdiler.

Onu bir dönem, 1940'lar, 50'ler ve 60'larda “sosyalist”likle, “komünist”likle suçlayıp muhafazakar, gelenekçi Türk halkını aldatmaya, uyutmaya çalıştılar. Ama keser döner sap döner misali, aynı suçlama unsurları bugün büyük bir onur ve övgü unsurudur artık. Ölene kadar güvenilir, ilkeli bir Sovyet dostu olan ve sosyalizm, komünizm, sınıfsız toplum ideallerine, uzak bir hedef de olsa bağlılığını vurgulayan Atatürk'ün, Altı Ok'a da yansıyan bu gerçek ideolojik kimliği, Türkiye devrimcileri ve sosyalistleri için büyük bir kazanıma ve övünç kaynağına dönüşmüştür.

Mehmet Ulusoy
Gercekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler