Son Dakika

ali-gunay.jpg


Uyku tutmamasını, akşam içtiği demli çaya bağladı. Çay deyince televizyon haberini anımsadı: bir çete yakalanmış, piyasaya sürülmeye hazır, sahte markalı binlerce paket çaya el konmuştu. O da “inanılmaz ucuzluktaki” bu çaydan kullanıyordu. Çocukluk arkadaşı, dükkan komşusu kuruyemişçiden alıyordu Seylan çayını. Açık satılanın katkılı ve sahte olabileceğini söyler, çok daha pahalı olmasına karşın aynı fiyata, paketli “gerçek” Seylan çayı verirdi ona. Paketi üzerinde Arap ve Latin harfleriyle adı yazılı ve üzeri resimlisinden; çetede yakalananından! “Aşağılık herif, dükkana gidince sorarım ben sana” diye söylendi. Televizyonda izlediği sahtekarlıklar bir geçit yaptı belleğinde: bir ilçeyi üç gün yöneten sahte kaymakam, on yıl duruşmalara giren sahte avukat, ameliyat bile yapan sahte doktor; sahte polisler, subaylar… Balık baştan kokar, dedi kendi kendine. Kuruyemişçiye sattığı gıda maddelerini anımsadı, o da sana sorar, dedi. Tencere dibin kara…

Kendisini bekleyen akşamı anımsadı. Uyku tutmamasının asıl nedenini. Komşusunu da çayını da belleğinden kovdu. Toptancı bir dostunun aylardır yineleyip durduğu “felekten bir gece çalma” çağrısına evet demişti.

Derin uykudaki karısına bir göz attı. Yine aynı soru: teyzem bile bile nasıl yaptı bunu bana? “Babamıza güvendik o da anamızı… Tövbe, tövbe” diye söylendi. Usulca yataktan çıktı. Sabahın gri ışıkları sızıyordu perde aralıklarından. Helaya yöneldi.

İlk gece uğradığı şaşkınlık, düş kırıklığı ve aldatılmışlık duygusunu anımsadı yine. Sevişememişler, sabaha dek birbirlerine sarılıp sarılıp ağlaşmışlardı.

Geceliğini çıkarmaya davrandığında direnmeyle karşılaşmış, bir anlam verememişti. Israrla sıyırıp aldığında ise, elleriyle göğsünü kapatarak ağlamaya başlamıştı kadın. Sarıldığında acı gerçekle yüz yüze gelmişti: bir memesi yoktu! Bilmediği bir nedenle, bilmediği bir zamanda o meme alınmış ve yeri yapay olarak doldurulmuştu.

Resmi nikahları yoktu. Çevrelerinde alışıldık bir durumdu bu. Karıyı boşamak ya da üstüne kuma getirmek de öyle. Ancak teyze kızıydı, çocuklarının anasıydı, babadan kalma dükkan da henüz nişanlılık döneminde ona tapulanmıştı. “Boş ver” dedi, bu düşünceleri beyninden atması bu yolla olanaklıymış gibi kafasını salladı. İlk iki yılda gerçeği içine sindirmiş, karısının gebeliği, ilk çocuk derken duruma alışmıştı. Bununla birlikte her sarıldığında o ilk geceye kaçınılmaz dönüş yüzünden karısıyla doyasıya sevişemediği geldi aklına. Yaşamında ilk kez başka kadınlarla gönül eğlendirecek olmayı içine sindirdiyse, nedeninin, bu durumun canına tak etmesi olduğunu düşünüp rahatladı.

Tıraş olmak için eline aldığı krem ve fırça sıyırdı onu düşüncesinden. Bolca sıkmasına karşın krem bir türlü köpürmüyor, fırçadan kopan kıllar yüzünün orasında burasında giderek yoğunlaşıyordu. Uzun uğraşlar sonunda iyi kötü köpürttüğü sa-kalına vurdu tıraş bıçağını. Bıçak, favorisinden sakalına kayarak süpürdüğü az köpüklü sıvıyı çenesinden aşağı akıttı. “Lanet olası, bir de çift bıçaklı olacak” diye söylendi. Elinden atıp eski
alete yeni bir jilet taktı. Söve söve sakalını yeniden köpürtmeye çabaladı. Jilet bu kez  “kart  kurt” seslerle yer yer yolarak kesmeye başladı. Yüzünün birkaç yerini kanatarak tıraşı bitirdi. Çıkardığı jileti “çift bıçaklı”yla birlikte çöpe atarken “Allah kahretsin” dedi, “memlekette düzgün bir şey kalmadı, her şey kalp, her şey uyduruk!”

Giyinmeye başladı. Hemen her sabah başına gelen terslikler daha ilk adımda başladı. Neredeyse tüm parmakları “yeni” çorabının delinen ucundan fırladı. Söverek attı onu, başka bir çift aldı eline. Eprimiş, her yanından iplikler sarkmıştı. Bir diğeri öfkesini daha bir kabarttı; lastiği gevşemiş, ağzı genişlemişti. Çekmecedeki tüm çorapları yatağın üstüne döktü. Bir çiftin etiketini söverek koparttı. Gömleği sorun çıkarmadı, çok yeni olmamasına karşın.
Yepyeni pantolonunun fermuarı, kapatırken dipten aralandı, elini izleyerek açılıverdi. Başarısız bir-iki denemeden sonra çıkarıp attı. Bir gün önceki pantolonunu giydi. Ceketini geçirdi sırtına. Kol ağızları ve eteklerinden sarkan astarı içine itti. Kundurasının bağcıkları elinde kaldı bağlarken. Çarşıda değiştiririm diyerek aldır-madı. Ancak ilk adımda topallamaya başladı. Ayakkabının sağ tekinin topuğu arkada kalmıştı. Döndü, söverek bir tekme sa-
vurdu topuğa. “Ucuz etin yahnisi” dedi. Epeyce aradıktan sonra dolabın altından çekip aldığı topuğu kundurayla birlikte naylon torbaya koydu.

Mercedes’inin sürücü koltuğuna yerleşti. “Seviyorum bu düldülü” dedi, terslikler zincirinin yol açtığı can sıkıntısını silen bir keyifle. Radyoyu açtı. Türküler arasındaki haber özetleri bile keyfini bozmadı, alışıldık şeylerdi: kaçak mazot, çeşitli maddeler katılmış benzin ve hava karıştırılmış oto gaz çeteleri… “Vuran vurana” dedi, haber ardı başlayan türküye parmaklarıyla eşlik ederken.

Gümrükçü bir dostu aracılığıyla almıştı arabayı. Eskiydi ama “iki tane sıfır yerliyi eskitir bana mısın demezdi.” Üstelik yeni bir yerli araba fiyatının yarısına edinmişti. “Çeyncmiş falanmış, boş ver” deyip ikircimsiz almıştı. Gözü gibi de bakmıştı arabaya. “Bu markaya yakışmaz” türü laflara aldırmadan arkasını kaldırtmıştı. Lastiklerini daha enliye, jantlarını çeliğe, yakıtını gaza çevirtmişti. Bagaj kapağının üstüne hava kesici koydurtmuş, ön lambaları “karşıdakinin gözünü kör edecek” güce yükselttirmişti. Arkasına çiftleşen tavşanlar çizdirmiş, “rahmetli de sollardı” yazdırmıştı. Egzoz borusunu uçak sesi çıkaracak duruma sokmayı, havalı korna taktırmayı da ihmal etmemişti. Camları renkliye çevirtmeyi ve başının üzerinde nazarlıklarla birlikte bir boş disk sallandırmayı unutmadığı gibi.

“Oldukça erken gelmiş olmalıyım” diye düşündü dükkanı açarken. Saat taşımazdı. Zaten üzerindeki tek süs eşyası sağ el parmağındaki gümüş evlilik yüzüğü idi. Akşamı anımsayınca onu da çıkarıp cebine attı. Tezgahın arkasına düşen duvara, hepsi de karısının adına düzenlenmiş resmi levhaların arasına asılı olan saate göz attı. Henüz altı bile değildi. Kapıyı kapayıp arka bölmeye geçti, sabah namazına durdu.

Babası, en seçme, en katkısız, en temiz ürünleri kaynağından alırdı. Ürünüyle ünlü yer ülkenin bir ucunda da olsa o
ürünü oradan getirtir, asla fiyatına bakmazdı. Daha ucuz diye, daha kazançlı diye hile hurda karışmış gıdaları dükkana sokmazdı. Bu dükkan, ününü ve fiyat sormadan, gözü kapalı alış-veriş yapan sürekli müşterilerini böyle kazanmıştı. Bunu, babası kadar Muhittin de biliyordu.

Ne olduysa “ihtilal”i izleyen birkaç yılda oldu. Hızlı bir değişim, değişim de değil, bir karmaşa, her şeyi allak bullak eden bir tuhaflık… Daha şaşırtıcısı, o kısacık zamanda satıcı ve alıcılarda meydana gelen değişimdi. O güzel insanlar buharlaşıp yoklara karışmış, yerlerini sanki uzaydan gelen yaratıklar almıştı. Ucuzcu satıcılar türedikçe, kokusunu almış gibi ucuzcu alıcılar; ucuzcu alıcılar çoğaldıkça ucuzcu satıcılar doldurmuştu çarşıyı.

Esnafın bir bölümü gidişe çarçabuk ayak uydurdular. Alış-kanlıklarını değiştirmeyenler hızla müşteri yitirmeye başladılar. İflas edip dükkanlarını kaptıranların sayısı giderek artıyordu. Muhittin sırf babasının hatırı için bir yıl kadar direndi. El altından ucuz mallar satarak ve bunların çeşitlendirerek dayanabilmişti.

Sonunda tümüyle ucuz mallara döndüğünde babası henüz yaşamdaydı. Bir sabah “dünya da, çarşı da, dükkan da artık bize  göre değil.” dedi. Ölümüne dek geçen kısa sürede değil çarşıya, camisine bile ayak basmadı. Dükkanı karısının adına yapmakla babasının ömrünü kısalttığına inanıyordu Muhittin. Çarşıdaki
çürümeye ayak uydurmakla ölümünü çabuklaştırdığını düşünüp acı çekti bir süre. İçindeki et gittikçe azalan ve neredeyse yok olan “et ürünleri” boyalarla karartılıp parlatılmış zeytinler; bozuk sütlerden veya süt tozundan yapılmış peynirler tezgaha doldukça dükkan müşterilerle, kasa da parayla dolup taşar olmuştu. Ba-basıyla birlikte geçmişi unutması zor olmadı.

Akşam, iki esnaf arkadaşını arabasına alarak buluşacakları lokantanın yolunu tuttu. Sık sık tıkanan yolları, söverek -ve olasılıkla sövgüler yiyerek- aşıp lokantaya geldiğinde toptancıyı, tanıdıkları bir meslektaşıyla bekler buldular. “Bu gece bendensiniz” diyerek çağrıyı yapan toptancının kamyonu kapıdaydı. Belli ki iki toptancı, araba yerine kamyonla gelmişlerdi. Nedenini sonra anlayacakları bu durum Muhittin ve arkadaşlarını şaşırtmıştı.

Yemek sonunda hesap filan gelmedi. Lokantanın sahibi toptancıyla kısa bir şeyler konuştu. El sıkışıp öpüştüler. Toptancı ve arkadaşının peşinden lokantadan çıktılar. Kararlaştırdıkları bir pavyonda gecenin geri kalanını geçirmek üzere ayrılıp Muhittin’in arabasına bindiler. O sırada toptancının, kamyonun arka kapısını açtığını, birkaç garsonla aşçının kamyondan depoya kasa kasa rakı, tenekelerle peynir, kangallarla sucuk, sosis ve pastırma, salam taşıdıklarını gördüler. Belli ki toptancı lokantaya da mal veriyordu. Aralarında hesaplaşacaklardı. Çarşı esnafına verdiklerinden farklı olarak rakı vermişti lokantaya. Bilmedikleri, rakı toptancılığı da yaptığıydı. Bilemezlerdi, çarşıda içki satan yoktu.

Pavyona vardıklarında toptancının adını vermeleri yetti. Bir garson onları sahnenin tam önündeki masaya oturttu. Onların ruhu bile duymadan çaktığı bir işaretle yarı çıplak üç kadın gelip oturdu yanlarına, omuzlarına el atıp “merhaba tatlım” diyerek. Birkaç dakika sonra toptancı ve arkadaşı iki kadınla masala-rına yöneldiler. Kadınlardan biri toptancının, diğeri arkadaşının yanına yerleştiler, koca memelerini taşırarak. Onlar içerek, kadınlar da içer gibi yaparak birkaç şişe viski tükettiler gece boyunca. Belden aşağı espri ve el şakalarına
giderek sıklaşan, yükselen ve kadınların attıkları sahteleriyle karışan kahkahaları eşlik etti. Yer altındaki pavyondan duyulmayan ezan okunurken toptancı ayağa kalktı. Pavyonun işletmecisi koşarak geldi. Tıpkı lokantadaki gibi kısa bir şeyler konuşup öpüştüler.

Toptancı, geceyi birlikte geçirmek üzere beğendikleri birer kadın seçmelerini söylemişti. Muhittin, yanındaki kadınla elleşerek sevişirken, karşı masadaki uzun boylu sarışının, iri olmayan ama dipdiri memelerinden gözünü bir türlü alamamıştı. Onu, özellikle o “kütür kütür” iki memeyi istiyordu. Bunu toptancı dostuna söylerken heyecandan soluğu kesilmiş, cinsel organında başlayan bir ürperti tüm gövdesine yayılmıştı. Kolunda onunla çıkmak heyecanını katladı, gururunu kabarttı.

Toptancının kamyonu yine kapıdaydı. Arka kapısı yine açıktı. Korumalar, kasalarla viski taşıyorlardı pavyona. Belli ki lokantadakinden kat kat yüksekti hesap. Viskiyle ödeniyordu. Teşekkür etti geçerken. “Sana da çok pahalıya patladık” dedi. Yanıt vermeden önce toptancının, yanıtından sonra da kolundaki kadının kahkahası sabah sessizliğini yırttı. “Sen keyfine bak koçum” dedi toptancı, yanağından makas aldığı kadına göz kırparken, “Hepsi de sahte nasıl olsa. Ne yapalım, herkes sahtesever oldu.”

Otel odasında kadının kışkırtıcı soyunma gösterisini viski içerek izledi. Verdiği yüz doları kadının kuşkulanmadan çantasına atması keyfini arttırmıştı. Kadın onu soyuncaya dek iyice sarhoş olmuştu. Ateşli ve uzun sevişmeleri sırasında organının aykırı yerlerde dolaştığı kuşkusu tadını kaçırdı, kaçıracaktı. Özellikle sert memeleri avuçlayıp, dişleyerek ve uçlarından başlayıp ala-bildiği kadarını ağzına alarak arzusunun sönmesini engelledi. Tere batmış olarak ve kendisinin bile tanımadığı sesler çıkararak boşalırken, kadının “sen de bizden sayılırsın ayol” diyen kalın sesi ve kıkırdamasıyla, yeri döverek uzaklaşan koca ayakları çivi gibi çakıldı beynine.

(Hiçbiri Hikâye Değil kitabından)

hiçbir hikaye dağil

Ali Günay

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler