Doğmuş bir çocuğun annesine mektubu / Ali Günay
Sevgili Anneciğim, Mektubuma tarih atamadım, kusura bakma. Yok, okumam, yazmam var. Ama ayın kaçıdır, günlerden nedir, bilmem. Ben bir tek dünleri nasıl yaşadığımı, bir de bugünü bilirim, yarına ise Allah kerim. Neyse, konumuz bu değil. Dün kahvede otururken televizyon açıktı, bakıyordum ama aklım başka yerlerdeydi. “Kürtaj Yasaklanacak mı?” diye bir program başladı. Bir an ilgimi çekti, nedenini anlatırım. Ünlü olduğu söylenen bir kadın gazeteci (*) çıktı ekrana. “Doğmayacak bir çocuğun annesine yazdığı mektubu” okumaya başladı: “5 Ekim: Bugün var edildim. Buradayım. Varım. Müthiş bir duygu bu. Bir elma çekirdeğinden bile küçüğüm. Ama ne de olsa ben varım.” “19 Ekim: Biraz büyüdüm…” Burada kopmuşum. Zaten dikkatimi hiç toplayamıyorum ki. Aklım uçup uçup gidiyor. “Ve sonunda 28 Aralık” dedi gazeteci kadın ve ağlamaya başladı. Kahvedekiler bebeğin o gün aldırıldığını söyleyip “çık, çık” ettiler. Bense ağlamaya başladım. Söylediği tarih benim doğum günümdü. En azından yitirdiğim nüfus cüzdanımda öyle yazıyordu. O sırada “çıkıntı” dedikleri bir emekli öğretmen ortalığı karıştırdı. Gazeteci kadın hakkında ileri geri konuşmaya başladı. Yok, özgürlük getiren 27 Mayıs’a sırf babasını yargıladı diye karşı çıkmışmış. Yok, solu ezdiği için 12 Eylül’ü alkışlamış da şimdi artistlik edip ağlamayla hükümetin yasaklarını destekliyormuş da falan, filan... Ben bunlardan anlamam. Bir an “Çıkıntı”ya kızdım, sonra “ben doğdum da ne oldu” diye düşününce… Evet, o “talihsiz bebek” adayı aldırıldığı” gün “talihli ben” doğmuşum. Babamın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Belki yakın akrabandır, belki değil. Ama tecavüze uğrayıp da hamile kaldığında tam tamına ben yaşta olduğunu biliyorum: 16! Başka bildiklerim de var: Beni düşürmek için gösterdiğin çabayı örneğin. Birtakım cisimlerle beni dürtükleyip durduğunu, kan kaybından bayıldığında boğulur gibi olduğumu. Doğduktan sonra senin yüzümü bir daha görmediğini, doğumu yaptıran anneannemin sabahın alacasında beni cami avlusuna bırakıp kaçtığını… Beni polisler alıp hastaneye teslim ederken, seni de hiç tanışmadığım dedemle dayım ormanlık bir alana götürmüş, öldürüp oracıkta gömmüşler. Mezarını bulma olanağım yok. Zaten aramak aklıma bile gelmedi. Katillerinin ortaya çıkarılıp çıkarılamadığını da bilmiyorum. Sağ olsun devletim bana sahip çıkmış. İsim vermiş. (Gerçi ben o adı hiç kullanmadım. Her farklı yerde başka ad koydum kendime; şişelere yapıştırılan etiketler gibi.) Çocuk Esirgeme Kurumu’na almış, yuvaydı, yetiştirme yurduydu, bakmış, büyütmüş beni. Daha çok, hafta sonları anne yürekli kadınlar gelirdi. Bize yiyecek, giyecek, oyuncak getirirlerdi. Ben seni hiç görmedim. Buna rağmen içimi oyup duran anne özlemine, bir anne kokusunun burnumda tütmesine isyan ederdim. Yine de gelen her kadına anne der sarılırdım. Armağanlar vererek, sarılıp öperek mutlu edeceklerini sanırlardı. Kaldıkları kısa süre için ederlerdi de. Ama ben o kokunun peşindeydim hep. Bunu anlatamazdım. Eteklerine, ayaklarına yapışırdım ancak. Okşayıp öperek teselli eder, sonra sevgileri ve kokularını alarak çekip giderlerdi. Ben de oyuncaklardan birine sarılır, uykuya dalana dek ağlardım. Ne zaman sokakta bir kadınla karşılaşsam, o koku beni çağırır, kadın korkuyla adımlarını hızlandırıp uzaklaşır, ben terk edilmiş bir sokak köpeği gibi duyumsarım kendimi. Kurumda ilk dayağı ne zaman yediğimi, ilk cinsel tacize ne zaman uğradığımı anımsamıyorum. Oradan ilk kaçışımı da. Kaçtığım zaman gecelediğim parklarda, köprü altlarında bana aynı şeyleri büyük çocuklar yapardı, aynı yollardan geçtiklerini söyleyerek. Ama onlar en azından acımı unutturacak bir şeyler veriyorlardı; özel sigara, şarap, tiner… Önceki yıl hem yurttan hem bunlardan kaçıp başka kente gittim. Orada sadece tinerci çocuklarla arkadaşlık ettim. Kafayı bulunca uyuyorduk hep. Ama açlık uyutmuyordu bazen. Bir gün bir “Abi” beşer lira verdi bize. Biz de kafalar iyiyken polise taş attık. Bize tiner gibi kafayı bulduran gaz sıktılar. Hoşumuza gitti önce. Sonra hepimizi toplayıp götürdüler. Hapishane hepsinden kötüydü. Üstelik acıyı unutturacak bir şey de yoktu orada. Neyse ki, aklımı eksik buldular da birkaç ayda bıraktılar beni. Bir daha kuruma dönmedim. Kaçak, göçek, nerede akşam orada sabah… Artık büyüdüm. Birkaç yıldır bize sığınan küçüklere ben de… Aralarında iki de kız vardı. Çok ağladılar. Dövdük, daha çok ağladılar. Geçen yıl bir kız arkadaşım oldu. Benden bir yaş küçüktü. Evden kaçmıştı. Çok sayıda kişinin tecavüzüne uğramış. Çoğu da babası yaşındaymış. Çok acı çekmiş. Birkaç ay sonra, adamların toplanıp mahkemeye verildiklerini duyduk. Polis bizi buldu, kızı alıp götürdü. Sanırım yerimizi biliyorlardı hep. Kızdan bir kez haber alabildim. Bir arkadaşım gazetede resmini görmüş. Mahkeme, kızlığının da ruh sağlığının da bozulmadığına karar vermiş. Bir de kendi isteği ile ilişkiye girdiğine. Nasıl işse! Sonuçta adamlara ceza indirimi uygulamış. Zaten çoğu kentin önemli adamlarıymış. Ona da o çocuklara da kendi çocukluğuma da gecelerce ağladım. Biliyorum, diyeceksin ki sen halen çocuksun. Bir de bana sor. Sanki elli yıldır yaşıyorum da çocukluğum bu yılların gerisinde kalmış. On altı yaşındayım. Buradayım. Var mıyım? Berbat bir duygu bu. Sen o yaşta, gençliğinin baharında bir kız, bense “bir elma çekirdeğinden bile küçük” bir cenin iken, benim yerime seni yaşatsalardı ya… Daha adil olmaz mıydı? Yaşadım da ne oldu? Bu genç yaşta ölsem kimin umurunda? Üstelik yaşamak istediğimden de hiç emin değilim. Amacım seni üzmek değil anne. Bunların tümü benim başıma gelmedi. Ben ve benim gibilerin başına gelenlerin bir bölümü. O “elma çekirdeğinden küçük” cenin için ağlayacak denli duyarlı gazeteci benim için de ağlar mı diye böyle yazdım. Ne, seni mi ağlattım? Özür dilerim anne. Oğlun (Adı hem çok hem yok) Bilgi: O tarihte henüz yurtlarda çocuklara tecavüz edilmemiş, bir kız çocuğunun 6 yaşında evlendirildiği ortaya çıkmamış, 2 yaşındaki bebek tecavüz sonucu ölmemiş, Narin öldürülmemiş, 5 kardeş yoksul kulübede yanmamış, benzer birçok olay henüz olmamıştı. (*) Nazlı Ilıcak Ali Günay
Gercekedebiyat.com