Başka bir aç tavuk hikayesi
Mışıl mışıl uyuyor, uykusunda gülümsüyordu. İçim eridi. Baktım sağına dönmüş, sarıldığı yorganın alt tarafı kaymış, belden aşağısı açıkta kalmıştı. Uyandırmamaya dikkat ederek usulca üstünü örttüm, mutfağa geçip kahvaltı hazırlığına koyuldum.
Bir haftadır sabah ezanına dek çalışıyor, namazını kılıp birkaç saat uyuduktan sonra çıkıp parti genel merkezinin veya meclisin yolunu tutuyordu. Ülkenin ağır iç ve dış sorunları olduğunu, ayrıca tarihsel bir dönemeç sayılabilecek başkanlık sistemine geçmenin iktidar partisince sürekli gündemde tutulduğunu biliyordum. Gerçi konu bir süredir uykuya bırakılmıştı. Aslında bizimki güçlü devlet, güçlü liderden yanaydı. Devletin ve milletin bekası için parti de demokrasi de gerekirse feda edilebilirdi. Bununla birlikte, başkanlık sistemine karşı olduğunu birçok kez kesin bir dille açıklamıştı.
Ancak, son zamanlarda, hükümetin hassas konularda yanlıştan dönüp onun görüşlerine geldiğini sık sık yineler oldu. Örneğin onu çileden çıkaran, bölücülerle barış görüşmeleri kesilmiş, savaş birden bire yeniden alevlenmiş, terör de tırmanmıştı. Ülkenin bir parçası cayır cayır yanıyor, hemen her gün ölüm ve şehit haberleri geliyor onun da kaygısı derinleşiyordu. Komşu ülkelerdeki iç savaşlar da cabası…
Yorgunluğunun, muhakemesini yavaş yavaş bozduğunu bir süredir fark ettiğimi, bu yüzden endişeli olduğumu belli etmemeye özen gösteriyordum. Ona her zaman güvenmiştim ama bu günlerde bir tuhaflık yapar mı kaygısı gizliydi içimde.
Yanılmadığımı, sandığımdan daha kısa sürede öğrenecektim.
Ne zaman, dinlenmesi gerektiğinden, bir tatile çıkmaktan dem vursam, ülke çok hassas bir dönemden geçiyor, sonra bakarız, diyordu. Bunu her söylediğinde acı acı gülüyordum içten içe. Bildim bileli ülke hep hassas, kritik, sıkıntılı dönemlerden geçmekteydi. Olağan, huzurlu, istikrarlı bir günü bile olmamıştı. Bunu dile getirdiğimde, haklısın ama bu kez başka, durum çok ciddi, yanıtı vermesine alışmıştım. Gece yarısından sonra eve geldiğinde de aynı konuşma geçmişti aramızda: durum bu kez çok ciddi! Bu gidişle, onu da, beni de, ülkeyi de öldürse öldürse bu ciddiyet öldürecek…
Milliyetçiliği, ciddiyeti ve katı disiplini babamdan almış, partide pekiştirmişti. Konumuna göre baş eğmeyi de, eğdirmeyi de bilirdi. Parti seçiminde ve partinin en üst basamağına yükselmesinde bu özelliklerinin önemli payı olsa gerek. Bana göre iki eksiği konuşmayı sevmemesi, bir de gülmeyi pek becerememesi. Öyle ki, mitinglerde ve toplantılardaki uzun konuşmaları ve ara sıra espri yapıp gülümsemesi beni hep şaşırtmıştır.
On yılı aşkın süredir partinin başındaydı. Öğrenciliğinden beri yürekten bağlı olduğu bir ülküsü vardı kendini adadığı. Tüm çabalarıma ve karşıtlarının imalı, yaralayıcı dokundurmalarına karşın, evlenmeyi bu nedenle hiç düşünmemişti.
Biraz talihsiz sayılır bence. Yerine geçtiği kişi partinin kurucu lideriydi. İç düşmanın dış destekle gemi azıya aldığı bir dönemde partiyi kurmuş, onlarla savaşmayı görev edinmişti. Partinin elbette iktidar olma hedefi vardı ama bir dava partisi olarak önceliği buydu. Sonuçta amacına ulaşmış bu nedenle ebedi lider kabul edilmişti rahmetli. Çıta yüksekti anlayacağınız. Bu güne dek bizimkinin onu aşmak gibi bir amacı olduğunu belli eden bir şeyine rastlamamıştım. Hareketin yakın hedefini bölücülükle mücadele olarak güncellemişti. Tabii davasına da sıkı sıkıya bağlıydı. Amacı, liderinin izinden gitmek ve ona layık olmaktan ibaretmiş gibi görünüyordu. Yiğidimin gönlünde ne aslanlar yatarmış meğer!
“Abla neredesin? Çıkıyorum ben…” diyen sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Sofrayı önceden hazır etmiştim. İki fincan çayla içeri girdim. Giyinmiş, çantası elinde kapıya yönelmişti bile.
“Kahvaltı etmeden mi” dememe kalmadan “acelem var, haydi eyvallah” deyip çıktı. Bakışı heyecanlı, sesi titrek gibiydi. Çay tutan ellerim havada, ağzım açık, arkasından bakakaldım. Her günkünden erkendi, bildiğim bir programı da yoktu. Hayırlısı, diyerek kapıyı örttüm.
Beni uzun süre merakta bırakmadı; endişemi haklı çıkaran bombasını öğle haberlerinde patlattı. İlk dinlediğimde kulaklarıma inanamadım. İktidar partisine -neredeyse unuttukları- başkanlık teklifini getirmeleri çağrısı yapıyordu. Fiili durumdan, bunun hukuksal yapıya kavuşturulmasından söz ediyor, yıllardır eleştirdiği sistemi gündemin ilk sırasına çekiyordu. İktidar partisinin bunun üstüne atlayacağına kuşkum yoktu. Nitekim öyle oldu. “Bir bildiği mi var acaba?” diyerek, ama kafam karmakarışık, akşamı beklemeye başladım sabırsızlıkla. Akşam anlattıklarıyla, beni şaşırtacak, bununla birlikte bu beklenmedik çıkışı yüzünden aklımda biriken sorulara yanıt vermekle kalmayacak, sonraki süreçte, başkanın yetkilerini artırdıkça artıracak değişikliklere coşkuyla verdiği desteği de anlaşılır duruma getirecekti.
Sabah nasıl her zamankinden erken gittiyse akşam da beklenmedik biçimde her zamankinden erken döndü eve. Kapıyı açınca onu utandırma kaygısıyla zoraki gülümsedim. Aksine gözlerinin içi gülüyordu. Hiç yapmadığını yaptı, yanaklarımdan öptü.
“Hayırdır?” dedim, “evet, evet” diyerek salona seğirtti. Ben de peşinden.
Her zamankinden daha çevik biçimde çantasını masaya bıraktı, koltuğa oturdu, yaslanıp derin bir oh çekti. Borcunu ödemişler gibi rahatlamıştı sanki. Yanına iliştim, “anlat bakalım” gibisinden bakışlarımı yüzüne diktim.
“Bu sabah, -hayırlara vesile olsun- bir rüya gördüm” dedi.
“Ve görüşün değişti” diye atıldım.
“Öyle değil, bir süredir kafam karışıktı, netleşti. Apar topar çıkıp partiye koşmamın nedeni de o rüya” diye sürdürdü: “Rüyamda sarp dağların arasında sıkışmışız milletçe. Düşman dört bir yandan kuşatmış. Ne yapalım, nasıl yapalım diye tartışırken dişi kurt köpeğimiz hiç alışkın olmadığımız türde uluyup ileriye atıldı. Peşine düştük. Eski hakanlar gibi giyinmiş ben, elde kılıç, beyaz bir atın sırtındayım. Ardımda kılıcı kalkanı, sadağı oku, gürzü mızrağı ile yiğitler ve millet. Sarp kayaları aşıp, düşmanı yarıp, kurtulup yola koyulduk. Bir baktım ki başkentteyiz. Anıt Kabir’i selamladıktan ve merhum eski liderimizin mezarı başında dua ettikten sonra, az ileride binlerce odalı dev bir saray bizi bekliyordu. Önünde de mehter takımının coşturduğu mahşeri bir kalabalık. Yaklaşınca alkışlar ve “ulu Hakanım çok yaşa!” sesleri yeri göğü inletiyordu. Tam kapısına gelmiştik ki… Uyandım.”
“Hayırlara vesile olsun” dedim ben de.
Yine “evet, evet” dedi, dalgın.
Aç tavuk… sözü geldi aklıma. Ona belli etmeden, aklıma gelene güldüm. Tabii ki, sabaha karşı yorganının kaydığını, belden aşağısının açıkta kaldığını da söylemedim.
Söylese miydim?
Ali Günay
GERCEKEDEBİYAT.COM