Son Dakika

haydar-uzunyayla_0.jpg


Mayıs ayının başları… Güneş ışınlarının yeryüzüne dik düştüğü bir öğle vakti  –saat 14 gibi-  ağaçlarla çevrili, otların büyüdüğü, çiçek ve güllerle nakışlı bahçeme çıkıyorum… Ortalık ışıkla yıkanıyor.  Titrek ve narin sapları üzerinde bir uçtan diğerine dalgalanan otlar, hafif hafif esen ılık rüzgar eşliğinde bir yerden bir yere yürüyüşe geçiyorlar sanki. Sallanıyorlar, oynaşıyorlar, ayrılıyorlar, birleşiyorlar ve bu şekilde tekrar tekrar, parlak, ince, zarif görünümleriyle milyonlarca yıldır açıyorlar ve onların devam eden yaşamın mirasçıları olduklarını düşünmem pek zor olmuyor. Çarpıcı tasarımlarıyla, kendine özgü simgeleriyle, insana coşku veren bir gelenekten geldiklerini fark edebiliyorum.

   -Dikkatle bakıyorum…  Çiçekler, otlar ve ağaçlar arasındaki uzunluk, genişlik, güzellik ve güce ilişkin hiyerarşik yapı hemencecik göze çarpıyor. Sözgelimi gelincik hepsine, sizden daha kırmızıyım diyebiliyor. Papatya, güneşi gören benim ve sarı-beyaz taç yapraklarımla aklınızı başınızdan alırım diyor… Çam ağacı, küçük leylak ağacına üstünlük taslayarak onu gölgede bırakabiliyor… Ayrık otu, saldırganlığını ortaya koyarak ötekilerini sindirmeye, güzelliği, coşkuyu, yaşama sevincini umursamadan her yeri işgal etmeye çalışıyor… Hemen hepsi dolaylı ya da dolaysız biçimde birbirlerine özelliklerini yansıtarak; kimi zaman boyun eğerek, kiminde kardeşçe, kiminde kafa tutarak toprağın çanağında yer bulmaya çabalıyorlar. Kimi yükseliyor, kimi naz ediyor, kimi direnme gücünü gösteriyor ve birer birer, nerde olursa olsun, ister gölgede, ister kaya dibinde, ister ağaç kovuğunda, güneşe çıkmaya can atıyorlar. Güneş, ısı, nem ve toprak ortak besin kaynaklarıdır ve kendilerini buradan aldıkları güçle devam ettiriyorlar… Toprak da oldukça konuksever davranıyor; her birine ev sahipliği yapıyor, adil, cömert, hepsine aynı ölçüde yüreğinde yer açıyor, doyuruyor… Ve yukarıdaki canlı hayatın tanığı –yani ben–   şu anda o kadar huzurluyum ki, toprak, güneş, rüzgar, kiraz ağacı, ıhlamur, gelincik ve papatyalar ile yakınlarda, bir yerlerden gelen bir çift kumrunun hüzünlü aşk şarkılarıyla yeniden can buluyorum… Yaşamak ne kadar güzel!..

    -Bakmaya devam ediyorum. Çiçeğe konan bir bal arısına takılıyor gözlerim. Birkaç dakika boyunca çiçeğin özünü emiyor, sonra kaptığı ödülün cazibesiyle uçup gidiyor. Sonra böcekler, kuşlar, dallarda şakıyan serçeler… Sonra elma ağacının dibinde ölü bir böceğe üşüşmüş karıncaları görüyorum… Karıncalar için hayat çalışmak demektir ve koloninin içinde sadece bir ya da iki üye yiyecek toplamaktan bağışıktır. Baharla birlikte, güneşli günler boyunca küçücük bedenlerine yükledikleri kocaman yüklerinin bir parçasını dahi ziyan etmeden, yuvalarına taşırlar. Sanırım karıncaların değişken, zaman zaman artan eksilen yükü ayarlayabilme yetileri var. Çünkü yükün ağırlığı ne olursa olsun, onu sürüklemekten vazgeçmiyorlar.

    -Bakmayı sürdürüyorum. Hercai menekşe huzursuzca bakınıp duruyor. Kayısı çağlası kıpır kıpır; büyümeye nasıl da arzulu… Yeşil erik kaba bir çalımla ıslık çalıyor. Sarmaşık caka satarak güneşe bırakıyor kendini. Domates, biber fideleri yapraklarını sivrilterek ışığı emiyorlar; titrek yapraklarda birkaç sinek oynaşıyor… Her yaprak, her dal, her çiçek, renk, koku ve görünümleriyle kökler arasında, karanlıkta, ışıkta, bakteri ve solucanlarla, bilinçli bilinçsiz kıpırdamakta… Ve hemen hepsi, asla ve asla ne hareketsiz ne de uyuşuk durumdalar. Tembellik yok… Geometrik kusursuzluğu içinde simetrik açan dört yapraklı yonca, koni biçiminde kozalarıyla güller, birbirlerine bakıp nazlanan türlü türlü çiçekler… Kocaman denklem ve spiral bir galaksidir ilkbahar. Küçük büyük, uyumlu, kimi zaman gergin, öfkeli, kiminde barışık simbiyotik yaşam tarzıyla bizi büyüleyen mevsimdir ilkbahar… Çoğalma mevsimidir ilkbahar… Sarkık kafalı küpe çiçeği bile baharla birlikte yoksulluktan çıkıp zenginleşir. Sığırkuyruğu otu duvar diplerinde rahatça boy gösterebiliyor…  Siz ömrünüzde bir defa olsa bile, kıvrımlarını açarak güneşe doğru uzanan eğrelti otunu izlediniz mi?.. Ya da ışığı yakalamaya çalışan huş ağacının hışırtılı sesini duyabildiniz mi?.. Kavak ağacının tepesinde esen yelleri hissettiniz mi? Ve ormanların koyu gölgesinde yaşamı selamlayan tomurcuklar kümesini seçebildiniz mi?... Gün ışığında, serin esintilerde yıldız kümeleri gibi çiçeklenen bahara tanık oldunuz mu?.. Cevabınız evet ise işte bu bahardır. Göçmen kuşların dönüşünü, arıların vızıltısını, karaağacın çiçeklenmesini gördüyseniz, işte bu bahardır.

    -Ne var ki doğaya meydan okuyup onu olumsuzlaştıran insan, sadece doğal örtüyü yok etmekle kalmıyor; kendi dürtülerinin ve beyninin de hızla eksilmesine yol açıyor. Örneklersek: Günümüzde nomofobik davranış bozukluğuna saplanmış, akıllı akılsız sanal yaşamla çevrilmiş biri, mevsimlerin yaratıcılığını keşfedemez ve anlatamaz. İnsanın tepkileri doğal ortamı içinde gelişir. Böyleyse eğer doğaya gitmek gerekiyor. Papatyalara, gelinciklere, güllere koşmak gerekiyor… Kafeslerde, dikey oluşumlarda kimse özünü ve anlamını bulamaz. Saksıda düşünceler, engin ufuklarda boy veren düşünceler kadar üretken değildir. Çünkü ufuklar geleceğe giden yolun gerçeğini hazırlarlar.

    -Mevsimlerin özelliği son yüzyıllarda artan şekilde bozulmaya başladı. Sanayileşme, kötü yönetimler, artan insan türünün yoğunluğu, açgözlülük cansızlaşmaya neden olmaktadır. Çok yerde yaşamın ölümüne tanık olabiliyoruz. Göğe yükselen yapılaşma bile ölümü hızlandıran örneklerden biridir… Önceki yüzyıllarda herhangi bir ırmağın kıyısında gezinebiliyorken, bugün ırmak bulamıyoruz… Eskiden akça ağacın gölgesinde huzur içinde düşünürken, bugün yok… Bu da şu anlama gelir: Doğanın ve mevsimlerin yaşamımıza sunduğu üstünlüklerden yoksun kalabileceğiz.

Haydar Uzunyayla
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler