Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın'ındaki maddi yanlışlar
"Büyük yazar” olarak tanımlanabilecek, edebiyatta yeni bir çığır açmış, sonraki kuşakları etkileyerek çağını aşmış yazarların başarı çizgisinin hep yükselen olmasının zorunlu olmadığını biliyorum elbette. Kimi, başyapıtını genç yaşta ilk kitapları arasında ortaya koyabilir, kimi sonlarda, olgun yaşlarda. Başka bir deyişle çizgi yukarıdan başlayıp inişe de geçebilir, düzenli yükselebilir, inişli çıkışlı olabilir, yükselen ya da alçalan düz bir çizgi de izleyebilir. Edebi nitelik yönünden bir düşüş olmadıkça nasıl bir çizgi izlediği çok önemli olmayabilir. İşte, “ana soru”nun çıkış noktası da tam burasıdır: Bir süre kaliteli, kullanışlı, özgün mal/eşya üreten ve bu yolla “ünlü marka” durumuna kavuşan bir kuruluşun “ben marka satıyorum, ne sunsam satılır” anlayışıyla giderek kaliteyi düşürmesi gibi, ünlenen bir yazarın “ben filancayım, ne yazsam çok satılır” inancıyla çalakalem “seri üretim”e geçme hakkı var mıdır? Dilden mantığa; olayların/olguların gerçeğe uygun, bilgilerin doğru olup olmadığına değin ne isterse ve nasıl isterse yazma konusunda sınırsız özgürlüğe sahip midir? Edebiyata, bilime, tarihe, kendine ve nihayet okura karşı hiçbir sorumluluğu yok mudur? Yazarın “nitelikli okur” bekleme hakkı var da okurun “nitelikli yazar” veya yazarda nitelik arama hakkı yok mudur? Yazarı daha da nitelikli olmaya zorlayan nitelikli okuru yaratan, okuru ve giderek toplumu değiştirip dönüştürmesi beklenen nitelikli yazar, kendisi geçici koşullara uyum gösterip değişir, dönüşürse ne olur? Soruları çokça çeşitlendirmek ve çoğaltmak olası. Ancak bu kadarıyla yetinip, yazı boyunca, sorulmamış sorulara da kaçınılmaz olarak yanıt vermeye çalışacağımı belirtmek isterim. Şimdi yavaş yavaş somutlayalım. Ondan “bir kitap (daha) okudum” ve görüşüm değişmedi. Yalnızca bu tümceden, kimden söz ettiğimi anladığınızdan kuşkum yok. Amacım asla onun romancılığını sorgulamak değil. Üretken, yetkin, başarılı ve bunların karşılığını ödüllerle ve okur ilgisiyle almış biri. Kendini uluslar arası ligde gördüğünü ve o düzeydeki yazarlarla kendini karşılaştırdığını ve onlarla yarıştığını sanıyorum. Bu nedenle benim gibilerin eleştirileri büyük olasılıkla ona ulaşamaz, ulaşsa bile bir etkisi olacağı kuşkulu. Onu seçmemin nedeni tam da budur: “en büyük”lerden başlamak! “Bir kitabını daha okudum…” derken sözünü ettiğim, son romanı Kırmızı Saçlı Kadın. (YKY-2016) Arka kapakta Independent, Londra imzalı yazıda bir şöyle bir tümce var: “Pamuk, en iyi kitaplarını Nobel’den sonra yazan eşsiz bir yazar.” Bu, belli ki övgü niyetine yazılmıştır ve yazarın Nobel aldıktan sonra kendini aştığı, çizgisinin Nobel öncesine göre yükseldiği anlamına gelir. Aynı zamanda başyapıtının Nobel sonrası yazdıkları arasında bulunduğu veya henüz yazılmadığı da içkindir bu söyleme. Asıl odak noktasına dönersek, son romanı Kırmızı Saçlı Kadın’ın “en azından” Nobel (2006) öncesi çıkan ve bu ödüle layık görülmesini sağlayan kitaplarından “daha iyi” olduğu çıkarsaması yapılamaz mı? Öyleyse, Türk edebiyatının doruğunda olan bir yazarın en iyi yapıtlarının birinden söz ediyoruz demektir. Bu yapıtta Pamuk, “Batı’nın ve Doğu’nun iki temel efsanesi Sophokles’in Kral Oidipus’u (babayı öldürmek) ile Firdevsi’nin Rüstem ve Sührab’ı (oğulu öldürmek)”nı irdelemek gibi mitolojik, tarihsel, felsefik hatta sosyolojik açıdan evrensel, kapsamlı, derinlikli, dolayısıyla iddialı bir konuya dokunmaktadır. Böylesi bir “temel sorunu” iki yüz sayfa tutmayan bir kitapta, zorlanmış, tesadüflere yaslanmış, gerçekleri tartışmalı bir olay örgüsü ve kaderci bir yorumla işlemek olası mı? İşin bu yanını okuyucuya bırakarak, özellikle “yereli evrenselleştirme ve/ya evrenseli yerelleştirme bağlamında konuya ileride yeniden döneceğimi belirterek, romanın “okur olarak” beni tırmalayan, “teknik sayılabilecek” bazı yanlarına değineceğim. Evet, kurgu metinlerde suya atılan kurşun ve mantar birbirleriyle yer değiştirebilir; her şeyin somut gerçeğe bire bir uygun olması beklenmeyebilir. Ancak yazarın yeni bir gerçeklik ararken/ yaratırken kullandığı somut olay, olgu ve bilgileri araştırma ve gerçeğe, mantığa uygunluğunu denetleme görevi yok mudur? Yazar, önceden tasarladığı sonuca ulaşabilmek amacıyla gerçekleri eğip bükme, mantık sınırlarını zorlama hakkına sahip midir? Böylesi bir özgürlük okurun bilgisiyle, algısıyla, aklıyla alay etmek sayılmaz mı? Örneğin, temel felsefesi Doğu ile Batı toplumlarının bir karşıtlığı olan Kırmızı Saçlı Kadın romanı bir kuyucu (kuyu açma ustası) ile genç çırağının kısa süren ancak “kaderlerini belirleyecek” ortak (usta-çırak) çalışmasından yola çıkmaktadır. Ancak henüz yolun başında, şöyle denmektedir: “O zamanlar sondaj makinaları daha kullanılmıyordu.” (s. 18) Oysa tarih 1980’lerin ortalarıdır ve yer, İstanbul’dur. Oysa 1960’larda Hatay’ın Amik Ovası’nda sondajla su bulunduğunu ve basit motorlarla çekildiğini, içme, kullanım ve sulama suyu olarak yararlandığımızı biliyorum. Devamında, usta kuyucuların, nereden su çıkacağını binlerce yıllık sezgileriyle buldukları belirtiliyor. O yıllarda da yer altı sularının yerini, derinliğini, rezervini saptayan cihazların kullanımda olduğu biliniyor. (Çatal çubuk kullanan şarlatanlar bugün de iş başında olsalar da.) Ustanın, bir yeni yetme ile çalışması, kuyuya ona güvenerek ve kovayla inip çıkması, makarası bile olmayan yüzlerce yıl öncede kalmış çıkrık kullanılması, kazma-kürekle tek kişinin 25 metreye inmesi, kuyunun çeperini, kalıp çakıp beton dökerek yukarıdan aşağıya örmesi, kuyuda karşısına çıkan kayayı (yasak olmasa) dinamitle patlatacağını söylemesi, dolu kovanın üstüne düşmesi sonucu omzundan sakat kaldığı halde oradan kurtulması ve ona iki kuyu daha kazdırılması (s. 137) vb. gibi çokça örnek verilebilir. 18. sayfada, ustaların su çıkacak yeri “sezgiyle” buldukları belirtilirken 31. sayfada Mahmut Usta, Kur’an-ı Kerim’de bulunduğunu söylediği, “evlerinizi yüksek yere yapınız” şeklindeki bir ayeti, hem “depremin yüksek yerlere vuramayacağı” hem de “yüksek yerlerde suyun daha kolay çıkacağı şeklinde yorumluyor. Öyle mi peki? Bilge gibi tanımlanan Mahmut Usta’nın tiyatro kumpanyasını, askeriyedeki “aç aç” gösterileriyle karıştırması, Kerhane’yi “kârhane” şeklinde söyleyip kara cahil gibi, “o tiyatroların kârhaneden farkı yoktur” (s. 37), anlatıcının da “…erlere göbek atan, edepsiz hikâyeler anlatan… tiyatrocular” (s. 73) demesi; MÖ 5. yüzyılda yaşamış Sophokles’in eserini özetlerken, müneccimin (o zaman öyle bir isim varmış gibi) Allah, Oidipus’un kaderine… yazmıştı”(s. 38) dediğini aktarmak… (“Tanrı” demek bazı okurları rahatsız eder kaygısı mı?) Son olarak “şehir esrarengiz bir hızla büyüyordu” (s. 125), “…yıllarca edepsiz, utanmazların ‘Aç, aç’ diye bağırmalarına…” (s. 188), “rezil ve edepsiz bir köpek” (s. 189) türü tanımlamalar… Bu noktada bir soru: Büyük yazarların aklına geleni çalakalem yazmak gibi bir hak ve ayrıcalıkları mı var? Kar romanında K’ya “gelen” şiirler “şu konudaydı” veya “şunlarla ilgiliydi” gibi tanımlamalarla geçiştirilirken, bu romanda (s. 64) tiyatrocuların söyledikleri türkünün “Türkü aşkın aldatıcı olması, paranın gerçekçi olması hakkındaydı” şeklinde anlatmasına ne demeli? Marksistlerin bile kullanmadığı şekilde gence “Babam Marksistti” dedirtmek, kadına evi “…eski bir Maocunun giriş katında kalıyoruz” şeklinde tarif ettirmek? (s. 68 ve 69) Ya, genç yazar adaylarına yazarlığın sihirli formülünü küçücük bir hap gibi sunmak? “Yazar olacağımı da o gece iyice anladım. Bunun için insanın yalnızca bakması, görmesi, gördüğünü anlaması ve kelimelerle söylemesi gerekiyordu.” (s. 73) Ve “hayat dersi” bir vecize: Hiçbir şey olmamış gibi yaparsanız ve gerçekten de hiçbir şey olmuyorsa hiçbir şey olmaz sonunda.” (s.89) Yazarın dilediği gibi çalışma hakkı olsa da, dönüp yazdıklarının “ince işçiliğini” yapmak, kendi büyüklüğüne, yapıtına ve okuruna saygının gereği değil midir? Büyüklüğü işçilik yapmasına engelse, bunu yetkin bir “işçi”ye yaptıramaz mı? Editörlerin, “büyük yazarların metinleri denetlenemez” düşüncesiyle bunları küçüklü büyüklü patlaklarıyla baskıya göndermeleri o yazarlara saygı mıdır? Kırmızı Saçlı Kadın’ın iç sayfasında, ilk 5 baskıda 300 bin nüsha çoğaltıldığı belirtilmektedir. Başka baskı yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Bunca okuru (müşterisi?) olan bir kitaptaki hatalar “ufak tefek” sayılıp görmezden gelinebilir mi? Bu “ufak tefek!” olumsuzluklar yazarı da yayınevini de küçültmez, okuru küçümseme, hatta ona saygısızlık anlamına gelmez, demek olası mı? Daha önce de belirttiğim gibi bu yazı dizisinde, bir okur olarak bana yanlış gelen, batan, kulağımı tırmalayan ve/ya beni inandırmayan yanları bu kitaptan başlayarak mercek altına aldım ve ilgilenebileceklerle paylaşmak istedim. Her şeye karşın, iyi ki edebiyat var; iyi ki yazarlar ve kitaplar var. Ali Günay
Gerçek Edebiyat