Hayyam ve Fazıl Say
Dünyaca ünlü, Fars şair, yazar, matematikçi, astronom ve filozof Ömer Hayyam (1048–1131) ile onun gibi dünyaca tanınan Türk besteci, piyanist Fazı Say’ın yaşadıkları dönemler arasında 900 yıla yakın zaman farkı var. Bu uzun sürede insanlığın hep ileriye doğru yol aldığı, bilgi birikimini artırdığı, uygarlığını geliştirdiği, özgürleşme ve insanlaşma yolculuğunda aşamalar kaydettiği varsayılır. Gerçekten öyle mi? Hayyam’ın yaşadığı dönem, din kurallarının, toplum yaşamının tüm alanlarında egemen olduğu, bu kuralları sorgulamanın yasak, dışına çıkmanın dinden çıkma sayılabileceği bir dönemdir. İki asır kadar önce, Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” dediği için işkence edilerek, derisi parça parça yüzülerek öldürülmüştür. Geçen sürede İslam uygarlığında önemli ölçüde ilerleme olmuştur ama din kurallarının egemenliği sürmektedir. Böylesi bir ortamda Ömer Hayyam, “erken rönesans” sayılabilecek bir çıkış yapar. Din temelli genel düşünme alışkanlığının dışına çıkar. Akıl yürütme yoluyla yaşamı, din ve toplum kurallarını, devleti, siyaseti… sorgular. Rubai olarak adlandırılan dörtlüklerinde, Allah’a da, bağnaz din adamlarına da sorular sorar, yasakçı buyruk ve kuralları sorgulayıp eleştirir, mantık süzgecinden geçirerek birçoğunu çürütür. Kendi sorularına verdiği yanıtlarla, yerleşik hiçbir kural tanımadan, düşüncesine “oto sansür” uygulamadan yaşam felsefesini anlatıp savunur. Sınır, kural tanımaz, özgür düşüncesi nedeniyle sınırları da, çağları da aşan evrensel düşünürler arasındaki yerini alır. O, Homeros, Montaigne ve niceleri gibi her çağın çağdaşı, günümüzün ve geleceğin insanıdır. Unutmamalı ki, Hayyam bunca cesur ve aykırı düşüncelerini dile getirdiği rubailerini, günümüzün bir özgürlükler ülkesinde değil, elinde şarap kadehi, Büyük Selçuklu Devleti’nin büyük veziri Nizamül Mülk’ün sarayı bahçesinde yazmıştır. O tarihte, yaklaşık olarak Magna Carta’ya seksen küsur, Rönesans’a 400, Fransız İhtilali’ne 650, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne 800 ve ileri demokrasiye 900 yıl vardır. Ömer Hayyam’ın yaşadığı yıllar İslam uygarlığının matematikten tıbba, gökbilimlerinden felsefeye hemen her alanda dorukta olduğu bir döneme denk gelir. Ama aynı zamanda bu uygarlığın donup kalmasına, Hıristiyan Avrupa’nın ise silkinip hızla gelişmesine başlangıç oluşturduğu savunulan Haçlı Seferleri’nin başladığı yıllardır. Yaklaşık iki yüz yıl süren savaşların sonunda taraflar uygarlıkları takas ederler adeta. Avrupa mezhep savaşlarıyla, Engizisyon baskı ve işkenceleriyle acısı artan sancılı bir dönemin ardından dinde reforma ve yaşamda rönesansa yönelirken İslam dünyası kabuğuna çekilir, giderek derinleşen bir dini tutuculuğun, mezhep çatışmaları ve hukuksuzluğun uçurumuna yuvarlanır. Avrupalı, eski Yunan, Roma ve İslam uygarlıklarının mirasını alır, yoğurup geliştirerek çağdaş uygarlığa öncülük ederken, Müslüman ülkeler, Avrupalıların bırakıp eleştirdikleri Engizisyon hukukunu -bilmeden- benimseyip din temelli kendi hukuklarına uyarlarlar. Hayyam’a “yardım ve yataklık eden” Selçuklular, ölümünden 40 yıl sonra Anadolu’ya göç ederler. Beylikler biçiminde iki yüzyıl yaşadıktan sonra, bunlardan biri hızla egemenlik alanını genişletir ve 600 yıl yaşayacak dev bir imparatorluk kurar. Bu süreçte İstanbul’u alıp Bizans’a son vermesi Avrupa aydınlanmasını (Rönesans) hızlandırır. Yıkılışa dek geçen dört yüzyılda Avrupa aydınlanması ve uygarlığı artan ivmeyle gelişirken, imparatorluk her alanda geriler, geriledikçe de gericileşir. Bağnazlık, baskıcılık ve hoşgörüsüzlük devlet yönetiminin temel özellikleri durumuna gelir. Çeşitli ırklardan, din ve mezheplerden toplulukları yüzlerce yıl bünyesinde birleştiren Osmanlı, farklılıkları tehdit olarak algıladığı dönemlerde ağır baskı, katliam ve sürgünlere girişir. Sırf mezhep farklılığı nedeniyle Anadolu’nun gerçek sahibi Aleviler zaman zaman toplu katliamlara hedef olur. “Milleti sadıka” denilen Ermeniler, imparatorluğun yıkılış döneminde katliam ve tehcire uğrar, Kürtler, azınlıklar baskı altında tutulur. Osmanlı aydınları zindanlara atılır, sürgünden sürgüne koşturulur, bazıları öldürülür. Ne yazık ki bu özelliklerin bir bölümü kalıtsal olarak, imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin de genlerine taşındı. Bir yandan “çağdaş uygarlık düzeyine erişmek” hedef alınırken, bununla taban tabana zıt uygulamalara gidildi. Çağdaş uygarlığın olmazsa olmazı bilim insanı ve aydınların tek yetişme ve yaşama alanı olan özgürlükler, savaş, komünizm tehdidi, bölücülük vb. gibi bahanelerle sürekli kısıtlandı. Devlet, aydınından korkan, farklılıkları, değişik görüşleri tehdit olarak algılayan bir anlayışla yönetildi. “Son Türk Devleti”ni koruyup yaşatma refleksiyle aydınlar zindanlara atıldı, sürgünlere gönderildi, baskı altında tutuldu, öldürüldü. Böylece aydın yetişmesi güçleştirilirken, yetişen ve ulusun övünç kaynağı olacak ölçüde uluslar arası üne kavuşanlar vatan haini ilan edildi, yurttaşlıktan çıkarıldı, dışlandı. Nazım Hikmet’e yaşatılanlar, Sabahattin Ali’den başlayarak Türk, Kürt aydın öldürümleri, Hrant Dink, papaz cinayetleri, Nobel ödülü kazanan ilk Türk yazar Orhan Pamuk’a dava açılması, dünyaca ünlü soprano Leyla Gencer’e “gâvur muamelesi” yapılması, İdil Biret konserine saldırı… Ve şimdilerde, (Ekim, 2012) dünyaca tanınan ve sevilen, gurur kaynağı sayılması gerekirken hedef tahtasına konan besteci, piyanist Fazıl Say. “Halkın bir kısmının benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçlamasıyla yargılanıyor. Suçu ise, yıllardır internette dolanan ve Ömer Hayyam’ın olduğu varsayılan bir dörtlüğü başkaların “retweet” etmek, yani iletmek! Konunun ciddiyeti olmasa bu gerekçeye kargalar bile gülerdi. Yıllardır bu dörtlüğü milyonlarca kişi, binlerce kez birbirine iletmiş olmalı. Bu dolaşım engellenmediği gibi, kimseye açılmayan dava Fazıl Say’a açıldı. Topluma gözdağı vermenin en etkili yolu, hep, önde gelen aydın ve sanatçıları hedef almak olagelmiştir bu ülkede. Bu bahaneyle Say’ın seçilme nedeni de aynıdır. Olaya ilişkin olarak “çok özgürlükçü” bir bakan, “ben olsam bunu Fazıl Say’ın saçmalama özgürlüğü olarak görürdüm” diyebilmiştir; kendi özgürlüğünü ona bağışlayarak… Bu davada, Fazıl Say’la birlikte, 900 yıl önce aykırı görüşlerini dörtlüklerinde özgürce dile getiren Ömer Hayyam da yargılanmaktadır. Say’ı desteklemek üzere mahkeme önünde toplanan aydınlar “Hepimizi Fazıl Say!” yazılı pankartlar taşıdılar. Kanımca, bu pankartlara “diğer sanık” Hayyam’ı da ekleyerek “Bizi ister Hayyam, ister Fazıl Say!” diye haykırmanın zamanıdır. Bilmem, bin yıl sonra Hayyam gibi, Say bestelerinin çalınacağını söylemeye gerek var mı? Ek: Ömer Hayyam, herhangi bir ırka veya ulusa değil, artık, insanlığa mal olmuştur. Bununla birlikte, Fars asıllı yanıyla İranlıların, Selçuklu yanıyla Türklerin, -onu paylaşamazlarken- ilham perisi şarabına sahip çıkmamaları üzücü ama en azından günümüz koşullarında şaşırtıcı değildir. Hayyam markalı (olasılıkla tek) şarap Hint yapımıdır ve Avrupa pazarına, onun şu dizeleri ile sunulmaktadır: Para karşılığı şarap satanlara şaşarım/ Aldıkları parayla şaraptan daha güzel ne alabilirler? Ali Günay900 YIL ÖNCE
900 YIL SONRA
(deliler t. Sayı-36)
Gerçek Edebiyat