Yağmur ağıt yak ardımdan / Ahmet Erhan
Ahmet Erhan, şiir üzerine yaptığı bir konuşmada 'Şiirin ve şairin toplumsal sorumluluğu' üzerine düşüncelerini dile getiriyor.
Yağmur ağıt yak ardımdan / Karanlık sokaklar boyunca / Ben yurdumun özoğluyum / Kimseler yanmıyor bana Yaprak yaprak içimde yalnızlık / Onun dalları dünyadır / Kendi göğümde bir sürgünlük / Benimdir ona bir tek sınır Kimsenin bir şey söyleyeceği yok / Ben susarsam, konuşmazsam / Acı bile sustu artık / Yağmur, ağıt yak ardımdan... Şiirin ve şairin toplumsal sorumluluğu (en azından geçmiş dönemde) yanlış anlaşıldı; ya da bilinçli olarak çarpıtıldı gibi geliyor bana. Çağımızın en büyük şairlerinden Yannis Ritsos, “Bir şiir için ifade ettiği anlama göre karar veremeyiz. Önemli olan onun ilkin şiir olmasıdır. Bir metin şiirse bir şey ifade eder; metnin içinde doğru ve haklı düşüncelerin yer alması, onun şiir sayılmasına yetmez,” diyor. Şiir, temelde bir dil, bir bilgi birikimi, tekil bir bakış ve bir yetenek sorunudur. Bilimin verilerinden ne kadar yararlanırsa yararlansın, sonuçta onunla (örneğin insanın değişim çabasında) ne kadar buluşursa buluşsun, ortaya koydukları şeyler, alanları çok farklıdır bilim ile şiirin. Bu nedenle şiir bireysel bir olgudur diyorum. Hiçbir zaman bir ön kabul, bir uzlaşma alanı değildir. Yineliyorum, şairin ve onun yarattığı şiirin bir önemi varsa bu önem ondaki bireyseli-toplumsala, günceli-tarihsele dönüştürme, kısacası insani bir ses olma yeteneğindedir. Bunun için de kesin bir içtenlik gerekiyor kanımca; en azından yaşama karşı. Bir şairi kitaplardan alıntılar yaparak yerden yere vurabiliriz (ya da öyle yaptığımızı sanabiliriz). Oysa, alıntı yapılacak tek yer yaşamdır, yaşam olmalıdır. Bu nedenle bir şairi, yaşadığı çağla, hatta dönemle birlikte değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum ben. Bunu söylerken şiirin öğretiden bağımsız bir şey olduğunu savunmuyorum elbette. Ancak şiirin herhangi bir öğretiyi yeniden üreten bir şey olduğuna da kesinlikle inanıyorum. Öğretilerin insanın değişim isteği sürecinde yalnızca bir araç, sonuçta insani bir olgu olduğuna içtenlikle inanmıyorsak, gerektiğinde o öğretilere de dışarıdan bakma bilincini taşımamız gerekir. Bütün öğretiler insan için vardır çünkü; insanlar öğretiler için değil. Öğretinin din'e (kuralları olan, kesin, donuk, şabloncu, sekter ortodoks) bir yapıya dönüştüğü yerde muhalif olmak ise şiirin boynunun borcudur. Yaşamımız boyunca hep bir şeyleri seçeriz. Bu seçimin öncesinde ve sonrasında birtakım sorunların çevresinde dönenir, bazı sonuçlara varırız. Şiir, bu sonuçlara ulaşmamızda bir yol açıcı görevi görür. Önemi buradadır belki de. Ve gelin, hiç değilse yanma ve okuma adım verdiğimiz o ilk aşamada şiirin bireysel bir eylem olduğunu kabul edelim. Ancak bir önkoşuldur bu. Hemen ardından bir toplumun içinde yaşadığımızı, o toplumun üyesi olduğumuzu, o topluma tepki göstereceğimiz ya da uzlaşacağımız noktalar bulunduğunu duyurur şiir bizlere. Bunun için ne kadar bireysel görünürse görünsün, her gerçek şiir toplumsal bir iletişim çabasıdır. Ama yineliyorum, bilimin düz mantığına uymaz şiirin mantığı; şiirde iki kere iki her zaman dört etmeyebilir. Bütün bu söylediklerim, şiirin genel sorunları aslında. Konusu genel olarak şiir olan bu tip bir söyleşide kimi soyutlamalara gitmek bir bakıma zorunluydu. Bunca ukalalık yaptıktan sonra, konuşmamı daha somut bir alana çekmek istiyorum şimdi. Bundan sonra söyleyeceklerim: Türk şiiri ve kendi şiirim temel oluşturacak. Konuşmamın başlarında, şiirin sanayi devrimiyle birlikte niteliksel bir değişime uğradığım değinmiş, Baudelaire örneğini vermiştim. Bu değişimin Türk şiirinde -biraz aktarıma da olsa- Tanzimat’la birlikte başladığını söyleyebiliriz. "Servet-i Fünun" ve "Edebiyat-ı Cedide" hareketlerinde daha yerli bir kimlikle bu değişimin sürdüğünü görüyoruz. Cumhuriyet Şiirimizde ise ilk yıllarda kimi eski sorunların sürdüğünü görmekle birlikte çoğunlukla özgün bir yönelim görülüyor. Batı şiiri bir öykünme düzleminde değil bir yöntem olarak alınmaya başlıyor. Örneğin Ahmet Haşim’den, Cahit Sıtkı'ya. Ahmet Muhip'e kadar Baudelaire şiirinin yöntem olarak alındığını görüyoruz. Garip şiiri, İkinci Yeni şiiri yepyeni açılımlar kazandırıyor şiirimize. Nâzım ise çok öncelerden başlayan büyük bir ses. Türkçenin yüz akı bir şair bugünlere gelene kadar adı anılması gereken pek çok şair önemli açılımlar kazandırmıştır Türk şiirine. Dünyada özellikle 60'lı yıllardan bu yana şiirin ülke bağlamından insan bağlamına doğru büyük bir atılım yaptığını düşünüyorum ben. Çağımızdaki geniş iletişim alanlarından, çeviri politikalarının daha yaygın bir durum almasına kadar pek çok nedeni var bunun. İlk aklıma gelen, örneğin ABD’de gelişen “Beat Generation” (Ginsberg, Ferlingetti) akımıyla, Sovyet ler’de gelişen (örneğin Voznesenski) şiiri arasında büyük benzerlikler var. Çok başka koşullara sahip iki ülkede aynı sorunları tartışıyorlar sanki. Yaklaşım farklılığı kesinlikle yok. Bu, ülke'den insana doğru yönelmenin ulusal geleneği, yerli sesi, yerli sorunları engellediği de yok üstelik. Yalnızca gitgide sanayileşen, karmaşıklaşan bir dünyada insanın durumu konusundaki ortaklık buluşturuyor bu şairleri. Bugünkü şiirimizin (Türk şiirinin) sorunu da burada bence. Bırakın genel olarak insan’a, kendi yaşamımıza bile içtenlikle baktığımızdan kuşkuluyum ben. Ama kim bilir, belki de ben yanılıyorum. İnsani hiçbir sorunumuz yok. Çok mutluyuz. Tarih bizden yana. Gelecek güzel günler bizi bekliyor. Öyleyse (Güneş ufuktan şimdi doğar/Yürüyelim arkadaşlar). Asıl önemlisi, gelecek güzel günler derken, şu anda içinde bulunduğumuz günleri yitiriyoruz gibi geliyor bana. Tarih yine tekerrürden ibaret mi kalacak? O tarihi, içinden geçtiğimiz şu günlerin yaratacağını ne zaman öğreneceğiz? Gerçekten bilmiyorum. Çağımızda insan kendi bireyliğini koruyamamaktadır. Bu çağ, insandan standart bir yaşama biçimi istemektedir. İnsana kendi olma hakkını tanımamaktadır. Türk şiirinin günümüzdeki en büyük eksikliği bu çağı yeterince sorgulayamamasında, anlayamamasında yatmaktadır bence. Şiir, bu çağın yıkımına karşı insani düzlemde bir alternatif olmak zorundadır. Bu dünyada önümüze sürülen bütün toplumsal modellerin sonuçta aynı yerde insana aykırı bir düzlemde buluştuğunu anlamak zorundadır. Geçenlerde bir gazete, “dünyayı tam on üç kez yok edebilecek boyutta bir nükleer silah potansiyelinin bulunduğunu” yazıyordu. Buna tepki göstermeyen bir şiirin gelecek güzel günler, tarihin akışı, gibi şeyleri; ya da tam aksi bir yönde bireyin kurtuluşu, özgürlüğü, vb. sözleri gevelemeye hakkı yoktur. (Bu yazı Ahmet Erhan'ın deneme kitabı Ankara İstanbul Karatreni kitabında, nerede yapıldığı bile olmayan ama bir konuşma metni olduğu anlaşılan "Şiir Üzerine Bir Söyleşi" yazısının "Yağmur Ağıt Yak Ardımdan" bölümünden alınmıştır.) Ahmet Erhan
(Ankara - İstanbul Karatreni, Everest Yayınları, Ağustos 2001. s. 21)
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR