Bu gece saat on birde kalkacak Ulusoy otobüsüyle İzmir, Gümüldür kampına gitmek üzere yola çıkacağız... evet çıkacağız; her gün kazalarda otuz kırk kişinin öldüğü bir dönemde bakalım şans yüzümüze gülüp bizleri sağ-salim  (tek parça halinde) oraya ulaştıracak mı? Ulaştırırsa iyi olur, şimdiye kadarki çalışmalarımın arkasını getirir, hem yakınımdakilere hem de uzaklardaki okurlara yaratıcılığımdan çok şeyler verme çabamı sürdürürüm. Çünkü ben, coşkulu, neşeli, beyni bir saniye bile tutukluk yapmadan çalışan, bu çalışma dakikalarında da en yüce, en özgün düşünceleri üreten, ürettiklerini herkese sunan biriyim. Onlardaki yoksullukları zenginliklere dönüştürürüm hep. Uyarırım, dünyaya, evrene alışılmışın dışındaki açılardan bakmalarını sağlarım. Güldürürüm ilginç esprilerimle. Heyecanlandırırım öfkeli eleştirilerimle. Yürekleri ısıtırım bakışlarımla, davranışlarımla, övgüler toplarım özverilerimle ve daha bir sürü şey. Kurumaması gereken besleyici bir kaynağım. Ama ölüm yapışırsa yakama bir TIR'ın, kara cahil bir kamyoncunun dikkatsizliği ve uykusuzluğuyla işte o zaman insanlar ve insanlık çok şey yitirecek,

 İçimde kıpırdayıp duran bu kaygıyla tıraş makinemi, fırçayı, bir tüp İpana'yı, bir tüp Gibs'i, yedek iki kartuşu... ilaçlardan iki Ventolin'i, iki Serevent’i sardım kalın bir naylona, sonra da T. C. Kültür Bakanlığınca yayımlanan (Dünden Bugüne)yi ve seçtiğim öteki kitaplarımdan birer adedi, yabancı romanlardan (Yukardakiler)i koydum aralarına.

El radyosunu, bir kutu kibriti, tuzu, biberi, iğne ipliği eşim alıyor zaten.

Telefon çaldı. Koştum salona. Üçüncü eşiyle İzmir'e yerleşen öykücü ve televizyoncu Dinçer Sezgin'di. Zilzurna sarhoştu gene... Sanki tellerden akması mümkünmüş gibi içtiği rakının kokusunu hissettim.

"Zurna gibisin...

Ben bir çalgı aleti olmaktan hoşlanıyorum.

İyi de güzel sesler çıkarmıyorsun.

Çıkaramıyorsam bir yerimde bozukluk var, düzeltemiyorum.

Neyse, gövde senin, can senin, dilediğin gibi kullanmakta özgürsün!

Abilerin abisi, nasılsın?

Eh işte, orta şekerli:

Bir hastalığın yok ya...

Var. Kronik Bronşit...

Onu biliyorum, o 'yerleşik yabancı.’

Evet çıkıp gitmeyecek vücudumdan, ölünceye kadar benimle.

Metin Altıok'un 'Yerleşik Yabancı'daki şiirleri çok güzeldir,

Klasikle modern iç içe geçmiştir.

Yobazlar öldürdüler o büyük şairi.

Sadece onu mu?

Pırlanta gibi çocukları da... yobazların görevi ilericileri öldürmektir, yüzlerce yıldan beri her fırsatta ortaya koyuyorlar güçlerini.

Ve cezalandırılıyorlar...

Niye cezalandırılsınlar ki... yönetim onların elinde... kendi adamlarını niye cezalandırsınlar?

Biz hep böyle bir gün gelip bizi öldürsünler diye mi bekleyeceğiz? 0 korkuyla mı yaşayacağız?

Öyle yaşamak istemiyorsan barışçı, insana, insan haklarına saygılı, canına kıymayan, katilliği reddeden bir düşünceyi iktidara getireceksin.

Haklısın abi. Yazı halâ elime geçmedi.

Olamaz. Melisa Gürpınar'ın evinde zarfa koydum, kızı. Gözdem postaya attı,

Gelmedi...

Adres değiştirmedin inşallah!

Hayır, hayır, eski adres.

Kayboldu desem kaybolamaz, benim adresim var üstünde; biraz daha bekle bakalım.

Bir ay oldu abi.

Elimden bir şey gelmez.

Yeniden yazamaz mısın?

Yazamam, çünkü tatile çıkıyorum.

Ne kadar sürecek...

Bir ay.

(Sesindeki sevinç çın çık öttü Dinçer Sezgin’in)  Sen bir tanesin, beni de en iyi sen anlarsın!

Sesine sıkıntı yapıştı Dinçer Sezgin'in. Cumhuriyet kitap ekinin bir sayısını Turhan Günay ona ayıracak, birinci sayfasına renkli bir resmini basacaktı ama bunun gerçekleşmesi için üç dört yazıya gereksinim vardı. Vecihi Timuroğlu, Öner Yağcı ve ben birer yazı yazacaktık; Adana Bürosundaki gazeteci Mustafa bir söyleşi yapacaktı. Yazıyı yazmış ve yollamıştım.) Peki ne olacak şimdi?

Elindekilerle yetineceksin.

Kopyası yok mu sende?

Var ama İstanbul’da.

İstanbul'a gidemezsin değil mi?

Nasıl gideyim Dinçer, yeni geldim daha. Vecihi'yle Öner yazılarını gönderdi mi?

Bir haftaya kadar gönderecekler.

Tamam, onları izle... belki o zamana kadar yazım geçer eline.

Evet...

İşte böyle.

Peki, iyi yolculuklar, iyi tatiller!

Teşekkür ederim.

Dönüşte gene ararım seni.

Şeyyy... Metin Altıok İzmirlidir. Onun akrabaları var, arkadaşları var, onlarla konuşsana... çok önemli bir şey çıkar ortaya.

İyi fikir.

Gezip tozduğu, eğlendiği kafayı çektiği meyhanelere de gir, meyhanecilere, garsonlara sor soruştur, bakalım ne diyecekler Metin Altıok hakkında.

Sağolasın abi uyandırdın beni?

Sen zaten uyanıksın. Uyanık olmayan insan o güzel hikâyeleri yazabilir m?

(Sesindeki sevinç çın çın öttü Dinçer Sezgin'in) Sen bir tanesin, beni de en iyi sen anlarsın...

Konuşma hakkındaki sözlerimi savsaklama!

Be demek savsaklama abi, emrin olur!

O vakit iş başına!

Şimdi gidiyorum.”

Kapattım telefonu, salondaki sessizliğe döndüm ve oradaki 'var'la 'yok'u gördüm. Evet, 'var' hemen 'yok' olabiliyordu. Tıpkı bizler gibi.

Yazının halâ ona ulaşmaması canımı sıktı. Yoksa kimi postacılar bazı mektupları yırtıp çöp kutusuna mı atıyorlardı?

Almanya'ya, oğlum Erdem Buyrukçu'nun yattığı hastaneye telefon ettim. Dün gece tansiyonu aniden yükselince hastaneye götürmüşlerdi. Yirmiydi tansiyon ve doktorları korkutmuştu, nicedir kullandığı tansiyon haplarını yasaklamışlar, kalbinin elektrosunu, ciğerlerinin filmini çektirmişler, kan, idrar tahlili yapmışlar ama olumsuz bir bulguya rastlamamışlardı. Yalnız stresten uzak durması, kendisini sıkıştıran sorunları önemsememesi gerekiyordu. (Doktorlar bilmiyorlardı) ama bu olanaksızdı, çünkü o adi, o tutarsız, günahım kadar sevmediğim karısının çenesi akşama kadar işliyor, dırdırları oğlumun canına okuyordu. Ayrıca annesinin yağdırdığı beddualar, suçlamalar, tehditler, çalıştığı Sabah gazetesi ve ATV adına sık sık Bonn'dan yüzlerce kilometre ötedeki Frankfurt'a son hızla sürdüğü otomobiliyle gidip gelmeler, her an tekrarlanıyordu, bu da stresten hiç kurtulamayacağını gösteriyordu.

Ayrıca sigarayı bırakacak, kilo verecekti.

Bir hemşire çıktı karşıma. "Erdem Buyrukçu'yu rica ediyorum.

(Erdem'in tok sesi) Efendim!

Benim oğlum, nasılsın?

Düne göre daha iyiyim, sol kolumda bir ağırlık vardı, o yok oldu.

Sevindim tansiyonun kaç?

Küçüğü sekiz büyüğü on bir.

Normal.

Doktorlar da öyle diyor.

Başka ne diyorlar?

Kendine iyi bakacaksın, üzmeyeceksin, yormayacaksın, sinirlenmeyeceksin. Bütün doktorların dedikleri.

'Buradan çıktıktan sonra gene beni buraya getiren ortama, koşullara döneceğim' deseydin.

O koşullar değişmedikçe benim tansiyonum hep yükselecek baba.

Değiştirebileceklerini deşiştir. O kadından kurtul bir kere.

Kurtulacağım da çocuklar ne olacak?

Büyüdü onlar... en küçüğü on altı yaşında, anlayışla karşılasınlar.

Karşılıyorlar, hatta savunuyorlar. 'Sen melek gibi bir insansın, bu kadınla beş dakika bile yaşanmaz' diyorlar.

Bu senin lehinde bir durum.

Lehimde ama bazı engeller var baba. Boşanınca evden ayrılmam lazım. Ev bulunmuyor... var tabii, var da kiraları çok.

Ne kadar?

En ucuzu bin Mark.

Dört bin Mark alıyorsun, pekâlâ verebilirsin.

Kağıt üzerinde dört bin Mark, esas aylığım iki bin Mark. Kadrolu değilim, kadrolu olsam...

Kadroya almadılar mı? Ben aldılar sanıyordum.

Almadılar... Ne zaman alacakları da belli değil.

Kim bu işi çözümler?

Okay Gönensin, Zafer Mutlu'ya ‘Erdem’i kadroya alın' dedi mi bu iş biter. Okay Gönensin arkadaşın değil mi?

Hayır. Cumhuriyet'ten tanışıyoruz ama içtenlikli bir yakınlığımız yok ama gene de durumunu anlatan ayrıntılı bir mektup yazayım, belki bir sonuç alırız. Peki, başka bir gazeteye geçemez misin?

Hürriyet'e Milliyet'e geçebilirim. Hürriyet'in Bonn muhabiri Ekim'de ayrılıyor.

Doğan Hızlan'a rica ederim ama iş yapmaz ki o, 'olur Muzaffercim, yaparız' der, sallar. Biliyorsun daha önce de kaç kere kapısını çalmıştım. Allah kahretsin, şöyle, sözünün eri, 'hay hay, sen o işi olmuş bil' diyecek bir arkadaşlığım yok ki... Sabah'ta çalışmaya başlayalı ne kadar oldu?

On ay baba. Memnunlar benden, beni seviyorlar.

Okay Gönensin'e yazacağım mektupta bunları da belirteceğim. Kendine iyi bak!

'Doktorlar, iyileştin, gidebilirsin' demeden taburcu olma. Kimseyi de düşünme. Değmez. Çünkü onların çıkarı için yırtındığın kişiler, zamanı geldiğinde 'Benim için ne yaptın sen?' diyecek kadar anlayışsız ve bencildir ve de kördür.

Doğru baba. Anneme telefon ettin mi? Hastaymış.

Hasta olamadığı gün yok ki...

Acıyorum baba, beni azarlıyor ama acıyorum. Çok yalnız.

İkimiz de bıraktık onu. Ben Almanya'ya yerleştim, sen Ankara'ya gittin. Neyse, bu konuyu açmayalım şimdi, sonra konuşuruz.

Geçmiş olsun. Yanaklarından öperim.

Ben de ellerinden öperim baba, kendine iyi bak! Olur. Sen, 'evden uzaklaşma' konusunu düşün. Düşünsem de bir şey yapamam. Yeni bir ev açacak param yok.

Bekâr bir arkadaşında kalamaz mısın kesene elverişli bir ev buluncaya kadar.

Bulurum, var öyle bir arkadaş.

Konuş bakalım ne olacak... Gerekirse sana yardım ederim.

Sağol baba, sağol ama on bin Mark'ı nerden alacaksın?

On bin değil ama beş bin yollayabilirim.

Peki baba, hastaneden çıktıktan sonra bu ev sorunuyla ilgileneceğim ve durumu sana bildireceğim.

Bekliyeceğim.”

Kapattım telefonu. Kuruyan ağzımı üç yudum suyla ıslattım. Televizyonun sesini yükselttim ve (Sevmek Korkusu) filmindeki genç, yakışıklı Henry Fonda'yı seyre başladım.

"Kiminle konuştun hayatım?

Erdem'le.

Nasılmış?

İyiymiş.

Aman aman bir şey olmasın da...

Sen ne yapıyorsun orda?

Yanımıza alacağımız çamaşırları ütülüyorum. Karnın acıkınca söyle.

Söylerim...”

Film güzeldi ve izlerken uyku bastırdı, uzandım çekyata, dalmışım. Bir telefon... fırladım hemen.

“Buyrun!

Muzaffer Bey mi?

Evet efendim. (yumuşak, çekingen, saygılı bir erkek sesi) Sizi rahatsız ediyorum. Ben Daver Darende.

Hoş geldiniz!

Geldim ve yarın da gidiyorum.

Bu ne acele böyle Daver Bey?

Acele değil efendim, on beş gün oldu geleli ama işlerim öyle yoğundu ki sizi arayamadım, özür dilerim!

Rice ederim.

Sesinizi duydum, çok sevindim. Yüzünüzü de görebilir miyim?

Elbette, tabii... Beş dakikalığına kapıdan bir uğrarım, size küçük bir armağanım var.   

Niye zahmet ettiniz Dever Bey? Size bir şeyler sunmak benim için onurların en büyüğü.

Teşekkür ederim! Gelebilirim değil mi? Ben şu anda Maltepe'deyim, çok yakınınızdayım.

Hemen gelin öyleyse." dedim, kapattım telefonu.

“Şu işe bak sen, Daver Darende gelmiş Parıs'ten, benimle görüşmek istiyor.”

"Yola çıkacağımızı söyleseydin." dedi eşim.

"Söyleyemezdim, çünkü yarın dönrüyormuş." dedım. "On dakika sonra buradadır. Ben giyiniyorum, sen de giyin."

Melisa Gürpınar'ın armağan ettiği kısa kollu, beyaz çizgili, kırmızı gömleği geçirdim sırtıma, pantolonumu giydim, saçlarımı taradım, masanın başına iliştim. Daver Darende Paris'e elçi olarak atanmadan önce Körfez lokantasının bahçesinde bir iki kadeh bir şey içmiştik. Bana Paris'ten kart postallar, mektuplar yollamış ama hazırladığım kitapları yayınevlerine vermek için bir süre İstanbul'da kalmam gerektiğinden yanıtlayamamıştım. Utanıyordum ve bana ters gelen bu davranış yüzünden kendimi suçluyor, eleştiriyordum ve Daver Darende hep aklımdaydı. Şimdi beni tedirgin eden bu durumu anlamadığımdan ötürü telâşlı ve heyecanlıydım. Valizlerin bazılarını kapının yanına getirmiştik, tekrar odalara götürdüm, 'yolculuk belgeleri'ni kaldırdım ortadan.

"Ne ikram edeceğiz? Evde de bir şey yok." dedi eşim.

"Pişirdiğin kekten koy bir tabağa." dedim.

"Hay sen çok yaşa!" dedi eşim. "Bir de limonata yaparım."

“Sorun halledilmiştir." dedim. Geziye çıkacağımız için buz dolabında ne varsa hepsini temizlemiştik, bazılarından çokça yemiştik.

Zil çaldı.

Sokak kapısının butonuna bastım. Açıldı. Daver Darende, 'delikanlı sıçrayışlarıyla' atlıyordu basamaklardan ve bir dakika dolmadan eşikte belirdi. Uzun boyu sanki daha bir uzamış, ince bedeni sanki daha bir incelmişti. Teni iyice esmerleşmişti kumsallarda güneşlenenler gibi. Kucaklaştık özlemle. "Hoş geldiniz."

"Bu benim en mutlu günlerimden biridir." dedi Daver Darende coşkulu bir sesle.

"Benim de..." dedim.

“Sizi öyle çok seviyorum ki Paris'teyken her an andım, bir araya geldiğimiz arkadaşlarla konuştum." dedi Daver Darende. Gözlerinin içi ışıl ışıldı.

"Kimlerle görüşüyorsunuz?" dedim.

"Utku Varlık'la, Nedim Gürsel'le, Güzin Dino'yla." dedi Daver Darende. "Utku Varlık sizi çok seviyor.”

“Eksik olmasın! Ben de onu severim. En çok beğendiğim Türk ressamlarından biridir." dedim. "Benim edebiyatta yaptığımı O resimde yapıyor. Sanat anlayışımızda, sanatı yorumlayışımızda benzerlikler var. Utku'nun Paris'teki durumu nasıl?"

"Geniş bir çevresi var. Sevilen, aranan bir ressamdır." dedi Daver Darende. Yüzüme baktı yüzümde gördüklerini ezberlercesine, belleğini sayısız fotoğrafla donatmak ve anımsadığında kendisini sevindirecek bir yığın malzemeyle karşılaşmak istercesine. İçtenlikli bir patlama döküldü ağzından. "Bugün benin için tarihi bir gündür, unutulmayacak bir gündür!"

"Benim için de öyle!" dedim.

Bir poşetten bir şişe oniki yıllık Ballantines vıskisi çıkardı, uzattı, "Size lâyık değil ama lütfen kabul buyurun!" dedi Daver Darende sıcak bir sesle.

Aldım tombul şişeyi. "Teşekkür ederim!”

"Afiyet olsun! Sizinle Körfez'de geçirdiğimiz o gün ve yarım kalan içki içişimiz hep aklımda. Bir sıkıntım vardı." dedi Daver Darende karşısındakini bilmeden incitenlerin özür yüklü sesiyle.

"Evet ama bir yere yetişmek zorundaydınız." dedim.

"Ne kadar bağışlayıcı, ne kadar hoş görülüsünüz." dedi Daver Darende. "Sizi öyle özledim ki... siz benim hocamsınız."

"Estağfrullah! Ne yaptım ki..." dedim.

"Çok şey! (İstanbul Üzerine Çeşitlemeler) kitabım hakkında yazdığınız yazı beni hem duygulandırdı hem de yol gösterici oldu." dedi Daver Darende.

"O güzel kitap için herkes benim gibi yazardı." dedim.

“Sanmıyorum beyefendi. Çünkü siz İstanbullusunuz, İstanbul üzerine yazılanları İstanbullu olmayanlar kolay kolay değerlendiremez, hele sizin değerlendirdiğiniz gibi değerlendiremez." dedi Daver Darende,

"İstanbul'u bir ressam ve bir yazar gözüyle anlatıyorsunuz. Zaman zaman altlarını çizdiğim satırları okuyorum." dedim. "Bir dakika!" Kitaplığımdan (İstanbul Üzerine Çeşitlemeler)i aldım, getirdim, sayfalarını karıştırdım." Ay ışığında Bebek koyuna dökülen sandalları...” 

Boynuma sarıldı Daver Darende. “Beni öyle sevindirdiniz ki ne diyeceğimi bilemiyorum."

Güldüm. "Teşekkür edin, yeter!" Ve ekledim. ”0 sevincin kaynağı sizin gözlerinizde...” "Mutluluğumun doruklarındayım.” dedi Daver Darende.

Ben böyle abartılı bir övgüye alışık olmadığım için bocaladım biraz. "Nedim Gürsel neler yapıyor?”

"Çok çalışıyor. Konferanslar veriyor, televizyonlarda konuşuyor, Avrupa'yı karış karış dolaşıyor... İyi arkadaşız. Birkaç kez evlerine çağırdı ama gidemedim henüz, dönüşte gideceğim." dedi Daver Darende.

“Beğendiğim bir öykücüdür." dedim.

"O da sizi beğeniyor." dedi Daver Darende,

Arkadaki masadan üç tane (Dünden Bugüne) aldım. Daver Darende kitapları görünce uçtu sevinçten. "Aman üstadım son yapıtınız mı bu?"

“Evet." dedim. "Bir kitap daha yayımlanacak."

“Ne güzel, ne güzel! Sizin yaratıcılığınızla övünüyoruz." Dedi Daver Darende.

Birisine, (Değerli insan, değerli diplomat değerli ressam ve yazar dostum Daver Darende'ye sevgilerimle) diye yazdım, yan tarafa da şu sözleri sıraladım. (Resimlerinizdeki renk cümbüşü, yaşamın içindeki coşkuyu yansıtıyor) İmzaladım.

Tarih attım. Verdim. Elimi sıktı. "Ben bu kitabı hep böyle tutacağım- göğsüne bastırdı- hatta izin verirseniz çerçeveletip bir tablo gibi asacağım." dedi Daver Darende. ve (Dünden Bugüne)yi -o sanki bir mücevhermiş gibi- inceledi. bu ilgi gönendirdi beni. "Kitap sizindir. Ne isterseniz yaparsınız. Acaba Nedim Gürsel'le Utku Varlık'a da imzalarsam götürür müsünüz?" dedim.

Başını salladı Daver Darende."Götürürüm götürürüm. Utku Varlık çok duygulanacak."”

Utku Varlık'a şöyle bir şey yazdım. (Sanat yaşamına attığı ilk adımını bildiğim eski arkadaşım büyük ressama sevgilerimle. )Tarih attım, imzaladım. Oradan Nedim Gürsel'e imzalayacağıma geçtim. (Beğendiğim yazara sevgilerim ve mutluluk dileklerimle.) İmzaladım, tarih attım. Daver Darende kitapları alırken kişiliğinin bir uzantısı olan içtenliğini sergiledi tek tek sözcüklerle.

"Bu kitaplar Paris'te şenlik yaratacak. "Ve bana, kapağında bir tablosunun resmi bulunan (Daver Darende 85) kitapçığını verdi. Varşova Büyükelçiliğinde Müsteşarken açtığı sergiyle ilgili yazılar yer alıyordu. Fransızca, İngilizce, Lehçe'ydi bütun metinler. Bir de davetiye uzattı. "l1 Ekimde yeni bir sergim var, bekliyorum.”

"Çok isterdim ama gelemeyiz." dedim.

"Ataol Behramoğlu, Nedim Gürsel, Zeynep Oral birer konuşma yapacaklar açılışta. Ayrıca Cumhuriyet'in kuruluşunun 75.nci yılı münasebetiyle Anadolu kültürü üzerine seminerler düzenlendi. Siz de orda olursanız çok iyi olacak." dedi Daver Darende.

"Evet ama çalışman gerekiyor." dedim.

"Ekimden sonra gelin üstadım, bir hafta on gün bizde kaırsınız, konuk ederiz sizi." dedi Daver Darende.

”Teşekkür ederim." dedim.

Eşim, birer bardak limonatayla birer tabak üzümlü kek getirdi. "Sizi Paris'e bekliyoruz hanımefendi." dedi Daver Darende.

"Ben Buyrukçu'ya bağlıyım, o ne derse o olur.” dedi eşim.

"Muzaffer beyle yaşamak sizce nedir?" dedi Daver Darende.

Eşim biraz düşündü, gözlerini tavanda dolaştırdı, "Hayatın her saniyesiyle ilişki kurmak, sürekli bir biçimde alışverişte olmak demektir." dedi

"Gerçekten de öyle, yaşam Muzaffer Beyle yeniden var oluyor. Siz çok talihlisiniz efendim." dedi Daver Darende.

"Öyleyim." dedi eşim. "Kekinizi yemiyorsunuz, çok tazedir, kendi ellerimle yaptım.”

"Sağ olun, çok teşekkür ederim, yerim, yalnız yemek benim için önemli değildir de sizinle aynı havayı koklamak önemlidir." dedi Daver Darende

Limonatadan içtim, kekten ısırdım. “Enfes eline sağlık." Gene ısırdım. "Yerseniz kazanırsınız."

"Mutlaka öyledir... ben sizi tanıdığımdan beri kazanıyorum. Yalnız bir 'şeker' sorunum var." dedi Daver Darende.

“Canım şu kadarcık kek bir şey yapmaz." dedi eşim.

"Peki hanımefendicim, hatırınız için." dedi Daver Darende, limonatayı içti ama kekten incecik bir dilim yedi. "Paris'e gelirseniz yaşamımız değişecek.”

“Ancak kış başlangıcında gelebiliriz." dedim.

“Gelin de ne zaman gelirseniz gelin. Kapımızdan girdiğinizde Paris bir kere daha aydınlanacak." dedi Daver Darende.

“İltifatınıza çok teşekkür ederiz." dedi eşim.

“İzninizle kalkayım, ayrıca işinizi aksattığım için özür dilerim." dedi Daver Darende.

Kucaklaştık. Eşimle el sıkıştı Daver Darende. “Beni çok sevindirdiniz."

“Biz de sevindik." dedim.

“Hoşça kalın!" dedi Daver Darende.

"Güle güle, yolunuz açık olsun!" dedim. "Gider girmez telefon edin bize!"

"Edeceğim, mektup da yazacağım." dedi Daver Darende heyecanla. Kapı önünde tekrar kucaklaştık.

"Sizinle konuştuğum için öyle şanslıyım ki." dedi Daver Darende,

"Biz de..." dedi eşim.

Geldiği gibi hızla indi merdivenden Daver Darende. Salona döndüm, pencereden başımı uzattım, arkasından baktım: Koltuğunun altına kıstırdığı ve göğsüne bastırdığı kitaplarla eski postaneye doğru yürüyordu. Seslendim. ”Hava güzel değil mi?" Sesimi duydu ama ene dediğimi anlamamış olacak ki başını çevirdi, el salladı gülerek ve ben de el salladım, içeriye girdim. "Bu da bitti.”

"Seni çok seviyor.“ dedi eşim.

"Evet." dedim. "Seni herkes seviyor. şeytan tüyü mü var sende nedir." dedi eşim.

"Seni de seviyorlar." dedim. "Ama seni sevdikleri gibi değil." dedi eşim.

"Bizim konumlarımız başka. Ben yazarım, sen de yazarın karısısın." dedim.

“Şaka şaka." dedi eşim. "Seni seven ne kadar çoğalırsa ben o kadar mutlu olurum.”

"Biliyorum." dedim. "Ütü işi tamam mı?"

“Tamam. Şimdi onları valize koyacağım.”

Başka? Bir geyler unutmayalım.

Giyeceklerin hepsini aldım.

Ya yiyecekler?

Akşama doğru yumurtayla patates haşlayacağım.

Peynir de koy torbaya!

Beyaz yok. Şu Karperlerden alacağım, zeytin de alacağım.

Hıyar, domates...

Alayım da hepsini tüketemeyiz hayatım, yarın sabah saat onda kamptayız, öğle yemeği yiyeceğiz.

Kahvaltıyı otobüste yaparız, tuzluğu unutma!

Unutmadım, ayrıca bardak, çatal, bıçak, tabak aldım.

Ekmek?

Aldım.

Su?

Otobüste var.

Olsun, biz gene de iki buçuk litrelik bir şişeyi koyalım yanımıza...

Koymak bir şey değil de nasıl taşıyacağız?

Biz taşımayacağız ki otobüs taşıyacak, şimdi ne yapıyoruz?

Ben ablamlara telefon edeceğim.

Ben de arkadaşlara gideceğimi söyleyeyim.

Eşim Servet ablasıyla konuştu, kampa gideceğimizden söz etti. Kalp hastalığıyla ilgili sorular sordu. İyi miydi? Doktorun dediklerini yerine getiriyor muydu, yoksa kendi bildiği gibi mi davranıyordu? Ablasından doktoruyla sürekli bir ilişki içinde bulunduğu yanıtını aldı. Sevindi." Aman ablacım, kendine iyi bak, kendinden başka hiçbir şeyi düşünme, önemseme.

Konuşmayı olduğu gibi dışarıya aktaran düğmeye bastım dinlemek için.

"Düşünmeme izin veriyorlar mı?

Ne yapıyorlar abla?

Bir kere kız her ân canıma okuyor, elimde avucumda bulunan üç beş kuruşu kapıyor.

Vay saygısız!

'Sana paranın ne gereği var, yaşadığın kadar yaşadın.' diyor.

Tövbe tövbe! O geberse olmaz amı?

Yüzüme karşı 'sen bir ölü adayısın' diyor.

Kendisi ölmeyecek mi mikrop!

Anasına babasına da kan kusturuyor. Her gün okula taksiyle gidiyor, taksiyle geliyor zengin çocukları gibi. Suç annesiyle babasının. Şımarttılar.

Derslerle ilgilenmiyor. Nerde ne eğlence var, nerde ne yenilip içiliyor, bu yıl en moda hangi markadır...onların peşinde, İyi ki benim çocuğum yok. Yat kalk Allaha şükret! Şimdi de 'bana otomobil alacaksınız' diye tutturdu. Arkadaşlarının hepsinin otomobilleri varmış aa onun niye yokmuş? O ondan aşağı mıymış?  

'Akılsız' deseydin, 'onlar trilyoner, senin annen baban ise müdür de olsalar alt tarafı birer memur... memurun eline ne geçiyor ki otomobil alsın.'

O öyle düşünmüyor. 'Sizde para var. Ya alırsınız ya da Üniversiteye gitmem.' diyor, tehdit ediyor.

Terbiyesiz abla sen orda rahat değilsin, niye evine gidip oturmuyorsun? Niye onların ağız kokularını çekiyorsun?

Tek başıma oturamam ben evde, korkudan ölürüm.

Bize gel!

Ama siz denize gidiyorsunuz.

Dönüşte gelsin, başımızın üstünde yeri var.

Abla, işitiyor musun Buyrukçu ne diyor?

İşitiyorum. Teşekkür ederim ama ben kimseyi rahatsız etmek istemiyorum.

Rahatsız etmeyecek ki, onur verecek bize. Ayrıca o bize değil, biz ona hizmet edeceğiz.

Duyuyorsun değil mi?

Allah razı olsun, çok duygulandım ama Güneş bırakmaz ki...

Doğru. İki gün bizde kalmıştın da hem kendisi işten çıkar çıkmaz geldi, hem de telefonlar yağdırarak rahatsız etti.

Güneş öyledir, kız böyledir... onlarla olmaktan sıkıldım biraz da Şafak'lara gitmek istiyorum ama bırakmıyor... ah, ah, ah! Abdülkadir ölmeseydi ben kendi evimde oturacak, onun bunun yanında sürünmeyecektim. Kıymetini şimdi anladım ama kaç para... Kusura bakma abla ama adamcağız sağken boyuna ibikliyordun, boyuna hakaret ediyordun...

Ben mi?

Hayır, ben! Kendi kulaklarımla işittim. Adama demediğini bırakmıyordun.

Hani ne derler, 'kör öldü badem gözlü oldu', o hesap... Evet arada sırada yüksek sesle, kavga edercesine tartışsak da birbirimizin dilinden anlıyor, bir süre sonra barışıyorduk.

Peki biz gidiyoruz. Hakkını helâl et gidip de gelmemek, gelip de görmemek var.

Allah korusun, o nasıl söz öyle?

Gerçek... olan, olabilen şeyler abla, sen onlara yumuşak davrandığın için eziyorlar...

Eziyorlar, kullanıyorlar. Zaten onların hayatları önemli, benim hayatım önemsiz.

Haltetmişler!

İnsan yerine koymuyorlar beni. Çok değerli bir şey söylesem de dinlemiyorlar, saygı göstermiyorlar… Kocamın evinde sultan olan ben bunların yanında köle oldum. Çok ağırıma gidiyor... ne tuhaf değil mi, hem küçümsüyorlar hem de benden birinci sınıf iş istiyorlar.

Yapma sende...

Bu sefir birbirine giriyorlar, kıyameti koparıyorlar. Kavgasız yaşayamaz onlar!"

Daha bir sürü şeyi kurcaladılar, dökup saçtılar. Ben de Mustafa Gündeşlioğlu’na telefon ettim.

Nasılsın?

İyiyim hocam, siz nasılsınız?

Fena değil... Ankara vilâyetinden biraz uzaklaşalım dedik. İyi demişsiniz. Bodrum'un tam zamanı.

Bodrum'a gitmiyoruz, İzmir'in Gümüldür'ünde Merkez Bankasının güzel bir kampı var.

Sizin yapınız kampta yaşamaya elverişli değil hocam. Doğru. Her şey saate bağlı ve sıkı bir disiplin uygulanıyor ama lojmanları, yemekleri iyi, kampın görünümü bir harika, hele gazino bölümü süper lüks. Oraya yemek ve rakı içmek için gidiyorum.

Bak bu güzel hocan.

Siz de gelsenize.

Özlemin sınavları var, oysa çok iyi olurdu.

İşte böyle. Bu akşam saat 11 de otobüsle yola çıkıyoruz.

Güle güle gidin güle güle gelin!

Sağ olasın, siz de kendinize iyi bakın. Özlem Hanıma selamlar. Başüstüne hocam.

İzmir'den bir şey istiyor musunuz?

Kuru üzümle incir.

Tamam.

Sizi o saatte evden alıp terminale götürebilirim.

Teşekkür ederim ilgine ama Eryaman'dan geleceksiniz, sonra döneceksin...bir taksi çağırırım, bitiririm işi.

Peki hocam..."

Vecihi Timuroğlu evde yoktu. Remzi İnanç bir yere gitmişti. Saat sekizde yemeğimizi yedik.

On otuzda yolculuğa hazırdık.

"Televizyon kapalı...

Fişini çekiyorum.

Çek... birşey olur da

Buzdolabının da fişini çekiyorum.

Çek. Doğalgazı, suyu vanadan kapat!

Kapıları, pencereleri kontrol et!

Hepsi kapalı.

Bu çiçek milleti ne olacak?

Suladım. Biz gelene kadar dayanan dayanır, dayanmayana Allah rahmet eylesin!

Fırın?

Çalışmıyor.

Banyo?

Musluklar damlamıyor.

Birşey unutmadık ya...

Unutmadık. Öyleyse taksiyi çağırıyorum.

Çağır..."

Deneylerden yararlanmasını bilen usta bir sürücünün kullandığı Ulusoy otobüsüyle Ankara'dan ayrıldık. Karanlıktı ve karanlığın zırhını delip geçiyorduk ışıklı ve iri bir mermiye benzeyen otobüsümüzle. Yanımızdan akıp giden, sollayan otobüslerdeki yolcuları görebiliyorduk. Çoğunun yüzleri durgundu ve hiçbirinin sevinci, neşesi yoktu. Kaygılıydılar. Belki de hedeflerine varamayacaklarını düşünüyorlardı. Haklıydılar. Ama ben, bizim sürücüyü ilk kez gördüğüm halde güveniyordum ona salim götürecekti kampa.

Bir iki çarpışma tehlikesi atlattık. Bir kaç kez karşıdan gelen otobüslerin bıraktıkları 'hız' sesini işittik ve dokuz buçuk saat sonra kampın kapısından girdik. Bagajdaki valizlerimizi indirdi sürücünün yardımcısı, iki yanı da zakkumlarla, çiçeklerle bezeli asfaltın kıyısına dizdi. Sağımızda, ağaçları yaşlanmaya başlamış bir çam ormanının yamacındaydı (N)bloku ve beton kaplı bir patikayı tırmanmamız gerekiyordu.

Eşim, tahsis belgesini yönetime teslim etmeye, iki hafta yatıp kalkacağımız odanın anahtarını almaya gitti. Ben altı parça eşyanın başında durdum, eşimi beklemeye başladım. Bize yakın bloklara gidecek olanların bazıları, toprağa basar basmaz yaktılar sigaraları. Otobüste sigara içmek yasaktı ve içemediler. Dumanları iştahla işlerine çekiyor, büyük bir zafer kazanmış gibi şişiniyorlardı birbirine bakarken. Tiplerinden hoşlanmadığım kırk yaşlarında iki kadın, üç metre ötedeki banka oturur oturmaz dudaklarının arasına kıstırdıkları sigaraları çakmakla yaktılar... O kokulu dumanlar rüzgarın itmesiyle boşlukta zikzaklar çizdi, burnuma çarptı, Ciğerlerime aktı, öksürttü. İçimden sövdüm... bir yandan da onların sigara içmelerinden rahatsız olduğumu belirtircesine elimi kolumu salladım...bu tepkimi gördükleri halde kıllarını kıpırdatmadılar.

Onbeş dakika sonra eşim biri köse, biri bıyıklı iki gençle geldi, bıyıklının elinde battaniyeler, çarşaflar, yastıklar vardı. Köse'ye "Şu valizleri taşıyacaksınız yukarıya, üç numaraya." dedi. O dört valizi aldı,b en iki valizi yüklendim.

Lojmanımız ikişer yataklı iki odadan ibaretti ama çamlığa bakan, denizi gören balkonlu oda salon büyüklüğündeydi. Yuvarlak beyaz bir masa, dört beyaz iskemle vardı. Valizleri, küçük odadaki yatakların üzerine koyduk.

 

Eşim valizlerin kilitlerini açtı, çıkardığı giysileri askılara taktı, dolaba astı. Döşeme kapılar, mobilya değişmişti, beyaz bir mermerin üstüne küçük bir buzdolabı oturtmuşlardı. Buna sevindim. Çünkü sonra yiyeceğimiz ya da köylülerden satın alacağımız üzüm, incir, kavun, domates, biber gibi yiyecekleri gözlerinde saklayabilirdik. Eve girerken solda, küçük odanın önündeki banyo, tuvalet, duş, pırıl pırıldı ama bizden önceki tatilciler lavaboyu tıkamışlardı. Şu birikiyor, akıyordu.

“Pisler. Hiç insan böyle bırakır mı lavaboyu?”

Öfkeyle dilim sövgüler üretmeye başlayınca sesimi yükselttim. "Birisine söyleyelim de şuna bir baksınlar!"

"Ne oldu?" dedi eşim.

"Lavabodaki su!" dedim.

"Saçlarını taramışlardır, o saçlar da... düşüncesizler.” dedi eşim.

"Saygısızlar!" dedim. "Şuraya sabun, tuvalet kâğıdı koyar mısın?"

"Elbet, şu işi bitireyim de... ama aceleyse." dedi eşim.

"Hayır, hayır... hem bu banyo temizlenmedikçe ben elimi yüzümü yıkamam burda." dedim.

Yatakları bölüştük. Balkona bakan yatağa ben, duvar dibindeki korunaklı, tehlikelere kapalı yatağa eşim yatacaktı. Aynalı yazı masası küçüktü ama benim gereksinimimi karşılardı. İlaçlarımı, müsveddelik kâğıtları, tükenmez kalemleri yerleştirdim çekmecesine. Canım çekti ama 'belki bayattır, kalınlaşmıştır' kaygısıyla yarısına kadar dolu sürahiden bir damla bile su içmedim. Bakışlarımla taradım odanın her yanını ve gördüm. Öldürülen sivrisineklerin emdikleri kan 1ekelerini. Canım sikıldı.

"Burda sivrisinek var arkadaş!"

“Deme." dedi eşim eşyalarla uğraşırken.

"Dedim bile. Gel de bak!" dedim.

Geldi, gördü ve şaşırdı." Allah kahretsin, aldattılar beni! Sorduğum halde 'yok' dediler.' Bir taneyle bile karşılaşmadık.' Doğruyu söyleselerdi başka yere giderdik." "

Gene bir kazık yedik." dedim. "Birileri bizi mutlaka tuzağa düşürüyor. Artık işin yoksa geceleri sabahlara kadar, sivrisinek avla."

"Dur. Kızma hemen. Bir çaresi vardır elbet." dedi eşim leylâk rengindeki bluzunu asarken.

"Çare bulsalar bizden öncekiler bulurlardı." dedim. Balkona çıktım. Kırk elli yıllık çamlardan uzanan iki dal, demir korkuluklara değiyordu. Kimi kozalaklar yemyeşil ve sımsıkıydı, kahverengileşen ve kurumaya yüz tutan kimi kozalak ar ise açılmıştı. Yangınlarda bu kozalaklar bomba gibi patlar, ateşi kilometrelerce ötelere taşırdı... Güllelerle dövülen kalelerin resimleri uçuştu gözlerimin önünden. Yıkılan duvarlar, saldırırlarken oklarla öldürülen askerler yere düşüyordu ve gövdelerinden akan kanları topraklar emiyordu. 'Kanlı Topraklar' Orhan Kemal'in öyle bir romanı vardı. Orhan Kemal öleli yirmi sekiz yıl olmuştu. Zaman ne çabuk geçmişti. Oysa ona ilişkin anılarım taptazeydi, hiç yaşlanmamışlardı da bazı ayrıntılarını yitirmişlerdi. Konuşmalarımız, Cağaloğlu'ndaki yürüyüşlerimiz capcanlıydı. 'Erken öldün Raşit!'  Tuhaflaştım, içim doldu ama hemen kovdum görüntüleri. Komşularımız iki orta yaşlı, bir genç, biri yetmişlik bir kadındı. Ankara'da otobüse binerken selam vermişti genci. Şaşırmıştım, herhalde birisine benzetmişti ama bu selam ve benim yanılmam tanışmamızı sağlamıştı. Öteki komşularımız -seslerinden anladığıma göre-bir karı kocaydı.

Çamlı havayı çektim ciğerlerime. Ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar ve uzaklarda mavi, dümdüz, üstünde at koşturacağınız bir su kitlesi... bağrışmalar geldi kulaklarıma. Bizimle gelen yolcuların seslerini andırıyordu... demek soyunur soyunmaz denize koşmuşlardı. 'Aferin! Bir saniye bile yitirmek istemiyorlar.' Döndüm. Uzandım yatağa. Turşu gibiydim. Bütün gece gözümü kırpmamıştım. Uyumayan sadece bendim otobüste. Horultular, gevşeyen vücutların salgıladığı bağırsak kokuları yol boyunca hiç eksilmemiş, ortalığı asker koğuşlarına döndürmüştü. Benim uyarmanla dört beş kez havalandırmıştı sürücü otobüsü.

Eşim erkondeyşini çalıştırdı. Odaya hemen serin bir hava doldu. "Gidelim mi hayatım?”

"Ben yatsam olmaz mı?" dedim.

"Olmaz hayatım. Önce bir görünelim yöneticilere, işlemleri yaptıralım, sonra istersen gelir, bütün gün uyuruz." dedi eşim, anahtarı bana verdi. Dışarıya çıktık ve lojmanları birbirine bağlayan beton yolda yürümeye başladık. Sağda, yönetimin en üst katında olanlara ayrılan ve gittikçe güzelleşen lojmanları... Aralardan görülen çiçekli asfalt... çamlar, söğütler, iğdeler, okaliptüsler, mandalinalar, armutlar, zeytinler, kaktüsler, çiçekleri sabunluymuş gibi kaygan olan yaseminler... Attığım her adımda uykum dağılıyor, iki yıldır görmediğim bu bitki örtüsüne duyduğum özlemin tadını çıkarmaya çalışıyordum. Ruhum, benliğim genişliyor, yaşama sevincinin bütün hücrelerimi ele geçirdiğini hissediyordum. Başka bir mekanda, başka bir konumda, başka bir ortamdaydım. Heyecanlandığımı belli etmiyordum ama onun etkisi altında deviniyor, onun etkisi altında soluk alıyordum. Sonunda lojmanlar bitti ve gazino göründü. Duvarlarını sarmaşıklar kaplamıştı. Tepedeydi ve dört beş basamak çıkıldıktan sonra giriliyordu içine. Girdik. Yönetim odasına yöneldik. İki haftalık yatak, günde üç öğün yemek tutarı olan -kişi başına l4 milyondan- 28 milyonu yatırdık.

Doktor odasındaki muayene saatlerini, öğle ve akşam yemeklerini öğrendik. Öğle yemeğinde

Çiftlik köfte,

nohutlu, tereyağlı pirinç pilâvı, yoğurt, akşam yemeğinde,

kuzu kızartma,

zeytinyağlı biber dolması,

kavun

vardı.

Beş milyonluk çay, kahve, içki, öteberi fişi aldık.

İstediğim temiz iki bardağı ve içine su doldurduğum temiz bir sürahiyi eşime uzatım, (meyhane bölümüne) yürüdüm. Pek çok içki sıralanmıştı raflarda, Bir biranın, bir duble rakının ve bir şişe rakının fiyatlarını öğrendim.

Sürahiyle bardakları eve bırakır bırakmaz ayrıldık, geriye döndük. Gazinonun oturtulduğu kayanın altındaki doğal bahçenin incecik yolundan aşağıya, deniz kıyısına indiler. Birden gördüm onları. Yaşlı, saçları dönülmüş hastalıklı kişilerdi, etleri çekilmiş, kaburgaları, kamburları ortaya çıkmıştı; kollarının bacaklarının kemikleri, damarları göze çarpacak bir belirginlikteydi. Davranışları, yürüyüşleri yavaşlamıştı; yüzleri çizgi çizgiydi, avurtları çökmüştü, elmacık kemikleri çıkıktı. Düşünceli kaygılı ve ölüm soluyorlardı. Kadınlar şişmandı ve etleri sarkmıştı. Eşime göstermedim bu tabloyu, iğrenirdi çünkü. Çay ocağının önündeki sıraya oturttum, iki çay aldım. Eşimin sevdiği gibi demliydi ama benim için ağırdı, üç şeker attığım halde acıydı, üzerine kaynar su koydurdum koyuluğu açılsın, acılığı azalsın diye. Çayları bitirince kalktılar, iskeleye yöneldik, sonuna kadar gittik.

Muzaffer Buyrukçu
Gercektedebiyat.com

 

 

 

 


ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)