Mikrofon karşısında bir yaşam: Julide Gülizar
Jülide Gülizar ölümsüz spikerlerimizden biriydi.
“Ellerim” demişti… Ey ölümsüz gerçekler Sizdendir inanışım sevdiğime Ve ey ruh, sensin böyle nefes nefes dağılan Ölümsüzlüğün şekli verilmiş ellerime Ellerimdir bende tanrısal olan… Dal yeşertmek isterse ağacı nasıl Öyle tanrılaştırmak ister ellerimi dualar… Madem ismin gibidir parmaklarım, Madem her şey aslına dönmede tekrar Elbet tanrılaştırmak ister ellerimi dualar. Gençliğinde şiirler yazan ve ileride hep ünlü bir şair olmayı düşleyen Jülide Göksan, evlenince soyadının değişeceğini, şiirlerinin altına hiç değişmeyecek bir ad yazması gerektiğini düşünmüş, “Jülide Gülizar” adını benimsemişti. İşte o adla mikrofon karşısında bir ömür geçirecekti. İlkokul mezunu bir anneyle, aile sorunları nedeniyle üçüncü sınıftan sonra okulu bırakmak zorunda kalan bir babanın ilk çocuğuydu Jülide. Doğum yeri Adana’ydı, ama çocukluk yılları hep İzmir ya da Bursa’da doğmuş olmayı düşleyerek geçti. Nedenini bilmiyordu; bu özlemini sık sık söylediği bir yalanla bastırmaya çalışmıştı: Doğum yerini soranlara yanıt vermeden önce, çevresini gözleriyle şöyle bir tarayıp tanıdığı biri bulunmadığını anladığında, dilinin ucuna bu iki ilden hangisi gelirse onu söyler, gerçekten o ilde doğmuş gibi sevinirdi. Evet, Doğum yeri Adanaydı, ama bırakın İzmir’i, Bursa’yı, nüfus kaydına “Adana” bile yazılmamıştı. Köylülüğe meraklı olan babası, Gaziantep’in Nizip ilçesinin bir köyünü göstermişti doğum yeri olarak: Şihavi köyü… Nigâr Göksan onu dünyaya getirdiğinde 17 yaşındaydı. Yani anne değil, bir “çocuk anne.” Evde bir anneanne vardı, bir de onun annesi “Koca Nine.” Jülide’nin bakımını doğal olarak onlar üstlenmiş, annesine de bir taşbebekle oynar gibi onunla oynamak kalmıştı. Bu oyunlar arasında öne çıkan, önce onu konuşturma çabaları olmuş, ardından da bu bebeğe şiirler ezberletmek gelmişti. Annesinin çabaları boşa gitmemişti: Daha 9 aylıkken 2-3, hatta 3-4 sözcükten oluşan cümlelerle konuşmaya başlamıştı Jülide. Üç yaşına geldiğinde ise ezberlediği şiirleri okumaya başlamıştı: “Annemin pembe yüzü / Hastalıkla solmasın / O güzel gözlerine / Acı yaşlar dolmasın.” Ya da: “Salkım salkım inciyim / Güzellikte birinciyim / Eğer beni sorarsanız / Asker Kemal’in kızıyım…” Ve bir başkası: “Vatanıma göz dikenin gözlerini oyarım!” Bu şiirleri ezberleyince yaptığı ilk iş, sokağa çıkıp gelen geçeni çevirerek onları okumak olurmuş. Annesi, her yönüyle ve her zaman çağdaş bir “Cumhuriyet kadını”ydı. Elbette Güneydoğu’nun, öğrenim durumunun, bulunduğu çevrenin ve yaşadığı dönemin elverdiği ölçüde… Babasına gelince, bir yanıyla son derece çağdaş, ilericiydi… Örneğin şapka devrimi yapıldığında, Türkiye-Suriye sınırındaki bir kasaba olan Cerablus’ta (bugünkü adı Karkamış) karısının başını zorla açtıran ilk erkek ve bu konuda uzun süre direnen tek erkek oluşuyla bilinirdi. Bir yanıyla da inanılmayacak ölçüde geri düşüncelerle doluydu: Örneğin, Jülide ilkokulu bitirdiğinde, “okuyan kızlar erkeklere mektup yazar” gerekçesiyle onu okutmak istememişti. Dahası, okumanın yolunu aynı düşünceler doğrultusunda iki kez daha kesmeye kalkışmıştı. Bu üç engel de Jülide’nin ve annesinin direnişiyle aşıldı. O nedenle Jülide Gülizar “bugünümün mimarı annemdir” derdi. Yine o nedenle çocukluk yılları hep babasına kırgınlık duyarak geçmişti. Kırgınlık… Ne zamana kadar? Liseyi bitirdiği zaman, önüne çıkan bazı engeller nedeniyle Adana’dan ayrılmak zorunda kalınca, tek çözümün babasının Ankara’ya atanması olduğu anlaşılan güne kadar… Babası, bir küçük memur aylığıyla gözünü kırpmadan Ankara’da yaşamla boğuşmak zorunda kalmayı göze alıp bu çözüme evet dediğinde, içindeki kırgınlıktan “k” harfi bile kalmamıştı Jülide’nin. Babası sonraları bu “Evet” in nedenini şöyle anlatmıştı: “Kızım, bu noktaya kadar geldin, seni bu noktada bırakmak olmaz. Ne yapıp edeceğiz, seni sonuna kadar okutacağız” Ve bir şeyler yapıp ettiler. Örneğin annesi, küçük yerlerde yaptığı mahalle terziliğini geliştirip harıl harıl dikiş dikerek… Babası, memuriyetten arda kalan zamanlarında, yani geceleri ve cumartesi-pazar günleri, dışarıda ufak tefek işler yaparak Jülide’yi ve iki kardeşini üniversite dâhil, sonuna kadar okuttu. Jülide, yaşam öyküsünde önemli ya da özel hiçbir şey olmadığını söyler. Ona göre, son derece yalın, dümdüz bir öyküdür… Onun kuşağı, gelenek-görenek-töre üçgeninde sıkışmış bir yaşamla büyümüştü. Bu sözleri, kız olsun erkek olsun, o dönemin bütün gençleri için söylemek olanaklıdır. Ama bu bastırılmış-kıstırılmış yaşamın en büyük acısını kız çocukları çekecekti. Çoğunun annesi-babası “dayak cennetten çıkmadır” özdeyişine göre yetiştirildiği ve başka bir eğitim yolu tanımadığı için, onlar da çocuklarını aynı yöntemle büyütmüşlerdi. Bu sıkıştırılmış, bu dayaklı yaşam nedeniyle Jülide yalnız kendi annesine babasına değil, bütün anne-babalara kırgındı. Yetişkin bir yaşa geldiğinde, onların eğitim koşullarını, kültür düzeylerini, yaşadıkları yer ve dönem açısından değerlendirebildiği zaman birçok şeyi anlayacak, onları affedecekti. İdeali öğretmen olmaktı. Fransızca ya da edebiyat öğretmeni… Ama ailede liseyi bitiren ilk kız çocuğu olduğu için, fakülte seçimi çok önemli bir sorun gibi gözüküyordu. Kendisinin dışında herkese “Bizim kız liseyi bitirdi, hangi fakülteye gitsin?” diye soruldu. Herkesten gelen yanıt hemen aynı yoldaydı: “Çenesi düşüktür, avukat olsun!” Jülide’nin hafif kabadayı ruhu bu baskıyı kabul etmezdi, ama geçen yıllar içinde, kız çocukların okumasıyla ilgili görüşleri 180 derece değişmiş olan, kızının üniversitede okuyabilmesi için her türlü olumsuz koşulu göğüslemeyi göze alan babasına nankörlük etmek istemiyordu. Oysa öğretmenlik için bütün koşulları hazırlamıştı. Örneğin, öğrencilerini sınavla alan Fransız Filolojisinin sınavına aileden gizli olarak girmiş ve birinci olmuştu. Nankörlük yapmamak duygusu ağır basınca, her şeyin üstüne bir çizgi çekip Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Elbette kolay olmadı bu. İçi yanıyordu. Duygularını belli etmekten kaçındığı için, ancak geceleri yatağa girince ağlayabiliyordu. Bundan sonra yapılması gereken, bir an önce kurtulmak için bu fakülteyi dört yılda bitirmekti. Şiir dünyasına, annesinin ezberlettikleriyle henüz üç yaşındayken girmişti. 13’ünde şiirler yazmaya başladı, dönemin hemen bütün gençleri gibi. Hukuk Fakültesi’nde şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanıyordu. Zaten fakültedeki asıl uğraşı buydu. Biraz kendi çabalarıyla, ama daha çok da şansının yüzüne biraz daha fazla gülmesiyle, dördüncü yılın sonunda Hukuk Fakültesi bitti. “Avukat Jülide” oldu. Bir boşanma davasını, tarafları boşatarak tamamladı, bir ceza davasını da yarıda bıraktı. Bu arada… Siyasi görüşü, muhalif tavrı yüzünden çok sıkıntı çeken, soruşturmalar geçiren Abdullah Rıza Ergüven, 1945 yılı sonbaharında yaşamın ağır yükü, üzüntüler, kaygılar, gelecek endişesi ve kavuşamadığı sevdalar nedeniyle birden hastalandı. Hayaller, halüsinasyonlar görmeye başladı. Altı ay tedavi gördü. Jülide Gülizar ile evlendi. Ceyhun adında bir oğulları oldu, daha sonra ayrıldılar. Her ikisinin de şairliğine sual olunmazdı. Şiir yazmaya devam ettiler. Jülide ilk şiir kitabı “Küçük Balıklar”ı çıkardı. Şiirlerini bir araya getirmişti: “Bir üçgenin ortasında ağlayabilsem, bütün Öklit’lere ve Tales’lere inat İki doğru çizsem birbirine dik, kesişmeseler Bir beyazın ortasında ağlayabilsem, bütün yeşillere inat Bir elmayı koparıp atsam dalından, düşmese Bir çizgiden ağaç yapsam, kırmızı Bir noktadan deniz yaratsam, siyah Bir buğday tanesine aldansam yine, kovulmasam Bir toplumun ortasında sevişsek, bütün insanlara ve kurallara inat.” Sonraları, yaşam boyu uğraşı olacak mesleğe ilk adımını lise son sınıftayken, Ankara Radyosu’nda dinleyici önünde yapılan ilk programda şiirler okuyarak attı. Her defasında önce ünlü şairlerimizden, sonra da kendi yazdıklarından birkaç şiir okuyordu. Bu durum, üniversite yıllarında da aralıklarla sürdü. Sonra gün geldi, devran döndü, açılan bir sınavı kazanarak Ankara Radyosu’nun spikeri oldu. 1970’de ise üç meslektaşıyla, Ülkü Kuranel, Sevinç Yemişçi ve Aytaç Kardüz ile birlikte televizyonun ilk hanım spikerleri olarak ekranlardaydı. 30 yıllık TRT yaşamında spiker, programcı, naklen yayıncı, röportajcı olarak, radyonun ve televizyonun her kanalında çalıştı. Yaşamının bundan sonrasında hep TRT yer alıyordu. Bundan sonrasında ya bir mikrofon önündeydi ya da elinde hep bir mikrofon vardı. TRT’nin “yanında-önünde” olmadığı zamanlarda da gerçekleştiremediği çocukluk ideali öğretmenlik vardı. Ortaokul, lise, üniversite kürsülerinde, çeşitli kurslarda verdiği derslerle öğretmen olmanın sevincini, doyumunu yaşadı. Radyo’da geçirdiği yıllar unutulamazdı. Hele 50’li yıllar… O yıllarda radyoların tarafsız yayın yapmaları yasalarla öngörülmemişti. Bu nedenle haber bültenlerinde, yorumlarda iktidar partisinin propagandası yapılırdı uzun uzun… O zamanın radyo dinleyicilerinin hatırlayacakları gibi, iktidarda bulunan siyasal partiye kaydolanların isimleri, Vatan Cephesi’ne geçenler, adıyla uzun listeler halinde okunurdu. Yine bu listelerle ilgili olarak şöyle demişti: “Çok garip uygulamalar oluyordu. Örneğin bir spiker arkadaş, ertesi gün dinlemeleri için mahalle komşularına söz veriyormuş. ‘Yarın sizin apartmandakilerin, sizlerin isimlerini okuyacağım’ diye. Listede isimler olsun olmasın okunuyordu. Okuyorduk çünkü kimse bize hesap sormuyordu. Hatta memnun olduklarını bile söyleyebilirim. Yine o günlerde bazı yazılar hatırlıyorum. Bazı yazarlar o günlerde ülke nüfusunun Vatan Cephesi’ne kaydolanların adlarının okunmasıyla yetmiş milyona ulaştığını söylüyorlardı” (TRT, Dünden Bugüne Radyo-Televizyon 1927-1990, Ajans Türk Matbaacılık Sanayii A.Ş., 1990, s.20). (6) 30 yıl… Gecesi gündüzüne karışmıştı… Cumartesi-pazarı, tatili-bayramı olmayan… Bir asker gibi her an göreve hazır. Bir sporcu gibi her an formda olması gereken bir yaşam… Yine her anı, akıllara gelmeyecek sürprizlerle, heyecanlarla dolu. Acılarla, sevinçlerle, hüzünlerle, keyiflerle, sıkıntılarla ve benzeri duygularla her zaman iç içe bir yaşam. Her anı bir başka güzel. Ama insanın severek yaptığı bir görevde hiç, ama hiç yorulmadığını, yorulmayacağını bu meslekte öğrenmişti. Spikerlik yaşamına, 12 Eylül’den birkaç ay sonra, iki yıldır çok severek yaptığı ve insanlarımızın baş tacı ettiği “Bir Konu Bir Konuk” programıyla, tam da zirvedeyken son verdi. O günden sonra, yönetici ya da konuşmacı olarak katıldığı panellerle, bazı programlarda yaptığı sunumlarla, kurslarda ve derslerde genç meslektaşlarına aktardığı bilgilerle, mesleğini bir başka biçimde sürdürdü. Bu satırların yazarının metnini yazdığı ve yönettiği, 15 Mart 2011’de Kanal B’de yayınlanan “Mikrofon Karşısında Bir Yaşam” adlı belgesel yapımında şöyle diyordu: “Sık sık düşünürüm, önce radyoda, sonraları televizyonda geçen yıllarımın bana kazandırdıklarını… Böyle bir mesleğim olmasaydı ben ülkemi bir uçtan öteki uca tanıyabilir miydim? Özellikle Doğu’yu ve Güneydoğu’yu? Örneğin, gecenin sabaha değdiği anda Nemrut’ta güneşin doğuşunu, Van Gölü’nde batışını… Mardin’in taş oyması harikalarını… Taa Rus sınırına kadar Kars’ı, Ani Harabelerini… Erzurum’un Çifte Minarelerini… Yalçın kayalıkların oluşturduğu çanağın içindeki Hakkari’nin vahşi güzelliğini… Ve daha nicelerini… Bütün bu güzellikleri yudum yudum içebilir, nefes nefes içime çekebilir miydim? Dahası, giderek artan bir merakla sarıldığım sendikacılık konusundaki bilgilerimi ABD’de üç ay süren bir eğitimle geliştirebilir miydim? Ve… Bir sınır kasabasının çocuğundan Jülide Gülizar’a dönüşebilir miydim?” Işıklarda uyusun… Selim Esin
Gercekedebiyat.com