Ben/cil metinler-5 / Tacim Çiçek
YEDİ belki de erik bahçesindeki kızıl gelincik farkına varmadığım için küskün. Günün gümüşî rengi etkilemiyor bizi. İçtenli uzanan bir eli tutmak sevdamız. Kötülüklere dair zamanın ve de ortamın dışındayız. Sadece iki el, iki gözüz seninle. Olası engellerin ötesindeyiz. Korkuluğa dönüşen ayrılıkları yıkmaya çalışan rüzgâr şarkımızı söylüyor. Eşlik ediyoruz şarkımıza. Bir martı gündüz düşümü bölüyor. Omzuma konuyor. Senin uzaklarda olduğunu imliyor. Sonra kanatlanıyor yukarıya, daha da yükseklere uçuyor. Gözlerimi, o mavide kaybolana kadar ondan alamıyorum. Gündüz düşüme dönüyorum. Bozkırın ortasındayım. Kaybettiğimi sandığım martıyı görüyorum. O dilince konuşuyor, dediklerini anlıyorum. İnanılmaz, ama gerçek bu. Bir şey oluyor o arada. Martı gözlerimin önünde değişiyor. Görmediğim bir el onu gizil büyüden kurtarıyor sanki. Martı sana dönüşüyor, masallardaki gibi. Öyle seviniyorum ki… Çiçeklenmiş ağaç oluyorum. Sana sokuluyorum, seni bütün içtenliğimle sarmak istiyorum. İstediğim olmuyor. Sen bir anda martı oluyorsun. Oyun ettiğini düşünüyorum. Acılarımla yüzleşiyorum yeniden. Ve senle ilgili düşlere yolculuğum sürüyor tekrar. Gecelerimi, uykularımı bölüyorsun. Saçlarımı okşuyorsun. Bana bakıyorsun uzaktan. Gülüyorsun da üstelik. Konuşuyorsun da benimle kimi zaman düşlerimde: ‘Sevişmelerimiz hep yarımdı,’ diyorsun. ‘Neden?’ diyorum. Bir başka soruya geçiyorsun yanıt vermeden. ‘İkimiz bir yay olamıyoruz seninle…’ ‘Bunları daha önce de söyledin, artık üzülüyorum aynı şeyleri duymaktan, başka şeylerden konuşsak olmaz mı?!’ diyorum. Beni hiç duymuyormuşsun gibi. ‘Bir ok atamıyoruz hayata…’ diyorsun. ‘Bu da ne demek şimdi,’ diyorum, ‘söyler misin hayatım?!’ Susuyorsun. Gözlerime iki keskin kılıç olan gözlerini çeviriyorsun. Adeta beni parçalıyorsun. ‘Ne demek istediğimi bal gibi biliyorsun, anlıyorsun da!’ diyorsun. ‘Çocuk mu istediğin,’ diyorum, ‘doğanın vermediğini biz doğadan zorla almayalım, bunun çok doğru bir şey olmadığını benim kadar biliyorsun…’ ‘Başka türlü birlikteliğimiz olası değil,’ diyorsun. Ben de susuyorum ve kendimle konuşuyorum ancak. ‘Sana ne diyebilirim ki, yaşamını tükettiğini biliyorum. Bu benim için de böyle.’ Martılaşıyorsun ve gidiyorsun. Ve ben ilk ayrılığımızı anımsıyorum. Müthiş acı çekmiştim. Gökyüzünde bir takvim görmüştüm. Yaprakları art arta düşmüştü önüme, eğilip almıştım. İkimizin fotoğrafları doluydu yapraklar. Elime aldığımda sararmaya başlamışlardı. Sonra başka başka yapraklar dökülmüştü. Onları da alıp bakmıştım. Ayrı ayrı fotoğraflarımız olan yapraklardı. İnanılmaz, ama elime aldığım her yaprak yeşermişti. Bu düşe bir anlamam verememiştim. Sana anlatmıştım. Gülüp geçmiştin. Bana içten sarılmıştın. Öpmüştün beni. Güçlüklerle de olsa istediğini almıştın benden. Bir sentezimiz de girmişti aramıza… Ama sonunda olan olmuştu, ayrılmıştık. Aynı ortamda ayrı hayatlar yaşıyoruz şimdi. Yabancılaşıyoruz birbirimize. Ve sen gidiyorsun çok sevdiklerine. Ne ettimse sensizliği kabullenmek için yenildim, sevinçle sana betikler yazıp gönderdim. Hiçbir betiğime yanıt vermedin. Peşinden gelişim bu yüzden işte. Bozkırdaki evinizde seni gördüm. Yanında sentezimiz vardı. Senden ayrıldı, bana geldi. Seslendin ona. İkimize eşit uzaklıkta durdu. Aynı anda ona doğru yürüdük sözleşmişiz gibi. O da bizden uzaklaştı. Durduğumuzda durdu, yürüdüğümüzde yürüdü. Durmasını, beklemesini söylüyoruz, istiyoruz, ama o bizi hiç dinlemiyor. O an anladım ki sentezimiz ikimize de tepkili. ‘Lütfen yeter, gerçek kendiniz olun. Birbirinize dönüşmeyin. Size benzeyeyim diye birbirinizle yarışmayın. İkiniz de değilim. Sizden istemeden aldığım özellikler bile bana fazla, anlıyor musunuz? Lütfen bana iyi bakın. Ben, hanginize benziyorum? Ne tam biriniz olmak, ne de ikinizi sürdürmek istiyorum!’ dedi bağıra çağıra. Uzaklaşmaya başladı sentezimiz tekrar. O, bizden uzaklaştıkça büyüdü, değiştikçe değişti, biz ona ulaşmak istedikçe küçüldükçe küçüldük. Artık düşleri de bıraktım. Hangimizin haklı olduğunu anlamaya çalıştım. Kendi hesabıma ben haklı olanı anladım, sen anlayabildin mi peki? SEKİZ erken açan çağla çiçeği gibisin haklısın ya fışkırışında yetmiyor bu çünkü dökülür en cılız fırtınada zamansız çiçeğin yaprağı. Ayrıldığımız yol kenarına oturup seni düşündüm. Anasından yem bekleyen bir yavru kuş gibi bekledim. Dönmeyeceğini bildiğim hâlde. İnce, duyarlı ve içten birisin diye biliyordum seni. Yoksa bıraktın mı şiiri? Artık sesini gül yapraklarıyla da olsa duyurmuyorsun ve içimin uçurumlarına, uçurmuyorsun o büyülü sözlerini. El sıcaklığın, göz parıltıların yâdıma düştüğünde şuramda tanımı olanaksız bir acı başlıyor ve acımasız bir yılan olup soluğumu kesmeye çalışıyor. Omzumda görünce sevimli bir ihtiyarın elini, sana düşsel yolculuğumu istemeden de olsa bırakmak zorunda kaldım. Dinledim can kulağı ile o ihtiyarı: ‘Günlerdir buraya geliyorsun,’ dedi, ‘en son araba geçene kadar bekliyorsun. Anlaşılan yolunu gözlediğin yine gelmedi. Şu elma bahçesinde küçük bir kulübem var orada yaşıyorum ve vaktimi bu yol kenarında geçiriyorum. O kadar hikâyesi var ki bende bu yolun ve yolcularının. Yine de hepsinden etkin çıktı senin buralardaki hâlin be evlat. Ne düşündüğünü, kimi bu denli içten sabırla beklediğini ve öfkelenmeden gelip gittiğinin hikâyesini anlatmak ister misin?’ dedi sıcak etkileyici sesiyle. Güneş yüzlü, sevgi bakışlı, dert ve sıkıntı giderici ihtiyara şöyle bir baktım önce. Dudaklarından dökülen sözcükler, bir oluktan damla damla inen su taneciklerinin önündeki taşı delmesi gibi mermer sandığım yüreğimi yumuşattı. Kilitli dilimi çözdü sonunda. ‘Düşlerimden bir papatya yaptım. Öyle bir papatya ki bu dedeciğim, ne sen sor büyüklüğünü ne ben anlatayım. Buraya gelip gittiğimde yoluyorum içimden yapraklarını ayrıldığım parçam gelir mi diye. Bu gidişle daha çok geleceğim ve beni görüp üzülmeyesin diye de elimden geleni yapacağım…’ dedim. ‘Anlayabiliyorum,’ dedi gülümseyerek, ‘fakat senin yaptığın bir başka delilik. Sanırım yalnızca kendini tüketiyorsun.’ ‘Farkındayım bunun,’ dedim, ‘böylece ondan ayrı kalmama neden olan yanımı cezalandırmış oluyorum.’ ‘İlginç…’ dedi. ‘Beni biraz daha tanısan yanımda bile durmazsın,’ dedim. ‘Sanki seni tanıyorum evlat,’ dedi ve sözlerini sürdürdü. ‘Seni ilk ne vakit fark ettim anımsamıyorum, fakat sen gittikten sonra güzel mi güzel bir genç kadın şu durduğun yerde durmaya ve senin gibi birini beklemeye başladı. Onun da bekleyişi, sessizliği ve içtenliği beni ilgilendirdi. Dayanmadım bir gün, karşısına çıktım ve kendimi tanıttım. Beni bir yoldaş, sırdaş saydı, döktü içindekini avuçlarıma. En son dün buradaydı ve bir daha da hiç gelmeyeceğini söyledi. Ona senden söz ettim. ‘Böyle böyle biri buraya geliyor ve senin gibi birini bekliyor,’ dedim. Sevineceğini, ‘işte beklediğim o,’ diyeceğini düşündüm, fakat düşündüğüm gibi olmadı. ‘O olabilir belki, belki de o değil beklediğim. Fakat yalnızlığını büyütmemeye çalışan biri anlaşılan şunları ona ver,’ dedi ve bir tomar mektup bıraktı. Hâlen emin değilim, gerçekten senin beklediğin o mu, onun beklediği de sen misin diye. Artık ne olursa olsun. Seni çoğaltacak şeyler bende sanırım,’ dedi. Elime bir tomar mektup tutuşturdu ihtiyar pantolon cebinden çıkarıp. Bir şey demedi ve gitti kulübesine. Mektupları ivedilikle açtım tek tek. Her mektupta seninle karşılaştım. Gerçekten sen de benim gibi buraya geldin mi, gelmedin mi diye düşünmeye başladım. Yoksa her zamanki gibi beni sınamak için mi bu ihtiyarı kullandın, bilemiyorum. Yol kenarındaki ağaçların, otların aralarına baktım teker teker, seni bulabilirim ümidiyle. Yoktun. Artık umurumda değil olanlar oyun mu, gerçek mi? Mektuplar senin mi, bir başkasının mı? Her tümcesi beklediğimi, istediğimi ve seninle yaşadığımı, senin benim için düşündüklerini içeriyor ya önemli olan bu yalnızca. ‘Sabah uyanıyorum -birkaç saatlik uykudan sonra- uyku mahmuru bile değil, uyku yoksunu, gözlerimin önünde bir fotoğraf… O fotoğraftaki yüzle bakışıyoruz bir süre, gözlerimizi doyuruyoruz. Güne güzel başlıyorum. Yataktan kalkarken, giyinirken, kahvaltıda, öğlene değin yine gözlerimin önünde. Bir ara huzursuzlaşıyoruz ikimiz de, çünkü bir telefon bekliyoruz birlikte. Ben telefonla konuşurken o yitiyor; ben de zaten sesteki yüze dikmişim gözlerimi, onun yokluğunun ayrımına varıyorum. Konuşma bitince gözlerime pus oturuyor… Bakıyorum o çıkıp geliyor yine gözlerimin önüne. Arabaya binerken, yavaşça sol göğsümün üzerine kayıyor, beni kazalardan korumak için. Okulda yine yerleşiyor eski yerine ve tüm öğrencilerimin gözlerinde onu görüyorum, haylazından çalışkanına. Dönüşte yine uslu uslu sol göğsümün üzerine yerleşiyor, ben hiç uyarmamadan. Sonra durakta iniyor benimle birlikte arabadan, gözlük camlarımdan tutunuyor. O önde, ben geride gidiyoruz sokağımda. Apartmana girip de son kata yaklaşınca yüzü asılıyor onun. Ne olduğunu soruyorum. ‘Sen,’ diyor, ‘yine telefon bekleyeceksin… O’nu kıskanıyorum ben…’ ‘Aptal!’ diyorum gülerek, ‘o sensin!’ ‘Hayır, ben değilim,’ diyor. ‘O, yalnızca bir yüzden ibaret değil…’ ‘Yemin ederim ki sensin o. Nasıl anlamıyorsun?’ ‘Hayır, sen ona âşıksın, bana değil…’ ‘İnanmıyorum,’ diyorum, ‘sen, bunu nasıl söylersin?’ ‘Bana da dokun o zaman, beni de öp…’diyor. Ellerimi gözlerimin önüne getiriyorum, parmaklarım boşlukta geziniyor. ‘Gördün mü?’ diyor gözleri dolu dolu. ‘Olsun,’ diyorum, ‘ne önemi var? Hem… Üzülme, biz de dokunamıyoruz. Onunla birbirimize sarılamıyoruz. Kıskanman gereksiz, inan bana. Her yanımız örülü bizim görünmeyen duvarlarla, dikenli tellerle, gönüllü jandarmalarla sarılı. Arada küçük bir kaçamak hepsi bu…’ ‘Olasılık hesaplarını bilir misin?’ diyor kurnaz kurnaz. ‘Matematikle aram iyi değil,’ diyorum. ‘Ben de iyi bilmem ama şunu biliyorum, senin onunla birlikte olman, milyonda bir olasılık bile olsa var… Anlıyor musun? Ama benimle…’ ‘Ama ben seni de seviyorum, sana da âşığım hem… Hem… Sen osun zaten… Offf! Benim de aklımı karıştırdın.’ ‘İnanmıyorum sana…’ diyor arkasını dönerek. Sabrım taşıyor. ‘O da inanmıyor zaten,’ diyorum. ‘O da kuşkulu…’ ‘NE HÂLİNİZ VARSA GÖRÜN!’ Gözlerimin içine içine bakıyor. ‘Üzülmeni istemedim…’ diyor. ‘Öyleyse sana âşık olduğumu bil,’ diyorum. ‘Onun da sen olduğunu… Ve sende, dokunmaktan, sarılmaktan, sevişmekten çok öte, şu anda adlandıramayacağım pek çok şey bulduğumu ve belki o bedeni değil de seni, gözlerimin önündeki fotoğrafı hiç yitirmek istemediğimi… Bunları bil…’ diyorum çırpınarak. ‘İnandım,’ diyor, ‘inandım artık. Hem… Ben o vatandaştan daha şanslıyım, bir fotoğraf bile olsam, sana dokunmasam da… Her an senin yanındayım… Az şey mi bu.’ Telefon çalıyor o anda. Bu kez hüzünlenmiyor. ‘Hadi konuş…’ diyor, ‘bitince yine senin gözlerinin önüne oturacağım. O çatlasın uzaklarda… Ben daha şanslıyım…’ 7Nisan 2007 Bir fotoğraf olarak kalabilmek de güzel, sevdiğinin gözlerinin önünde. Çünkü yaşanmışlıklar, arkadaşlıklar, dostluklar bir giysiden daha çabuk eskiyor. Ve hepsi de kendince devrini tamamlıyor. Geride kalansa bir tutam sıcaklık, unutulmayacak birkaç gün ve yürekte kalan hüzünlü bir iki anı. Ve bir de acısı susuz bırakılan bir gülün. Peki, neresindeyim bu dediklerinin ve söylediklerimin. Eğer, gerçekten sen yazdıysan bu tümceleri benim için öyleyse ne diye yüreklerimizin alevlerine rüzgâr olmuyoruz ve çatlamış dudak güllerimizi sulamıyoruz. Ayrı düşmüş ellerimizi hasretle buluşturup yüreklerimizi, sevda alanlarımızı korumuyoruz. ‘Gecenin bir zamanında, seninle birlikte olduğumuzda; o güzel sesli kadının ezgileri de eşlik ederken bize, elimde olmadan kıskanıyorum desem seni... Kendimden ve sevgimden… Olmaz öyle şey deme… Senin gibi doğaçlama aşk şiirleri okuyamam da, yaşatamam da, ama uzun soluklu sevmeyi becerebilirim. İyi ki varsın demeyi ve daha birçok şeyi…’ 3 Mayıs 2007 Bazen, yazdıklarına şaşıyorum. Acaba diyorum kendi kendime, geçmişten mi söz ediyor yoksa gelecekten mi... Çünkü kimi yazdıkların yaşadıklarımız arasında hiç olmadı diye düşünüyorum, olsalardı ikimiz de birlikteliğimizi sürdürür müydük diye sormadan edemiyorum. Bu yüzden yanımda olmanı, anlamakta zorlandığım tümceleri anlatmanı, açıklamanı ne kadar isterdim ah bir bilebilsen. İşte bundandır ki mektuplarını okudukça kendimden uzaklaştım. Tuhaflaştım. İçimden bir şey koptu. Kendimden nefret etmenin eşiğine geldim. Sorunların üstüne gitmek, güvenini, sevgini kazanmak, senle sevgilere kanatlanmak varken öyle darmadağın olmaktan usandım, bıktım, kendimi suçladım. ‘Neden biliyor musun, neden hırçınlığım… Senin gururunu en az senin kadar düşündüğümden… Neden mi… Seni çok önemseyişimden aynı kertede önemsenme isteyişimden. Neden mi… Benim gözümde ‘asla’ değil ama seni tanıyan tanışlarımızın da seni ‘güzel’ görmelerini isteyişimden… Neden mi… Sesini duymadığımda deli, duyduğumda da aptala dönüşümden… Neden mi… Ayaklarımı yerden kesen o kuyruklu yıldıza âşık oluşumdan… Ve işte tüm bu “neden”ler yüzündendir hırçınlığım… Seni kalıba dökmek, o kalıptan çıkarıp sahiplenmek isteyişimden değil… Ve sen güzel adam, tüm kabalaşmalarıma, hırçınlıklarıma, beni utandıracak denli sabırla yaklaşıp o zeytin dalını uzatmasaydın… İşte ben o zaman kahrımdan çıldırabilirdim. Seni seviyorum. 2 Haziran 2007 Daha da çok yanmamak için tümcelerinin ateşiyle, bıraktım mektuplarını okumayı. Kalktım, oturdum ağacın gölgesinden. Şöyle bir yola baktım. Bir çölün ortasında kıvrılıp geçen bir yol gibi uzanmıştı engebeli bozkırın göğsüne. Ne gelen vardı ne de giden. Bir esinti yoktu. Bir kuş bile eşlik etmiyordu yalnızlığıma. Bozkırın doğasına uygun ıssızlığın iki canlısından biriydim sanki. Aklıma ihtiyar geldi. Gözlerimi gittiği yöne çevirdiğimde karşımda belirdi. Hem sevindim hem irkildim. Gözlerimi diktim gözlerine bir kaybolup bir görünen ihtiyarın. ‘Zamanı geldi artık,’ dedi. ‘avuçlarıma bak!’ Nedenler sıralamadım bakmamak için. Yalnızca söylediğini yaptım. Onca zamandır buradayım diye susuzluğumu gidermek için su getirmiş gibiydi avuçları. Avuçlarında su vardı. Suya baktım. Suda kendimi gördüm. Şaşırdım ve bağırdım. ‘Nasıl olur bu?’ dedim. ‘Avucundaki suya baktığımda hemen değişiyorum ve o çok sevdiğim oluyorum.’ ‘Aynı anda o da sana dönüşüyor,’ dedi. Başka şey demedi. Dönüp gitti ve ben onu kaybettim. Arkasından da gitmedim. Ne anlatmaya çalıştığını düşünmedim. Yalnız elimi cebime koydum bir mektubunu daha açtım. Neden yaptım bunu, bilmiyorum. Hem yürüdüm hem de okudum: ‘Günlerdir bir mektup bekliyorum senden. Bugün de gelmedi, artık gelmeyecek biliyorum. Seni anlıyorum aslında. Yitik adresinin mektubu geç de olsa eline ulaşsın istiyorum yine de. Benim için çok önemli. Ah, vazgeçilmez olduğunu bir bilsen. Kendini benim yerime koyabilsen. O zaman daha iyi anlarsın beni. Yaşamımın bu karmaşık sayfalarını buruşturup atsam mı, yoksa anıların karanlık mezarlığına gömsem mi? Hiç mi hiç bilmiyorum… Dardayım, yalanım yok! Hüzne gönül verdim artık. Ve belki de… Söylediklerime aldırma sakın. Uzaklaşsan da yakınımdasın. Bir fotoğraf olarak bile olsa gözlerimde saklısın. Yazdıklarından izliyorum seni. Yalnızca benim için yazmışsın, yazıyormuşsun gibi izliyorum yazdıklarını…’ 7 Temmuz 2008 Ve kim bilir, belki de bu mektupların benzerlerini bir başka ihtiyar sana vermiştir. Sen de okumuşsundur, benim gibi düşünmüşsündür, olamaz mı? Ha, ben artık bir daha ayrıldığımız yerde seni aramayacağım. Çünkü senin mektuplarda saklı olduğunu düşünüyorum. Mektuplarında bulduğumda seni aramızdaki sözcük ayrılıkları, uçurumları yok olacak kanısındayım. Biz birbirimizin düşü müyüz, gerçeği miyiz, yoksa başkasının düşü müyüz hiç bilmiyorum. Ne birbirimize olan düşümüz, ne de bizi yaşatan başkasının düşü bitsin, çünkü asıl o zaman ayrılırız, birbirimizi kaybederiz ve böylece ölürüz belki de. Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR