Gıda bağımsızlığını yitiren toplumlar için yedikleri bile ölümcül silaha dönüşür...
Türkiye iki gündür gıda zehirlenmelerini konuşuyor. Tavuk etki kaynaklı ürünler yine gündemde. Aslında bu tür zehirlenme vakaları yeni de değil. Son yıllarda askeri birliklerden okul yurtlarına, hastanelerden kantinlere toplu yemek üretilen yerlerde benzeri gıda zehirlenmeleri görülüyor...
Bu konuda geçmişte birçok araştırma yaptık, yazı, haber, tv programları hazırladık. 2010'lu yıllar boyunca onlarca kapsamlı yazı ürettik. 2019 yılında yitirdiğimiz değerli dostumuz Erhan Ünal'ın küresel çapta gıda tekellerini ve ülkelerin gıda bağımsızlığının nasıl yok edildiğine yönelik değerli çalışmalarını kamuoyuna ilk kez ben duyurmuştum. Bu yazılar çok ilgi gördü ve ardından araştırmaların bir bölümü Toprak Biterken ve Ekmek Biterken adlarıyla kitap olarak yayınlandı.
Erhan Ünal, gıda bağımsızlığının yitirilmesindeki en önemli etkenin, monokültür tarım modeli ve yığınsal üretim olduğunu belirtiyordu. Soya ve mısır gibi ürünler, hem insanlar için hem de hayvanlar için beslenme kaynağı olarak kullanılıyordu. Yediğimiz tavuktan içtiğimiz meşrubata hepsinde aynı ürünler vardı. Paris'te bir restoranda yediğiniz kızarmış tavuk ile İstanbul'daki bir dönercide yediğiniz tavuk döner, ya da Dubai'de bir Hint restoranında yediğiniz köri soslu tavuk, aslında aynı kaynaktan geliyordu...
Kırsaldaki üretim çeşitliliği bu monokültür üretime kurban edildikçe, kırsal yerleşimler boşalmış, kentler birer toplama kampına dönüştürülmüştü. Açlık korkusuyla daha kolay yönlendirilip ucuz yolla yönetilebilen milyonların doluştuğu kentlerde insanların beslenme modelleri de kökten değiştirilmiş, ana hatlarıyla et, ekmek ve meşrubat üçlemesine indirgenmişti. Hamburger de, tavuk dürüm de, beslenme alışkanlıklarına göre pide ya da lavaş da fark etmiyordu. Hızlı ve yığınsal üretilmiş olan et ürünleri (tavuk ya da işlenmiş kırmızı et) ekmekle buluşuyor, adı dürüm ya da ekmek arası, hamburger oluyor, yanında da yine küresel tekellerin elinden çıkma meşrubatlar ile yaygın biçimde dolaşıma sokuluyordu...
Son yıllarda sosyal medyadaki yemek videoları da bu sektörü iyice patlattı. Artık yemek gördüğümüz her an, gece-gündüz fark etmeksizin 7/24 bir tuşa basmak kadar yakınımızda ve kapımıza kadar getirilen bir 'hizmet' aracılığı ile bu üçlünün (et-ekmek-meşrubat) küresel çarklarını daha hızlı döndüren birer tüketiciyiz. Kolayca elimize ulaşan ve arkasındaki küresel zinciri sorgulamadan kabule hazır olduğumuz bu beslenme sisteminin genel olarak insan biyolojisi ve fizyonomisine yönelik etkilerini bir tarafa bırakırsak, doğrudan ölümcül bir zehre dönüştüğü zamanlar olmasa insan sağlığına yönelik etkilerini de hiç sorgulamaz hale geldik.
İnsanlığın binlerce yıllık besin zinciri son 50 yılda dönüştü, son 15-20 yılda ise temelde bu üçlüye bağımlı hale getirilen bir sistem oturtuldu. Pandemi dönemindeki e-ticaret sisteminin geri dönüşü olmayacak biçimde yerleşik hale gelmesi de bu durumu pekiştirdi.
Bu durum aslında tüm dünya için geçerli. Kore'den Japonya'ya, Çin'den Arabistan'a, Hindistan'dan Amerika'ya yemek kültürüne ilişkin küresel bir sıçrama yaşanıyor. Ancak yine et-ekmek-meşrubat üçlüsünün vizyona sürüldüğü bu sıçramanın arkasında devasa bir endüstriyel tarım tekeli var. Suudi Arabistan'daki on binlerce sığırın bir arada yetiştirildiği, çobanların sığırları helikopterle kontrol ettiği bu üretim modelinin arkasında da işte soya, mısır ve endüstriyel tarımın diğer kolları var. Çiftlik demenin çok masumane kaldığı tavuk üretim bantları da benzeri şekilde.
Geçmişte Arjantin gibi sığır sürülerinin geleneksel üretim modeliyle yetiştirildiği ülkelerde biftek orta ve alt sınıfın sıradan yiyeceği iken oralarda bile bu üretim modeli değiştirildi. Özetle tüm dünyada insanların beslenme ve yaşam biçimlerinin kendi olağan koşulları ve geleneksel üretim modelleri içinde gelişmesine, incelmiş mutfak ve beslenme kültürlerinin oluşmasına izin vermek istemeyen, her adımı kendine bağlayarak kontrol altında tutmak isteyen bir sistemle karşı karşıyayız. Buradan çıkışın tek yolu geleneksel üretim modellerini ve beslenme biçimlerini tümden terk etmemek, bu sistemin gönüllü köleleri haline gelmemek. Bunu çok erkenden görüp kendini korumaya çalışan İtalya ve Fransa gibi ülkeler kısmen direnmeyi başarabildi.
Her şeye rağmen Türkiye'de de bu salgına direnen kentlerimiz var. Sadece yemek çeşitliliğini de korumak, geleneksel üretim-malzeme, tedarik zincirini güçlendirmek ve bu küresel çarka yenilmemek için biraz daha farkında olmamız ve çaba göstermemiz gerekiyor.
Sadece et ve ekmek gösterip sosyal medya şovu yapmakla olmaz. Bizim bin çeşit çorbamız, yüzlerce çeşit peynirimiz, onlarca çeşit bakliyat yemeğimiz var. Bir gün de bir çorba hikayemiz olsun, bir gün de Manyas'ın kelle peynirine, Malatya'nın köy peynirine, Maraş'ın keçi peynirine, Urfa'nın yüksek aromalı koyun peynirine övgü düzelim. Afyon'un patatesli ekşi mayalı ekmeğine, Kars'ın mis gibi tereyağını sürüp bununla övünelim. Bir gün Burdur'un 'haşgeşli' çöreğini, Turhal'ın cevizli yoğurtmacını analım.
Her bir vadisi ayrı bir üretim çeşitliliği taşıyan bu güzel toprakların insanı kentlerde yediği tavuktan, patatesten zehirlenerek ölmeyi hak etmiyor. İnsanımızı öldüren sadece tarihi geçmiş gıdalar değil, temelde teslim olunan bu tarım ve üretim politikası. Tarihi geçmiş bir ürün yediğimizde hızlıca, olağan koşullarda ise yavaş yavaş zehirleniyoruz. Bir ülkedeki yaşamın niteliğini anlamak için o ülkede insanların nasıl öldüklerine bakmalısınız. Bir insan evladı ailesiyle tatilini geçirdiği kentte yediği yemekten zehirlenip ölüyorsa, yetkililerin alelacele durumu kurtarmak için 'gıda güvenliği toplantısı' yapması çözüm değil. Çözüm, bu tarım ve beslenme politikalarını değiştirebilmekten geçiyor.
Anadolu coğrafyası ağır savaşların ardından sadece 3-4 ürünle ayağa kalkmayı bildi. Buğday, üzüm, incir, fındık, zeytin, tütün, keçi ve koyun... Bereketli coğrafyada ürettiklerini satarak fabrika kurdu, buğday satıp Osmanlı'nın borcunu ödedi, tütün satıp otomobil, incir-üzüm satıp traktör aldı.
Gıda güvenliği ve bağımsızlığının yolu, üretim bağımsızlığından geçiyor.
İlgili arşiv yazıları okumak için: