Son Dakika

aligunay.jpg


Keltepe kel olup bu adı almadan önce harika bir yerdi. Tepe olmasına tepe idi. Gövdesi iri taşlardan ve bu taşları birbirine tutturan kaba topraktan oluşuyordu. Ama üstü yumuşacık bir toprak tabakasıyla kaplıydı. Bu, onun derisiydi. Bu deri, toprak, çürümüş dallar, yapraklar, kökler ve otlarla yoğrulmuştu. Öylesine verimli, öylesine cömertti ki ona konuk olan her tohumu doyuruyor, besliyor, can veriyordu. Bunun sonucunda toprağın üzeri sayısız ot, çiçek, bitki ve ağaçla kaplıydı. O kadar sık idiler ki kendilerine zar zor yer bulabiliyorlardı. Buna karşın toprağı, suyu, güneşi kardeşçe paylaşıyor, hep bir arada barış içinde mutlu yaşıyorlardı. Onlar böyle güzel bir topluluk olunca çeşit çeşit böcekler, süslü kelebekler, cıvıltılı kuşlar da onlarla birlikte yaşamak için oraya doluşuyorlardı. Yalnız onlar mı? İrili ufaklı çok sayıda hayvan da gelip yerleşmişti; sincaplar, köstebekler, tavşanlar, çakallar, tilkiler, sansarlar, geyikler... Kurbağalar, kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler ve daha birçokları da oraya üşüşmüştü. Dev ağaçlarla diplerindeki renk renk çiçekli, mis kokulu otlar tepenin saçları idi. Anlaşıldığı gibi gür saçlıydı tepe, kel değildi! Saçlarının arasında, üzerinde, uçarak, koşarak, sürünerek devinip duran canlılar asla rahatsız etmiyordu onu; tümünü de saçı kadar benimsemişti; onun birer parçası gibiydiler.

Özellikle bahar ve kış aylarında sık sık duş alırdı tepe. Bol yağmur yağar, saçını temiz pak eder, diplerini beslerdi. Sonrasında ışıldayan güneşte ıslak saçları bir süre parıldar, ardından kurur ama daha bir gürleşirdi. Kışın kar yağdığında saçları köpük içinde kalmış gibi beyaza bürünür, günlerce öyle kalırdı. Saçlarından süzülen sular kafa derisini oluşturan toprak tarafından iştahla içilirdi. Yağış fazla olduğunda bir miktar su kafasından vücuduna doğru akar, gergin derisini ıslatarak eteklerine dogru akar, ayak dibindeki dereyi besler, kabartır, bazen de taşmasına neden olurdu. Taşan su, içilen bir bardak ayranın dudak kenarında bıraktığı köpüklü iz gibi çer çöpten bir şerit bırakarak yatağına geri dönerdi; tepenin derisini tahriş bile etmeden.

Yazları ise güneş bir altın top gibi dolanırdı tepenin üzerinde. Altın oklar gibi ışıltılı, ateş gibi yakıcı ışınlarını uzun günler boyunca ağaçların yapraklarına saplar dururdu. Böylece ağacların topraktan aldığı suyu bu sihirli oklarıyla can suyuna çevirirdi. Güneşe siper olan yapraklar da ağaç içleri ve altlarındaki tüm yaratıkları bu ateşten oklara hedef olmaktan korur, onlara hoşnutlukla yaşanacak serin bir ortam yaratırdı. Tepenin üzerinde, içinde yaşayanların tümünün mutlu olduğu küçük bir cennet kurulmuştu. Bu cenneti başının üzerinde taşıyan tepe de mutluydu. Ama ne yazik ki bu mutluluk çok uzun sürmeyecekti. Çünkü öncü düşman güçleri tepenin ayak dibine, dere kenarına ilk kulübeyi kurmulardı bile. Tepe bunun, sonun başlangıcı olduğunu acıyla duyumsamış ve bu ilk insan topluluğunu gözetim altına almıştı.

Ellerindeki hızarlar, testereler, baltalar, tahralar ve iplerle ormana, yani tepenin saçları arasına dalmaları ürkütücüydü, endişe vericiydi. Yine de kulübelerini kurmak için birkaç kuru ağaç kesmelerine hiç aldırmadı tepe. Sonraları ısınmak için yine kurumuşlardan birkaç ağaç daha parçalayıp götürmelerine de. Hatta kuru ağaçların seçilmesi, başındaki ölü, kırık saçların ayıklanması gibi iyi de gelmişti ona.

Birkaç gün sonra ilk gelenlere yenileri katılmaya başladı. Kısa sürede kulübeler de içlerinde yaşayanlar da çoğaldıkça çoğaldı. Tepenin başı üzerinde, saçlarının arasında dolanan baltalıların, hızarlıların sayısı günden güne arttı. Kulübeler için ağaç kesmelerini, yakmak için, daha sonra satmak için kesmeler izledi. Öyle olunca da kuru ağaçlar tükendi, yaşlılara sıra geldi. Yaşlılar tükendi, orta yaşlılar kesilip parçalanmaya başladı. Önceleri satılmak üzere hayvan sırtında taşınıyordu parçalanmış ağaç cesetleri. Sonra at arabaları, derken kamyonlarla toplu olarak götürülür oldu. Bu arada orman hayvanlarının bir bölümü başka tepelere kaçtı. Bir bölümü omuzunda tüfekle gelen ağaç katilleri tarafından vuruldu. Her kış sıcak yerlere göç edip yazın geri gelen kuşların çoğu geri dönmez oldu. Dönenler ise başka başka tepelerin henüz güvenli durumdaki gür saçlarına sığındı.

Kaygı verici bu gelişmelere karşın tepe soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Yağmacılar genç ağaçları hatta fidanları kesmeye başladıklarında bile iyimserliğini sürdürdü. Saçı kesiliyordu ama “ayda yılda bir de olsa tıraş olmak gerek“ diye düşünüyordu. Tıraş edilen saç daha gür, daha sağlıklı çıkmaz mıydı? Onun saçları da bereketli yağmurların ve can katan güneşin katkısıyla daha canlı, daha sık çıkacak, hızla büyüyüp dağılan hayvanları geri çekecekti. Ne yazık ki fena halde yanılıyordu.

Yağmacılar saçını sıfıra vurmakla yetinmedi. Çıldırmışlardı sanki. Ve sanki tepesini attırmak için tepenin, özellikle ve inatla üstüne gitmeye başlamışlardı. Daha önce kestikleri ağaçların bu kez köklerini sökmeye giriştiler. Canını yaka yaka, kafasını yara parçalaya saçını kökünden yoluyorlardı tepecağızın. Yalnız saçlarını mı? Saç köklerini bile söküp alıyorlardı. O güzelim yemyeşil gür saçlı tepe “Keltepe” olup çıkmıştı. Soğukta donmaktan, sıcakta kavrulmaktan ve en önemlisi kafasından akıp inen sularla dağılmaktan koruyan, yamaçlarındaki çalıları tahralarıyla biçtilar. Yazın kuruyan otları tutuşturdular. Gövdesini de yüreğini de yaktılar. Külle kaplanan çıplak vücudu üzerine yeni yeni evler kurmaya giriştiler. Kulübelerin yerini alan bu ağır, çirkin ve nedense omuz omuza birbirini sıkıştırmış evler, ayak dibinden dizlerine, karnına doğru yayılmaya başladı. Her yeni yapılan ev ötekilerden daha yüksek, daha ağır ve daha çirkin oluyordu. Artık dayanacak gücü, katlanacak sabrı kalmamıştı tepenin. Kıyamet yakındı ve hazırlanma zamanı gelmişti.

O yaz, güneşin de dost olmaktan çıktığını sanmıştı önceleri. Öyle ya düşmanla işbirliği yaparcasına kel kafasını, çıplak gövdesini kavurup duruyordu. Sonra anladı ki güneş de yapılan doğa katliamına isyan etmişti. Tepeyi kavuran kızgınlığı ondandı. Anlayacağınız kurunun yanında yaş da yanıyordu.

Duruma isyan eden yalnızca tepe ile güneş değildi. Kavurucu yazı izleyen dayanılmaz şiddetteki kış bunu kanıtlamak ister gibiydi. O kış, rüzgar, tepenin de o bölgede yaşayan diğer canlıların da alışmadığı gibi sert esiyordu. Kükrer gibi ses çıkarıyor, tuttuğunu yolup parçalayacak gibi pençelerini uzatıyordu. Kafası, çarptığını deviren bir koçbaşı gibiydi. Ya bulutlar ; o güne kadar yağmurunu, elinde bir çiçek demeti gibi getiren güler yüzlü bulutlar ? Şimdi gözü dönmüş kara birer boğa sanki ; öfkeli bağrışları gök gürültüsü olmuş, bakışlarında şimşekler çakiyor. Kıvrık boynuzlarının ucundan yıldırımlar düşüyor Keltepe’ye. Öfkeli gözyaşları da yağmur olarak boşalıyor tepenin yanmış kavrulmuş başını gövdesini, bağrını serinletiyor. Yağdıkça kana kana içti tepe. İçtikçe şişti ama içmeği de sürdürdü. Öç zamanı yaklaşıyordu. İşte kar da başladı yağmaya, her zamankinden yoğun, deli rüzgarda savrularak. Kel kafasını örten kar birikiyor, kalınlaşıyor, ağırlaşıyordu. Seviniyordu tepe, rüzgar, bulutu, karı her zamankinden çok seviyordu. Her zamankinden çok şimdi başının üzerinde yeri vardı karın. Yağdıkça, biriktikçe, kalınlaştıkça tepenin keyfi de artıyordu.

Nihayet beklenen gün geldi. Mutluluk verici tatlı bir bahar sabahıydı. Güneş karın, kar da güneşin gözlerini kamaştırıyordu kaç gündür. İkisi de dostuydu tepenin. Doğa yağmacılardan öç alma hazırlığını destekliyordu. Her zamankinden daha kızgın ışınlarını kara saplayan güneş onu eritiyor, tepe eriyen kar sularını içine çekiyor, günden güne şişiyordu. Bir süre sonra bir akşamüstü patlamaya hazır duruma gelmişti. Artık içtiği suların fazlası paçalarından akıyor, yağmacıların beton evlerinin arasından dereye katılıyordu. Güneşin batmasına yakın istediği oldu. Kara bir bulut güneşi perdeledi, ortalığı kararttı, gündüzü geceye çevirdi. Sağanak olarak tepenin kafasına inmeye başladı. Karları da alarak deli gibi aşağı inmeye başladı. Tepe derin bir nefes aldı ve kendini bu deli suların önüne atıverdi. Dev gövdesiyle sularda debelenerek yuvarlanırken attığı kahkahalar gök gürültülerine karışıyordu. Tepe, taş olarak, toprak olarak, su olarak ; hepsinin karışımı bir çamur dalgası olarak önüne çıkan evleri dağıtıp kendine katıyor, örtüp gömüyor, alıp götürüyordu. Çıldırmış, zincirlerini koparmış, bir öfke seli halinde aşağı akıyordu. Kendi içinde patlayan yanardağdan fışkıran amansız lavlar gibiydi. Çamurdan elleriyle savurup attığı doğa yağmacılarının çığlıkları ortalığı çınlatıyor, ağlamalara, yardım isteme sesleri karışıyordu. Her şeye karşın bu cahil insanlara acıyor, canlarına zarar vermemeye çalışıyordu. Yoksul ve cahil olduklarını biliyordu. Çoğu evlerini, asıl yağmacı uyanıklardan satın almışlardı. Şimdi onlar başka tepeleri, başka orman ve yeşil alanları yağmalıyordu belki de. Tepe onların orada olmadığına, kaçıp öfkesinden kurtulduklarına üzülüyordu. Başka tepelerin elini daha çabuk tutacağına ve onların da cezalarını bulacaklarına inanarak avunuyordu.

Tepenin yağmura karışan gövdesi dereye ulaştığında taşmak üzere olan dere tıkandı. Taşan suları yamacındaki evlere saldırıya geçti. Dere suları da yağmacılara kızgındı sanki, birçoğunun evini yıkmış, eşyalarını sürükleyip götürmüştü. Kabarmış çamurlu sularının içinde giysiler, yataklar, kap-kacak batıp çıkmaktaydı.

Bulut kara rengini yağmurla akıtıp beyazlaşarak uzaklaştığında güneşin son ışıkları etrafı tarıyordu. Ortam tam bir kıyamet sonrası görünümündeydi. Evleri yıkılmış insanlar bağrışarak, ağlaşarak koşuşturuyorlardı. Ayaklarına dolanan çamurun, kendilerinden öç almak için kendini yok eden tepenin dağılmış gövdesi olduğu hiç birinin aklına gelmiyordu. Hak ettikleri bu cezayı kendi elleriyle hazırladıklarının ayırdında değildiler. Bu nedenle tanrıya yalvarıyor, ona karşı nasıl bir suç işlediklerini anlamak için kafa patlatıyorlardı.

Ertesi gün bazı gazetelerde “Keltepe’de Heyelan, Can Kaybı Yok” başlıklı küçük bir haber yer aldı. Haberde olay “doğal afet” olarak tanımlandıktan sonra şöyle deniyordu : Keltepe’de toprak kayması ve dere taşkını bir köyü yok etti.

Keltepe’nin bunu öğrenmesi elbette söz konusu değildi.

Ali Günay
(Dünya Adlı Gemide kitabından)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler