Yabancı ülkelerden borç almayı alışkanlık haline getiren devlet o kadar borçlanmıştı ki artık Genel Borçlar (Düyun-ı Umumiye) kurumunun varlığı kaçınılmazdı.

Genel Borçlar kurumunun ise üst yöneticileri yabancılar, Yusuf  Efendi’nin patronu da bir Fransızdı. Yabancılara  ülkedeki vergileri toplayıp alacaklarını tahsil etme gibi bir ayrıcalık verilmişti. Bu mali bağımlılığa karşın devlet, ‘’Osmanlı İmparatorluğu’’ adını koruyordu.

Ani bir kararla savaşa giren Osmanlı için zor, Yusuf  Efendi için de sıkıntılı günler başlamıştı . 
Yusuf  Efendi, dinine bağlı ve yardımsever kişiliğiyle tanınan biri olarak evinde, ramazan aylarındaki iftar sofrasında yoksul yabancıları konuk etmenin verdiği iç huzurla  sürdürdüğü sakin dingin yaşamı bir anda geride kalmıştı.

Trabzon’un denizden bombardıman edilmesinin  ardından yaklaşan tehlikeler değerlendirildiğinde  alınan  kararla, ailesiyle birlikte Trabzon’dan  Samsun'a zoraki yolculuğa  başlanılmıştı.

Trabzon'un Çarlık Ordusu tarafından alınmasının resmedilmesi, The Sphere gazetesi 29 Nisan, 1916
Sıcak yataklarını ve tasasız günlerini geride bırakarak çeşitli zorluklara göğüs germek durumunda olan ailenin yaşadıkları, o güne kadar hiç alışık olmadıkları olaylarla dolu idi. Ailede, anne ve babadan başka okula gitme olanağı bulamayan on altı ve beş yaşlarında ki iki kız çocuğu ile rüştiyeyi yeni bitirmiş  delikanlılığa adımını atmış Fahri olmak üzere toplam beş kişi yolculuk yapmaktaydı.

1915 yılında Samsun Trabzon arasında sürekliliği olan bir karayolu ve taşımacılık ağı bulunmadığından yolculuk için ilk akla gelen deniz yolu olmuştu. Ancak  Sultan, Genel Borçlar kurumunu kurarak yönetimini yabancılara verdiği  gibi, alınan borçlar karşılığı olarak Karadeniz’de de deniz yolu ile yük - yolcu taşıma ayrıcalığını ve tekelini Fransız Paquet şirketine vermişti. Şirket de savaş ve ardından gelen fiili işgal nedeniyle Karadenizde verdiği taşımacılık hizmetine son vermiş bulunuyordu.

Zaman zaman yerel teknelerle kıyıdan uzaklaşmadan yapılan yolculuk, tozlu yollardan atların çektiği yaylı denilen arabalarla birlikte devam ediyordu. Yolculuğun en zorlu aşaması Harşit Çayının geçilmesi idi. Akarsuyun doğu kıyısında yığılan göçmenler için karşıya geçmek ‘’kelek’’ tabir edilen sallarla olanaklıydı. Salları varlıklı göçmenler kullanırken yoksul çoğunluk akarsuyun sığ yerlerini aramak için güneye doğru umutsuzca gidiyor bazen karşıya geçebiliyor bazen de boğuluyorlardı. Aile, zorunlu ve istemeyerek yapılan bu uzun tehlikeli rahatsız edici yolculukta sıkça verilen molaların ardından on dört gün sonra Samsun'a ulaşabilmişti.
O günlerde Samsun çarşısı, her kafadan bir sesin çıktığı ve her türlü suçun rahatlıkla işlenebildiği bir karmaşa ve düzensizlik içinde idi. Doğudan gelen çoğunluğu eğitimsiz olan göçmenler ile birden nüfusu artan bu küçük kentte, birbirini tanımayan insanlar, yerli halkla birlikte hiç de güvenli olmayan ortamın paydaşları oluvermiştiler. Yaşam, tüm olumsuzluklara karşın devam ediyor, gündelik zorunlu ihtiyaçlar elden geldiğince karşılanmaya çalışılıyordu. Trabzon’un işgal edildiği haberi Samsun'a ulaştığında Yusuf Efendi bir yandan aldığı göç kararının ne kadar isabetli olduğunu düşünürken bir yandan da geride bıraktığı evi için endişeleniyordu. 

Kiralanan eve yerleşilmesiyle aile bir nefes alabilmiş tam da güvenlik sağlanmıştı derken Samsun limanının bombardıman edilmesi, ardından liman girişine mayınların döşenmesi güvensiz ortamın peşlerini bırakmadığı anlamına geliyordu. Yusuf Efendi ‘’burada da güvende değil miyiz’’ diye düşünürken ailesi için endişeleri artmış huzursuz aksi bir adama dönüşmüştü.

Devam eden savaşlardan ve olup bitenlerden habersiz kocasıyla birlikte yaşayan Hagan Hanım Samsun'un yerlisi olarak zorunlu komşuları olan bu Trabzonlu aileyi ve çocuksuz olmanın özlemiyle de küçük kız Semine’yi pek sevmişti. İnançları farklı olmasına karşın yaşanan savaşın neden olduğu sıkıntılar ve yokluklar iki ailenin yakınlaşmasına komşuluk ilişkileri kurmasına engel olmamıştı. Adeta sürgünde gibiydiler. Yusuf  Efendi için zorunlu ihtiyaçları karşılama  çabasının, yanı sıra yaşamın akışını belirleyen güçlü duygusu, öncelikle güvenlik ve ailesinin bütünlüğünü korumaktı. Emine Anne ise aksi bir adama dönüşen kocasına evine ve çocuklarına karşı sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmenin çabasını çoktandır üstlenmişti. Ailesinin yaşadığı bu zorlukların ve sıkıntıların nedenleri  hakkında bildikleri kocasının ara sıra anlattıklarından öte bir şey değildi.

 Aile bireyleri, Trabzon’daki sakin yaşamlarından bir iz kalmamasının şaşkınlığı içerisindeydiler. Böylesi  günlerin birinde Emine Anneyle , büyük kız Asiyenin çarşı hamamına gitme isteklerine Yusuf Efendi de onay verince, hamama gelmesi uygun bulunmayan küçük kız Semine’nin komşuları Hagan’a bırakılması kararlaştırıldı. Akılları Semine’de kalan anne-kız erkenden gittikleri hamamdan erken bir zamanda çıkıp eve doğru giderken her zaman kalabalık olan ancak bu kez her zamandan farklı bir telaşlı hareketliliğin sokaklarda zaman zaman koşuşturmaya dönüşmesine bir anlam veremediler. Ana kız telaşla evlerine vardıklarında Hagan Hanımla birlikte Semine de evde yoktu. Önceleri korku ve panik duyguları, çaresizlikle bir ağlamaya dönüşmüştü ki iki kadın birbirlerine sarılarak evin merdivenlerine çöktüler. Yusuf Efendi ise verdiği onaydan dolayı vicdan azabı içerisinde karmaşık duygularla ağlamaklı olmuştu. Birden ortadan kaybolan insanların toplandığı alanın  yerini öğrenen Fahri, görevlileri aşarak  korkulu kalabalığa yaklaştığında Hagan hanımı ve kucağındaki kardeşi  Semine'yi bir anda karşısında buldu. Dünyalar onun olmuştu. Kardeşini kucağına alan Fahri, korku ve çaresizlik içindeki Hagan Hanımın ‘’bizi de kurtar Fahri’’ yakarışı, aradan yıllar geçtiğinde aile arasında bir trajedinin ifadesi olarak hep anlatıldı.

TRABZON'A DÖNÜŞ

 Dünyayı paylaşmak için ilk defa büyük bir savaş çıkaranlar istedikleri amaca tam olarak ulaşamayınca hayal kırıklığı içerisinde sonuca razı geldiler. Savaşlardan ve açlıktan bıkan insanların katıldığı, Moskova ve Petersburg’da devam eden grevler ve ayaklanmalar sonucu Rusya’da iktidar el değiştirmiş ve yeni yönetim savaştan çekilmişti. Böylece Trabzon’daki  işgal de sona erdiğinden Yusuf Efendi ve ailesi için yeniden yaşadıkları kente Trabzon’a dönme olanağı doğmuştu.Yusuf Efendinin yeni görev yeri yönetimsel yönden Trabzon’a bağlı şirin küçük bir yerleşim yeri idi.

 Yurdun diğer bölgelerinde devam eden işgallere karşı başlatılan savaş, Mustafa Kemal önderliğinde Ankarada yeni açılan Meclisten yönetiliyordu. Meclisten çıkarılan bir yasanın (Tekalif-i Milliye) gereği olarak her aile bir askeri giydirmekle sorumlu tutulmuştu. Bu görev babası tarafından  evin genç kızı Asiye’ye verilmişti. Asiye aldığı din eğitimiyle kutsal kitabı okuyabiliyordu. Sakin sessiz babasına karşı son derece saygılı kişiliği ile bu görevi başarabilirdi.

 Öyle de oldu. Komşu evdeki arkadaşının dikiş makinesini de kullanarak dikilen  don, fanila, içlik gibi giysilerin yanı sıra  sargı bezleri vd. giyecekler Yusuf Efendi aracılığıyla yasayı uygulamakla görevli komisyona teslim ediliyordu. Eli silah tutanların katıldığı bu bağımsızlık savaşında Fahri de haberleşme (muhabere) asteğmeni olarak görev almıştı. Aile için yeniden endişeli ve tedirgin günler başlamıştı. Gazetenin bir haftalık gecikmeyle ulaştığı bu yerde, Fahrinin ara sıra postaneye gönderdiği telgraflar aracılığı ile kendisinden  güçlükle haber alınabiliyordu. Ailede herkesin  düşündüğü ama yüksek sesle dile getiremediği soru ise Fahri sağ salim eve dönebilecek mi sorusu idi. Haberleşme subayı olmasına karşın Temmuz ayından bu yana Fahri'den haber alınamıyordu. Ailede giderek artan sessiz kederin nedeni, her gün postaneye uğrayan babanın elinin boş olarak geri dönmesiydi.

Trabzon Şehir Yönetimi Başkan Yardımcısı Ioannis Triftanidis, şehre Rus Ordusuyla giren Grand Dük Nikolay Nikolayeviç'i karşılıyor. Resimde ayrıca Yunan Ortodoks piskoposu Hrisantos da bulunmaktadır (Temmuz 1916).

 O gün postane memuru, Yusuf Efendi’yi sabırsız neşeli bir telaş içerisinde  kapıda bekliyordu. Postane görevlisi ile göz göze gelen Yusuf Efendi’nin, Fahri’den gelen haberin ne olduğu konusunda düşünmeye fırsat bulamadan telgraf eline tutuşturulmuştu. Gözlüğünü takan Yusuf Efendi şu satırları sessizce okuduğunda tedirginliği bir anda sevince dönüşmüştü. İzmir postanesinden gelen telgrafta şunlar yazıyordu: ‘’Sağ salim İzmir'e girdik. Fahri. 9 Eylül 1922’’. Evet, Fahri artık bir gazi idi. İşgal sona ermiş işgalciler yenilmişti. Sevinçli haberi eve ulaştıran baba, karısının ve kızının mutlulukları karşısında göz yaşlarının sakallarına düşmesine engel olamadı.

 Dört-beş yıl gibi kısa bir zaman aralığında ki bu zor yıllar aileyi, ulusu  ve dünyayı derinden etkilemişti. Sultanın uyruğu olarak, sultanın mülkünde yaşamanın, ümmet olmanın yüceltildiği bir ülkeden modern bir devlete, yurttaş olunmaya  geçişin tanımlanması aile için son derece karmaşık  bir durumdu.

 Cumhuriyetin ilanı ve gerçekleşen devrimlerle  birlikte toplumda tam bir dönüşüm yaşanıyor, köhnemiş çağdışı kalmış kurumlar çağdaşlarıyla değiştiriliyordu. 

 Önceleri vatan gibi, yurttaş gibi cumhuriyet gibi kavramları akıllarından dahi geçiremeyen bu insanların artık bir vatanları ve yönetimine katıldıkları bir cumhuriyetleri vardı. 

 Asteğmen Fahri ise yıllarca göğsünde gururla taşıdığı İstiklal Savaşı Gazilik madalyasını ölümünden sonra büyük oğlu Ali taşımaya devam edecekti. 

M. Topaloğlu (Y. mimar)
Gercekedebiyat.com

 

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)