ON YEDİ

 

 

hikâye yazın ki başkalarının sorunlarını dert edinmenizin yolu açılsın ve kendi kendinizi yemekten kurtulmuş olasınız.

                                                                                   a. çehov

 

  ‘Niçin dalgınsın bu kadar? Tatile çıkmaktan hoşlanmadın mı? Söyle de yol yakınken eve dönelim. Orada burnumuzdan getirme bizim,’ dedi karım.

  ‘Dalgınlığım düşümden dolayı,’ dedim. ‘Tatili en az senin kadar istediğimi biliyorsun,’ diye de ekledim.

  ‘Ne düşü bu?’

  ‘Öylesine bir düş işte canım.’

  ‘Hiç öylesine bir düş olur mu?’

  ‘Anlamadım?!’

  ‘Yani seni böylesine etkilediğine göre önemli olmalı. Yolumuz uzun ve zamanımız da çok anlat da öğrenelim şu düşünü.’

  ‘Boş ver ya.’

  ‘Uzatma canım hem trafiğe dikkat et hem de anlat düşünü.’

  ‘Düşümde, böyle bir yolculuğa çıkıyoruz. Yolumuz bir köyden geçiyor. Kerpiç bir evin önünde duruyoruz. Sen, inip su istiyorsun, on yaşlarındaki mavi gözlü, sarı saçlı, beyaz tenli, güler yüzlü kızdan. Kız, seni duymuyor ve benden yana olan kapıya geliyor. Camdan bana bakıyor.

  ‘Dedem seni bekliyor,’ diyor. Çağrıyı bekliyormuşum gibi gidiyorum peşinden o kızın kerpiç eve…’

  ‘Ne tuhaf bir düş bu?!’

  ‘Gerisini dinlesen… Daha da tuhaf mı ilginç mi bulursun doğrusu bilemiyorum…’

  ‘Aman aman kalsın düşlerin de senin kadar tuhaf, anlatma gerisini…’

  Düşümün gerisini öğrenmek istemedi.

  Sustum. Gaza bastım.

 Geniş bozkırı ikiye ayıran yol giderek tenhalaşıyordu.

  Yolculuk bitmek bilmiyordu. Sıkıldım. Bunaldım. Havada ateş gibiydi. Bu yüzden gaza yüklendim. Karımın arada, ‘yavaş sür şunu, acelemiz mi var,’ dediğini duyduğum hâlde duymazlıktan geldim.

  ‘Önümüze çıkacak ilk köyde dur lütfen.’

  ‘Niçin?!’ dedim ona.

  ‘Hem hava alırız, hem dinleniriz. Önde oturmaktan ayaklarım tutuldu zaten. Sonra sıcaktan çocuklar da su gibi oldu.’

  ‘Yol üstünde birçok piknik yeri varken niye bir köyde duralım ve köylülerin gereksiz Ahret sorularına kulak verelim.’

  ‘Oralar çok ıssız ve ben öyle yerlerden korkarım.’

  ‘Tamam, istediğin olsun.’

  Yolumuz küçük bir köyden geçiyordu. Ayağımı gazdan çektim. Köye yaklaştıkça içim içime sığmadı. Gözlerime inanamadım. Düşümdeki köydü. İnanmak çok zordu, ama bu köy, o köydü. Yola en yakın kerpiç evin önünde durdurdum arabayı. Sağımdaki bu eve baktım. Düşümdeki evdi!

  ‘İşte o ev!’ dedim.

  ‘Hangi ev, ne evi?! Bir şey anlamadım söylediğin,’ dedi.

  ‘Yolda anlattığım düşümdeki ev, şu eve benziyordu. Hatta bu ev, o ev!’

  ‘Senin gördüğün düşü ben de görmedim ki söylediğinin doğru olup olmadığını bileyim, saçmala.’

  Kapıda bir kız çocuğu göründü. Bize baktı. Yüreğim ağzıma geldi. Tam seçemiyordum, ama bu kızcağız da düşümdeki kıza benziyordu. Emin olmak için seslendim.

  ‘Küçük kız,’ dedim arabadan inerken ben, ‘gelir misin?!’

  Koşarak yanıma geldi. Yanımda benimle birlikte kıza bakan karımın omzuna dokundum.

  ‘İnanamıyorum ya,’ dedim, ‘bu kız tıpkı düşümdeki kız…’

  ‘Sen düşünle gerçeği karıştırıyorsun, ne oldu sana bugün?!’ dedi.

  ‘Hoş geldiniz amca,’ dedi kız gülerek bize bakarken. ‘Dedem de sizi eve buyur etmemi istedi benden.’

  Eşimi ve çocuklarımı unuttum bir anda.

  Davet yalnızca banaymış gibi kızın peşinden yürüdüm. Kız, bir odaya girdi. Ben de aynı odaya girdim. Dikdörtgensi bir odaydı burası. Yarı aydınlık oda yüzlerce adam aynı anda sigara içmiş gibi dumanlıydı. Nefes almakta zorlandım. Yine de heyecanıma ve merakıma yenilerek odaya göz gezdirdim. Bir köşede, bağdaş kurmuş ihtiyarı güçlükle görebildim. Bir süre sonra odanın yarı aydınlığına gözlerim alıştı, böylece onu iyice seçebildim. Uzun bir ağızlıktan sigara içiyordu. Neredeyse onu bir Kızılderili şefine benzetecektim. Öyle kararlı ve kendinden emin oturuyordu. Yanı başındaki küçük pencere açıktı. Buradan odaya giren ışık onun yüzünü tuhaf bir biçimde gölgeliyordu. Ak saçlı ve aksakallıydı. Gözleri maviydi. Teni esmerdi. Küçük kıza odadan çıkmasını söyledi. O da sevinçle odadan çıktı.

  ‘Hoş geldin,’ dedi, ‘yakınıma otur bakalım ey yolcu.’

  Gösterdiği mindere oturdum. Bağdaş kurdum.

  Hiç bilinmez, düşler mi gerçek yoksa gerçekler mi düştür diye. Aklımdan bunu geçirdim. Düşümü gerçekte yaşayacağımı birisi bana söyleseydi asla inanamazdım, ama şimdi bu inanılmazı yaşıyordum.

  Bu yüzden her neyse yaşadığım bozulsun istemiyordum. Düşün içinde bir düşse bile uyanmak güzel olmazdı sanırım.

  İhtiyar içimi okuyordu.

  ‘Düş’ün sonuna varmak istiyor musun?’ diye sordu bana.

  Hiçbir şeyi sorgulamadan, düşünmeden, nasıl, niçin, neden diye aklımdan geçirmeden,

  ‘Evet,’ dedim.

  ‘Öyleyse aç avucunun birini,’ dedi. ‘birkaç damla gözyaşı akıtacağım. Bu gözyaşıma sahip çık. Arkamdaki duvarda bir kapı var, görebildin mi? Bu kapıdan gir ve düşünü yaşa.’

  Sol elimin avucunu onun sağ gözüne yaklaştırdım. İhtiyar, gözünden inci gibi göz alıcı birkaç damla yaş akıttı avucuma. Gözyaşları ateş gibiydi. Neredeyse avucumu delip yere dökülecekti. Dayandım yerimden kalktım. Gösterdiği duvardaki kapıya yöneldim. Kapıyı açmak için diğer elimi uzattığımda kendiliğinden açıldı kapı. Tuhaf bir kapıydı, çünkü bildiğim hiçbir kapıya benzemiyordu. Sonra da kendiliğinden kapandı. Karanlıkta kaldım. Önümü göremedim, odada ne var ne yok, seçemedim. Bir ses duydum sadece.

  -Kara toprak ayaklarımızın altından çekilebilir. Ölüm var, ayrılık var. Sevgileri ve buluşmaları bir başka zamana erteleme. Dostlukların tek taraflı aşklar gibi olmasın. Gönül bahçenin gülleri solmasın. Sevilmek istiyorsan sev.

  Bir ninni gibi dinledim ve içselleştirdim bu gibi sözleri.

 

                        delikanlı! senin kafanın içi

                        yıldızlı karanlıklar/kadar

                        güzel, korkunç, kudretli ve iyidir,

            yıldızlar ve senin kafan

            kainatın en mükemmel şeyidir!

                                               nâzım hikmet

 

  Sesi çıkarabildim bu dizelerin ardından. İhtiyarın sesiydi bu. Öyle yumuşak, içten ve etkili ki…

  ‘Artık gelebilirsin,’ dedi.

  Kapı yine açıldı kendiliğinden ve ben çıkınca da kapandı.

  ‘Aç avucunu göster gözyaşlarımı!’ dedi.

  ‘Ama nasıl olur hiç avucumu açmadım ki!’ dedim. Çünkü o birkaç damla gözyaşından bir im yoktu avucumda.

  ‘Ben sol avucuna gözyaşımı damlatmıştım, sağ eline değil,’ dedi. Gözyaşımla ilgilenmişsin bu yüzden oradaki güzellikleri görememişsin. Koruman gerekenle görmen gerekeni dengede tutabildiğin ölçüde kendin olabileceksin ve yaşamın özüne ulaşabileceksin, unutma bunu asla.’

  Özür diledim ondan.

  ‘Şimdi diğer avucuna da gözyaşı akıtacağım,’ dedi, ‘sonra da o odaya tekrar gideceksin, söylediğimi uygulayacaksın. Unutma herkes ikinci bir şansı hak etmez bazen.’

  Gözyaşı akıttı avucuma.

  Kendiliğinden açılıp kapanan kapıdan odaya geçtim.

  Oda yine zifirî karanlıktı.

  Aynı sesi işittim.

 

 -Birbirine karışmış ayak izlerinin karları kol kola girmiş inciler. Bilmeceni büyütüyor yıllar ve yollar. Narteksler tutuşsun önünde her zaman. Üretken yalnızlıklara sevdalan. Kıymetini bil sana verilenlerin. Sendekilerden başka bir şey veremeyeceğini bir başkasına unutma. Başkası olma kendin ol. İşte hepsi bu...

 

  Odadan çıktım. Gözlerime inanamadım.

  Kapının arkamdan kapanmasıyla birlikte kapı kayboldu. Bir bukalemun gibi duvara karıştı. Duvarda hiç kapı yokmuş ve ben de o kapıdan iki defa girip çıkmamışım gibi. Korktum ve ihtiyara bunun nasıl olduğunu sormadım.

  ‘Gözyaşlarımı göster!’ dedi.

  Her iki avucumu açtım. Gözyaşı yoktu ikisinde de. İçimden bir parça can koptu.

  ‘Kendinle barışık olmanın, mutluluğun anahtarı olan sözcüğü bilmen, bulman gerek. Hadi yolunuz açık olsun genç adam,’ dedi. Başka şey demedi. Küçük pencereye döndürdü yüzünü. Küçük kız, ihtiyar kendisine seslenmiş gibi odaya girdi. Elimden tuttu beni odadan çıkardı, ‘Sizi bekliyor çocuklarınız,’ diyerek.

  Dış kapıya kadar bana eşlik etti. Dış kapıda durdu. Son defa dönüp ona baktım. Güneş gibiydi yüzü ve el sallıyordu. Aynı biçimde karşılık verdim, gülümsemeye çalıştım.

  Karım seslendi:

  ‘Kerpiç evin içi nasıl acaba, merak ediyorum, merakımı giderip geleyim hemen dedin ve bir gittin pir gittin hayatım, gelmek bilmedin bir türlü. Seni içerde tutan şey neydi Allah aşkına söyler misin?’

  Yanıt vermedim. Arabaya bindim. Karım da bindi.

  Çocuklar arka koltukta boğuşuyordu sıkılmışlardı anlaşılan.

  Arabayı çalıştırdım…

  ‘Saatlerdir yoldayız,’ dedi eşim, ‘maşallah sohbetine doyum olmuyor ha.’

  ‘Dikkatim dağılsın istemiyorum, üstelik o köyde çok zaman kaybettik…’ dedim.

  ‘Bugün bir tuhafsın yani,’ dedi burun bükerek.

  Konuyu değiştirmek için,

  İnsanın kendisiyle barışık olmasının, mutluluğun anahtar sözcüğü nedir sence, biliyor musun? dedim.

  ‘Ne bu ya?!’ dedi ciddileşerek. ‘Şimdi de tuhaf bilmecelerle mi uğraşacağım.’

  ‘Neyse boş ver, senin de bugün hiç olmadığı kadar tersliğin üstünde.’

  ‘Sen düşünün devamını anlat da eski kocama kavuşurum belki.’

  ‘Nasıl?!’

  ‘Yani, bütün bunları düşünü sonuna kadar dinlemedim diye yapıyorsun. Bu yüzden anlat da sen eski sen ol, ben de eski ben olayım.’

  ‘Anlatmak istemiyorum.’

  ‘Neden?’

  ‘Çünkü canım istemiyor.’

  ‘Sen bilirsin. İyisi kendi içimizden kendimizle konuşmak, çünkü senin bugün en iyi yaptığın şey bu sanırım.’

  Düşüm mü gerçeğim, yoksa gerçeğim mi düşüm işin içinden çıkamadım bir türlü. Kızım imdadıma yetişti.

  ‘Baba,’ dedi, ‘tatil yapacağımız yerde park var mı?’

  ‘Bilmiyorum, ama olması gerekir diye düşünüyorum!’

  ‘Niçin soruyorsun park olup olmadığını?’ dedi karım.

  ‘Ağabeyimle bahis tutuşmuştuk da…’

  ‘Ne bahsi?’ dedi eşim sert biçimde. ‘Bahisle parkın ne ilişkisi var söyler misiniz?’

  Oğlum atıldı.

  ‘Tahterevallide hangimiz daha çok havada kalacağız diye bahis tutuştuk işte,’ dedi.

  ‘Öyle mi!’ dedi sesim şaşkın biçimde.

  ‘Peki dengede kalırsanız bahsi kim kazanacak?’ dedim.

  Çocuklar gülüştüler. Aniden Arşimet oldum sanki ve ‘Buldum buldum!’ dedim.

  ‘Dikkat et,’ dedi karım bağırarak, ‘bizi uçuracaksın! Söyler misin neyi buldun?’

  ‘Bilmece sandığın sorumun yanıtını buldum,’ dedim, ‘teşekkür ederim canlarım!’

  ‘Bilmece gibi konuşma,’ dedi karım tekrar. ‘Ne sorusu, ne bilmecesi?!’

  ‘İnsanın kendiyse barışık olmasının ve mutluluğun anahtar sözcüğü: denge! Her şey de denge sağlayabilmek, işte bu!’ dedim sadece; kendimle mi konuşuyordum yoksa karıma mı yanıt veriyordum ayırımında değildim doğrusu.

  Dikiz aynasından çocuklara bakmak istediğimde, ihtiyarı görür gibi oldum. Bana bakıyordu ve beni anlamış gibi başını eğmiş hâlde gülümsüyordu.

 

 

ON SEKİZ

 

 

 

düş, tanışmamızdan sonra yaşadıklarımızdır belki

 

 

1

 

   Albümdeki fotoğrafların canımı yakan oklar oldu.

   İçin için ağladım. Ama mutsuzluğun egemenliğine boyun eğmedim.

   Özgürlüğüm için seni benden ayıran göçmen sözcüklerin peşine düştüm.

   Oysa yerleşik sözcüklerin sevdalısıydım.

   Albümdeki son fotoğrafın, çocuklarla çektirdiğin bir fotoğraftı… Afacanlar çok mutlu. Gözleri parlıyor. Sevimliler de üstelik. Ama senin saçların dağınık...

   Gözlerin görünmüyor. Mutsuzsun. Bunu anlamak hiç zor değil, göremezsem de bulutlu gözlerini. Ağlıyorsun sessizce, hissediyorum. Ağladığını çocuklarından gizliyorsun. Dağınık saçlarını öptüm. Seni şiir delisi!

   Fotoğrafın arkasındaki dizeyi yüzlerce kez okudum:

 

GÜL, DALINDA GÜL

 

   Geride bıraktığın fotoğraflar, usuma kazıdığın izler.

   Acı çeken yalnızca yürek değil, bunu bil.

   Yerleşik sözcükler mutsuzluğun egemenliğinden kurtulmak istiyor.

  Çünkü sözcüklerim yenik ve yaralı şimdi...

 

            2

 

   Fotoğraflarından gözlerimi alamıyordum.

   Hep sana bakıyordum. O an fotoğrafın canlandı. Gözlerin göründü. Güneşli gözlerine baktım. İçimdeki boşluğun sen olduğunu anladım. Bu boşluk büyük bir denizdi. Ortasında kendimi gördüm. Durmadan yüzüyordum.

   Nereye, ne için yüzdüğümü bilmiyordum.

   Sonunda yoruldum. Sırtüstü döndüm. Kendimi suya bıraktım, yalnız bir sal gibi. Bekledim. Ne olacaksa olsun artık dedim içimden. Üstümde bulut oluşturan martılar gördüm.

   ‘Uçan bir halı olalım sana, seni kurtaralım,’ dediler.

   Martıların önerisini kabul etmedim.

   Martılar uzaklaştılar.

   Martıların dilinden anlıyorum senin dilinden anlamıyorum.

   İşte buna şaştım.

 

3

           

   Sana kavuşabilsem, göçmen sözcükler tuzla buz olacak, biliyorum.

   Ama sana bir türlü ulaşamıyorum. Üstelik boşluk bir bataklığa dönüşüyor ve beni girdaba kapılmışım gibi içine çekiyor.

   Boşlukta durmakta zorlanıyorum. Eskiden her şey ne kadar da güzeldi. Yanımda da değildin. Ama hep bir umut vardı. Bir gün bana dönebileceğini umut etmek dünyalara bedeldi.

   Düşünüyorum da şimdi:

   Ya gerçekti bu umut, ya da inanmak istediğim bir düştü belki.

   Beni hayata bağlayan tek bağım umut.

   Umudumu yıkma benim.

 

            4

 

                        GÜL, DALINDA GÜL.

 

   Bu dizeyi diline pelesenk etmişsin.

   Acı acı gülüyorum, kendime kızıyorum.

   Niçin mi?

   Bu dizenin anlamını bilmediğimi yüzüme vurmadığın için.

   Savunma mekanizmaları kırlangıç yuvaları. Yuvaların girişleri kapalı bu aşk mevsiminde…

   Yani terk etmiş beni kırlangıçlarım.

   Şiirden anlamayan sensin, martıların dilini bilsen ne yazar dediğini duyar gibiyim şimdi.

 

            5

 

   Boşluk aynı zamanda bir lâmbanın kötü cini…

   Onu lâmbaya bir koyabilsem, her şey düzelecek, kim bilir.

   Mutsuzluğun egemenliğinden kurtulacağım.

   Sana kavuşacağım. Ve birlikte olacağız, eskiden olduğu gibi.

   Bu düşüncelerle beni içine çekmeye çalışan boşlukta tekrar yüzdüm. Kendimi ona bırakmadım.

   Kollarım yoruluncaya kadar…

   Masal gerçekleşti. Ancak bir arpa boyu yüzebildim. Arı kuşu gibi kanat çırparak havada duran albatroslar gördüm yanı başımda.

   ‘Seni taşıyalım. Çilekeşlikten vazgeç. Boşluk bir bataklık, görmüyor musun?’ dediler.

   Hiçbir şey söylemedim. Gitmelerini istedim.

 

            6

 

   ‘Kendini boşluğa bırak! Kendini boşluğa bırak!’

   Bu çağrına kulak vermeden önce bana seslenen sevimli balıklara, sordum:

   ‘Solungaçlarım yok.’ dedim. ‘Sizin gibi değilim ki!’

   ‘Başka çaren yok, soru sormayı bırak artık,’ dediler. ‘Boğulmak mı istiyorsun, öyleyse boğul. Bizi zamanında dinlersen sana bir şey olmayacak inan. Daha ne duruyorsun!’

   Balıklara inandım.

   Kendimi boşluğun girdabına bıraktım.

  Hiçbir çaba göstermedim. Boşluğun dibine indim. Kocaman ve ışıl ışıl bir akvaryumun içindeydim sanki. Kendimi onca güzellikten alamadım bir süre. Bir tanem seni o an unuttum. Sensizlikle ilk kez bu kadar mutlu oldum. Adeta büyülendim. Ama mutluluğum ve seni unutuşum uzun sürmedi. Yakınım da ağlayan birinin sesini işittim. Sesin geldiği yöne döndüm ve yüzdüm. Sırtı bana dönük bir denizkızı gördüm. Saçları siyahtı. Üstelik dağınıktı. Heyecanlandım. Denizkızına acıdım. Usulca sokuldum. Omuzlarından tuttum. Onu kendime çevirdim.

   Senle karşılaştım. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Yalnızca gözlerine baktım.

  Gözsüzdü. Göz çukurlarında çocukların vardı. Birinde kızının, diğerinde de oğlunun yüzü… Ağlıyorlardı…

   Ve öyle anlamlı bakıyorlardı ki bana…

   Seni orada öylece bıraktım.

   Böylece boşluktan çıktım...

 

            7

 

   Şimdi, şiirin gizemli dilini de çözdüm, öğrendim.

   Sana kırgın değilim asla. GÜL, DALINDA GÜL…

 

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)