Hukuk insanlarca oluşturulan bir normlar sistemidir.  Toplumsal ilişkilerin kurulmasında düzenlenmesinde yürütülmesinde bir araçtır. İnsanın tarihselliğinde önemli başarılarından biridir. Bu amaçla çıkılan yolun ereği adalettir. Adaletten başka belirleyiciler bu amaçtan sapmayı oluşturacaktır.

Ne yazık ki pozitif hukuka, yasalara,  normlara -bir düşüncenin nereden türetildiğine bakılmaksızın geçerli kılınması uyulması gerektiğini dillendirir-  bakıldığında adalet fikri ile kimi zaman çelişik, kimi zaman yetersiz,  kimi zamansa ilgisiz olduğunu görüyoruz. Bu nedenle hukukun ana amacından sapmasını engelleme çabaları değer kazanmaktadır. Bu çabalarda,  felsefi bir bilgi olarak etik ilkelere dayanan bir hukuk yaratmada, insan haklarından türetilen niyetlerin çabaların öne çıktığı görülüyor.

Ne var ki niyetler çabalar yeterli, etkili olamıyor. Temel insan Hakları metinlerinin yer aldığı kimi yasalarda bu etik ilkelerin uygulanmasını işletilmesini engelleyen olanaksızlaştıran kimi  önermelerin de aynı metin içinde, hatta aynı cümle içinde  yer aldığını görebiliriz. Bu kusur ulusal yasalarda olduğu gibi uluslararası sözleşmelerde de içeriği bulanık tanımlar kavramlarla ortaya çıkmaktadır. (Kamu ahlakı, kutsalı incitmek, kamu vicdanı vb ). Bu  kusurlar kimi zaman kültürel bir normu korumayı  temel hakkın korunmasından daha önemli saymaya olanak sağlıyor. Böylece hukuk normları türetildikleri yerin farklılığı nedeniyle hem bilgi kuramı hem de etik bakımından farklı nitelikte talepleri dillendirebiliyor.

Kimi zaman normların değerlendirilmesinde normun sağladığı yarar çıkar zarar ele alınmaktadır. Yalnızca sonuçlar bakımından deneysel pragmatik bilgiden bir norm türetilmektedir. (Oysa çoğu yerde yazıldığı gibi, hak hukuken himaye edilen bir menfaat çıkar değildir. Çünkü birinin çıkarı korunduğunda mutlaka bir diğerinin hakkı ihlal ediliyor ona zarar veriliyordur) Bu nedenle aslında hak sahibine teslime borçlu olduğumuz her şeydir.

Hukuk normlarının türetilmesinde / öncüllerinde,  insanın değerinin bilgisinden hareket edilmelidir. Çünkü normlar insanlar içindir, insanlar normlar için değil. İnsanın değerinin bilgisinden, insanın yapısal olanaklarının, sonsuz yaratı ve gelişim gücünün ve tarihsel başarılarının bilgisinden hareket edilerek türetilen normlar, hukukun adaleti gerçekleştirme ereğine giden en güvenilir yol olmaktadır.

Bu yolun temel taşları koruyucu kişi ve yurttaş haklarıdır. İnsanın olanaklarını gerçekleştirmesi, insanın potansiyel gücünü ortaya çıkarmasını sağlayacak olan haklardır bu haklar. Temel hakların korunmasında ilk adımın bu olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Barınma hakkı, beslenme hakkı, sağlık eğitim ve çalışma hakkı. Bu hakları korumak demek, eylemsel olarak gerçekleşmesini sağlamak, icra etmek yerine getirmek demektir. Yerine getirilmezse sadece niyet beyanı ile kalınacağından yazılı metinler düz retorik/söylev olmaktan öte bir şey olmayacaktır...

Sadece insan olduğu için, insanın (kedinin köpeğin taşın toprağın ağacın böceğin değil Çünkü hakkın öznesi insandır.) sahip olduğu, insan haklarından türetilmiş hukukta ve anayasalarda bu koruyucu haklar yurttaş hakları olarak belirir. Bu koruyucu haklar bütün yurttaşlar için ve sürekli olarak korunmuyorsa adaletsizlik, sosyal adaletsizlik vardır. Sosyal adalet fikri geleneklerden kalma sadaka anlayışının çok ilerisinde ve üstündedir. Çünkü birisi ümmet, diğeri eşit yurttaşlık fikrinin eseridir. Adalet nasıl devletin varoluş nedeni ise, sosyal adaletsizlik de etik değerlerin varoluş nedenidir. Sosyal adaletsizlik böylece etik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bir insan kurumu olarak devlet kendi başına bir varlık değildir. Yurttaşların yurttaşları, onların da hep birlikte devleti en dar ve geniş anlamda sömürmeleri ve de “Kaynakları ahlaksal olmayan resmi yollarla yoksulun ihtiyaçlarının karşılanmaması pahasına bir seçkin zümreye yöneltenler” engellenmiyorsa,  sosyal adaletin varlığından söz edilemez. (*)

Sosyal adaleti temel hakların korunmasının ön koşulu olarak ele alan anayasalar insan haklarına saygılı olmayı beyan eden anayasalar değil, insan haklarından türetilen anayasalardır. Anayasanın hukuksal niteliğinin özü budur.

Bu nedenle anayasaların yapılmasında uzlaşma yönteminin, farklı güç odakları, sınıflar tabakalar, toplulukların bir biri ile çelişen yarar ve çıkarlarında uzlaşmış olmaları mutlaka ama mutlaka adaletsizliğin ebesi olacaktır. 

Oysa adalet devletin varlık koşulu ve tesis nedenidir.

Unutmayalım ki anayasa devletle yurttaşlar arasında yapılmış bir sözleşme değildir.

Yurttaşların istemi ve özgür iradeleriyle ortaya koydukları hukuksal bir metindir.

Bir ulusun özlemleri yanında karakterini de yansıtır.

(*) Daha geniş okumalar için bknz:  Adaletin Gerektirdiği Hukuk. İonna Kuçuradi. T F K. Yayını.

Mucize Özünal
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)