Survivor niçin izlenmeli, nasıl izlenmeli?
Aslında soruda “…veya niçin izlenmemeli” seçeneği de olabilirdi. Ancak, bu bir seçim; izlemeyenler için bir şey demeye gerek yok, hiçbir şey kaçırmamış da sayılabilirler. Ayrıca belirteyim ki, sorum “izleme” veya “izlememe” önerisi değil, izlemeyi seçme durumuna ilişkin kişisel bir değerlendirme. Görüşüm, izlemenin, bir “Açıkhava laboratuarında” gözlem yapmak gibi kaçırılmaması gereken bir olanaktan yararlanmak olduğu yönünde. Öyle bir ortam, yapı ve işleyiş ki, toplumun küçük bir örneğine tutulmuş, çok yönden yansı veren bir “aynalar bütünü” gibi… Sürekli değişim halindeki bu yansımalara her bakanın aynı şeyi gördüğü söylenemez. Burada “görme biçimleri” ölçüsünde, algılama, sorgulama ve değerlendirme biçimleri belirleyici önemdedir. Survivor, elbette bir “oyun”! Aylarca süren ve yorum oturumları ayrıca yapılan bu diziyi “oyun olarak izlemek” en olası seçim. Böyle izlendiğinde, süreç içinde çok şey olabilir: takım veya kişi tutmak, kazanmak veya yitirmek, eğlenmek, sevinmek; alkışlamak, üzülmek, kızmak, bağırmak, sövmek; ciddi veya alaycı yorumlar yapmak, ekran başında yorumculara yanıt yetiştirmek, evdeki farklı görüşte izleyicilerle tartışmak, bazen kavga bile etmek… Ve elbette oyuna, amaçlanana uygun olarak “tam katılmak” yani, ücretli kısa ileti, SMS (“es-em-es”) yarışına katılmak… Survivor, “kapitalist toplumda yaşamdan” esinli, oldukça gerçekçi bir oyun; kurgusu, mantığı kapitalizmin işleyişine uyumlu; “kapitalizm” konulu bir tiyatro oyunu adeta. Diğer ülkelerinkini bilemiyorum ama bizimki, oyuncuları, yorumcuları ve izleyicileri ile toplumumuzu oldukça gerçekçi yansıtan bir ayna. Oyuncu düzeyinin toplumdaki düşüşe paralel olarak daha düşük olduğu ve ortalama vatandaşı daha doğru yansıttığı, salgın nedeniyle izleyici rekorları kırdığı söylenen son sezon irdelemeğe uygun ve değer. Survivor’un kapitalist işleyişe uyumu adıyla başlıyor, adı üstünde “hayatta kalma” yani yaşam savaşı. Gerçek bir “ölüm kalım savaşımına göre” -özellikle- yumuşatılmış; çünkü bu, kazanç amaçlı da olsa “bir oyun”. Kapitaliz denen sömürü düzeni ise hiç de oyun değil; her şey katı ve gerçek! Ancak, neoliberal ekonomi adı altında dönülen “vahşi kapitalizm”in, 19. yüzyıldakine göre -istemeyerek de olsa- yumuşatılmış olması benzetmeyi kolaylaştırıyor. Her ikisinde de “işin ucunda açlıktan ölüm yok” gibi. Herkese “hayatta kalacak kadar” bir şeyler mutlaka veriliyor, çünkü düzenin ve oyunun “bekası” (kalıcılığı/sürekliliği) için gerekli. Her ikisinde de ölüm yok ama “doğal ayıklanma” var; katkısı, yararı azalan eleniyor, işsiz/oyun dışı kalıyor. Elenecekler konusunda, birinde izleyici, diğerinde halk, ama her ikisinde de katılımcılar son söz sahibi görünüyor. Söylemde, halk söz ve karar sahibi, yöneticilerin buna saygısı sonsuz ve elbette -haklı, haksız- tüm sonuçlar “halkımızın kararı”; yöneticilerin bunda hiçbir sorumluluğu yok; tam demokrasi! Ve kapitalizmde halk, Survivor’da izleyici verdiği oyun bedelini dolaylı veya doğrudan ödüyor. Tüm oyunlarda olduğu gibi oyunu kuran, oynatan, oynayanları ütüyor ama izleme zevki ve heyecanını onlardan esirgemiyor! Oyun, tıpkı kapitalizm gibi, havuç ve sopa (ödül ve ceza) temeli üzerine kurulu ve bunların çeşitlemeleri üzerinden sürüp gidiyor. Gülünç sayılabilecek değerdeki ödüller bile o “yoklukta” abartılı bir ilgi görüyor, uğruna çekişmeler olabiliyor. Sağlanan ve beklenen kazançla orantılı olarak ödül büyüdükçe yarışma ve çekişme sertleşiyor, küçük çatışmalara yol açabiliyor. Oyuncular arasındaki kutuplaşma, çatışma yandaşlarına yansıyor, yandaşlar arasındaki çekişme ise, kısa mesaj yani para olarak oynatanın kasasına akıyor. Bu nedenle kutuplaşma ve ölçülü çatışmalar hoş karşılanıyor hatta teşvik ediliyor. Oyun kazanan ödüllendirilirken, yitirenler ise bir tür ceza olarak kendi haline bırakılıyor, başının çaresine bakması isteniyor ki bu, ya aç kalmak veya açlığı suyla bastırmak, “cocu nut” dedikleri Hindistancevizi kemirmek, “erzak” varsa tatsız tuzsuz bir şeyler yemek demek. Becerikli yarışmacı varsa, yakaladığı balık ve deniz ürünleri, bayram etmek anlamına geliyor. Belirli aralıklarla, oyun yitirenlerden birilerinin “eleme potası”na girmesi ve oylama sonucu birinin elenmesi oyunun temel kurallarından. Potaya girecekleri yarışmacılar, elenecek olanları ise “halkımız” belirliyor. Yandaşları, desteklediklerini bu ve başka kötü durumlardan kurtarmak için de telefonlara sarılıyor, “parmaklar çalışıyor”, kısa mesajlar buradan da para olarak kasaya akıyor. Böylece oynatan-oynayan arasında değil, yalnızca oynatanlar (patent sahibi ve bayisi) için “win-win durumu” oluşuyor, izleyici ise, tıpkı vergisini veren vatandaş! Bu süreç, yani oyun-kısa mesaj yarışı, en büyük ödüle değin basamak basamak yükselerek finalde doruk yapıyor. Finaller böylece, oynatan için bir tür “hasat zamanı” veya “harman kaldırma”; daha (post) modern deyişle “kâr realizasyonu” (kazanç devşirme) özelliği kazanıyor, verilen son “büyük ödül” ise, temettü, yani kâr payı! Survivor ve benzeri oyunları düzenleyen ve birçok ülkeye patentini satanlar da o ülkelerdeki “temsilci/bayiler” de birer ticari işletme, hayır kurumu değil! Her kapitalist işletme gibi amaçları elbette “kâr, daha çok kâr, en fazla kâr” ama görünüşte müşteri (izleyici) velinimet, müşteri memnuniyeti asıldır; son söz ve karar sahibi odur. Beklenense, oyunculara destek, daha çok destek; dolayısıyla “es-em-es, daha çok es-em-es, en fazla es-em-es…” Bir diğer ortak yan, kapitalizmin özü olan “kazandır, kazan” ilkesidir. Survivor’da da her şey en ince ayrıntısına değin bu ilkeye uygun olarak düşünülmüş, hesaplanmış ve düzenlenmiş. Oyunlardaki aşamalı başarılar, “performans”, dokunulmazlıklar, küçüklü, büyüklü ödüller birer “ara nağme”. Her şey dönüp dolaşıp getiriye, sağlanan “es-em-es”lere yani “kazandırmaya” dayanıyor. Getirisi görece en az olan yarışmacının kendi de yitiriyor, eleniyor (işten atılıyor); yeterli olanlarsa “kazandırıyor, kazanıyor” ve ilerliyor, yükseliyor. İşleyiş finale, yani sezon sonuna dek böylesi ilkelere uygun olarak sürüyor. Benzer son iki kural, yönetim biçimi yönünden. Bilindiği gibi demokrasi (elbette burjuva demokrasisi) kapitalizmin olmazsa olmaz yönetim biçimidir. (Ki, en gelişmişinden diktatörlüğe dek tüm biçimlerinin, “demokrasi” olduğu uygulayanlarca öne sürülür.) Kitaplara göre en kısa tanımı “halkın kendi kendini idare etmesidir.” Söz Uçar kitabımda tanımım şöyle: “Gelişmemiş toplumlarda demokrasi, ağanın bineceği atın köylüler tarafından seçilmesidir.” (Gelişmişlerde fark, ata “hangi ağanın bineceğini” de halkın belirlemesi.) Elbette Survivor gibi organizasyonlarda, yönetici-izleyici ilişkisi, devlet-halk ilişkisi gibi değil, daha çok, kapitalist işletme-müşteri ilişkisi gibidir. Müşteri, işletmenin yönetimini seçme, değiştirme hakkına sahip değildir. Benzerlik, “binilecek at(lar)ın" seçilmesinde son sözün izleyiciye-halka ait görünmesindedir. Tersinden bakıldığında halkın, es-em-es yerine “oy atan” izleyiciler olduğu da söylenebilir. Katılımcıların görece daha ilgili ve eylemlileri vardır; oyunu etkilediğini hatta yönlendirdiğini sanan bu kesimlerden de, sistem, hem destekçi hem de “oyun kızıştırıcı” olarak yararlanır, vitrine (ekrana) çıkarır, seslerini duyurur. İkinci benzer kural ise, yarışmacıların özgürlük sınırlarına ilişkin. Asıl olan, devlette düzenin, Survivor’da organizasyonun güvenliği ve kalıcılığıdır. Bunu gözetmek koşuluyla, yarışmacıların davranış ve söylem özgürlüğü sınırsızdır. Ancak, zarar verebilecek hiçbir davranışın, sözün affı yoktur; aksine hareket edenlere verilecek, oyundan atılmaya varan çeşitli cezalar vardır; devletlerde, rejimi hedef alan eylem ve söylemlere verilen -tabii ki çok daha ağır- cezalar olduğu gibi… Survivor’da, Orwell’ın 1984 romanında canlandırılan ortamın sivili, teknolojik yönden çok daha gelişmişi ve ülkelere göre çok daha etkili olanını görmek olası. Gözetleme de, dinleme de devletlerinkini kat kat aşıyor. Adadaki kampta herkes, her an gözaltında. Yarışmacıların soluk alışı bile kameralarda. Kayıtlar da “Big Brother”ın elinde. Dolayısıyla, yarışmacıların bildiği, bilmediği her şeyi, “tanrı katındaki” yönetenler görüyor, duyuyor, biliyor; istediği gibi değerlendiriyor, açıklıyor, kullanıyor veya gizliyor. Yani “her şey kontrol altında.” Survivor Türkiye, (belki diğerleri de öyle) toplumun, bir kesitini, ortalamasından bir örneği gibi durmakta, toplumu küçük farklarla yansıtmaktadır. Koşullar olağandışı görünse de, tümü gerçek yaşamda her zaman ve yerde görülebilecek türdendir. Giyimden barınmaya, temizliğe, beslenmeye dek pek çok şey kıttır, kısıtlıdır. Bu olağandışı koşullarda karşılaşılan ve sıkça değişen güçlükler, (bazen açlık düzeyindeki) kıtlıklar, sıkıntılar, yalnızlıklar, özlemler, tehlikeler… karşısında, kişi ve takımların birbirlerine ve diğer takıma dönük tutum, söylem ve davranışları da izlemeye değer. Her yarışmacı ve takımın bu durumların her biri karşısındaki, bazen bencil, bazen özverili ama her durumda “önce can sonra canan” diyen çelişkili karar ve davranışlarını görmek olası. Bu yoksunluk ortamında bir tutam pirinç için kavga da, bir lokmayı paylaşma da görülebilir. Dayanışma ve birbirinin altını oyma yan yanadır. Kendini kurtarmak için başkasını oyun dışına itmeye çalışmak olağandır; orada kalmak ana hedef, “kutsal” amaçtır; uğuruna her yol mubahtır. Dolayısıyla yalan, iftira, karalama, tehdit, oyuna getirme, kandırma, övünme, dedikodu, sinsilik, iki yüzlülük, yaltaklanma, laf atma, alay etme, (ölçülü) aşağılama gibi şeyler sıradandır. “Yaşamın doğal akışına” aykırı bir şey yoktur; tersine, daha önce de belirttiğim gibi, çoğu tutum, söylem, tepki ve davranış yaşam gerçekleriyle bire bir örtüşmekte, olanlar yaşamı ve toplumu yansıtmaktadır. Hangi gözle izlenirse izlensin, Survivor’un, yarışma aralarına yerleştirilmiş iki etkinliği, kelime bulma ve “bilgi” yarışması özellikle izlenmeye değer; İster eğlenmek ve yarışmacıların beceriksizliğini, bilgisizliğini görüp kendini iyi hissetmek, ister birinde Türkçe’nin, diğerinde de bilginin sefaletini görüp üzülmek bakımından… Birer örnek: Diyelim ki anlatılan, “kelime”. Anlatan: Hani, masallarda bir “oğlan” var ya, nasıl biri? Bilecek olan: Yakışıklı! Şişman! Deli!... Anlatan: Ya, hani anacığı var, hah, saçı yok… Bilecek olan: Kel! Anlatan: Süper! Şimdi bu, elde. Hani, gömleğimiz eskir, yırtılır, bişi, bişi olur, ne olur? Bilecek olan: Yırtık, pırtık! Anlatıcı: Hayır! Hani parça, parça gibi, bişi, bişi… Bilecek olan: Geç! Anlatıcı: Ya, “lime lime” olacaktı! Bilecek olan: Ee, ne ilgisi var ya? Anlatıcı: Ya, birleştirince ne oluyo, “kelime”, değil mi? Yönetici: Süper anlattın, müthiş yaratıcı, çok zekice, tebrikler… Bilgi yarışması televizyonlardaki yüzlercesi gibi “ağır bir sınav”. Soru ve yanıtlar herkesin mutlaka bilmesi gereken türden! Diğerlerinden farklı olarak, burada doğru yanıt değil, doğruya en yakın yanıt geçerli ve puan getirici. Soru: En yüksek sesli kuşun sesi kaç metreden duyulur? Yanıt-A: İki yüz altmış beş metre. Yanıt-B: Yüz on iki kilometre. Yönetici: Doğru yanıt, yedi kilometre; Baykuş Papağanı. Kazanan A! Tebrikler… Bu etkinliklerde “yüksel performans” gösterenler ve kazananlar, Nobel bilim ödülü kazananlardan daha çok övgü alıyor. Ve “es-em-es”ler artarak geliyor. Son söz: Survivor, isteyenin, hiç beyin enerjisi tüketmeden, yorulmadan, yalnızca gözü ve kulaklarıyla izleyebileceği eğlenebileceği, keyif alabileceği bir program. Milyonlarca izleyici yanılmış olamaz, organizasyon çok başarılı; reyting rekorları, uzun reklam araları ve “es-em-es yağmurları” da bunu kanıtlıyor. Dükkânlarda karınca duası gibi çokça asılan, Arapçası “El-kâsibu habibullah” olan bir söz Türkçe anlamıyla şöyle diyor: Kazanan Allah’ın sevdiğidir (sevdiği kuludur); elbette Allah da sevdiğine “yürü ya kulum” diyecektir. (Deliler Teknesi, Kasım-Aralık, 2020) Ali Günay
Gerçek Edebiyat