Son Dakika

yahya-kemal-beyatli.jpg


Sanatçıların, yazarların sanatçı/yazar kimliklerinin altındaki “insan” genelde okur açısından “gölge”de kalır.

Eğer “biyografik” ayrıntılar sunacağı kimi ipuçlarıyla “eser”in anlaşılmasına, yorumlanmasına katkıda bulunacaksa kuşkusuz bu değerlidir.

Ancak, sanatsal yaratının, somut anlamda “eser”in “biyografi”ye indirgenemeyecek derecede karmaşık bir süreç olduğu düşünülürse konuya daha çekinceli biçimde yaklaşmakta yarar vardır.

Yine de okur olarak “gölge”de bırakılmış bu “insan”ı merak ederiz. Tam da bu noktada şu soruyu sormalıyız:

Sanatçının/yazarın ortaya koyduğu “estetik” yaratı acaba ne ölçüde özel yaşamdaki “olumsuzluk”ların Freud’çü anlamda bir “süblimasyon”udur?

Yahya Kemal’e, -Türk şiirine yaptığı katkıları saklı tutarak-, bir de bu açıdan bakmanın ilginç olabileceğini düşündük...

YAHYA KEMAL

Şanslı olduğu, her zaman dört ayak üstüne düştüğü söylenirdi. Hanedandan olanlar, İttihatçılar ve Cumhuriyetçiler hep ondan taraftılar. Tüm kusurlarına karşın hep gözde olmuştu.

Kuvayı Milliyeciler Anadolu’ya geçmesi için para yardımında bulunmuşlar ama o, parayı alıp Bulgaristan’a geçmişti.

Yine de gözden düşmemişti. Kurtuluş savaşının ardından, tehlike ortadan kalkınca (!) Ankara’ya geldi; sonradan Ulus adını alacak Hâkimiyet-i Milliye’ de yazılar yazdı. 1923’te Lozan’a giden heyette kendisine “danışman” (?) olarak görev verildi. Sonra iki dönem Urfa milletvekili oldu, ama Urfa’ya hiç gitmedi.

1926’da Varşova, 1930’da Lizbon ve İspanya’ya, 1947’de Pakistan’a büyükelçi olarak gönderildi. Büyükelçilik dönemlerinden hatırlanacak tek şey “Endülüs’te Raks” şiiri oldu... 1934-1945 yılları arasında sırasıyla Yozgat, Tekirdağ, İstanbul milletvekili oldu. Milletvekilliği döneminden de akılda kalacak hiçbir icraatı olmadı.

Milletvekilliği yıllarında, Ankara’nın ünlü lokantası Karpiç’e takılırdı. Bir gün lokanta’nın barında genç şair Mehmed Kemal Kurşunluoğlu ve arkadaşlarıyla içtikten sonra, “Ankara Palas’a gidelim,” diyerek çıkmışlar; yolda, “Batan güneşe bakın… İşte ben bu batan güneş gibiyim. Siz de onun çevresindeki kızıllık var ya, ona benziyorsunuz,” demişti.

O günden sonra şairler arasındaki saygınlığını yitirmişti.

Yalnızca bu sözleri mi… “Ankara’nın neresini seversiniz?” diye sorulduğunda, “Gelip de dönüşünü,” demesi de aydınlar arasında tepki çekmişti.

Anlaşılır gibi değildi; geleceğini ve ikbalini sağlayan bozkır kentini böylesine küçümsemesi… Kaldı ki bu “bozkır kenti” büyük bedeller ödenerek kurulan yeni Türkiye Cumhuriyet’inin başkentiydi...

Daha kötüsü de şuydu: Cumhuriyet devrimleri için, -Kurtuluş savaşı sırasında yazdığı birkaç gazete yazısı dışında-, hiçbir yazı yazmadı. Bu konuda neden yazı yazmadığını soranlara, “sanat”la “siyasal dava”yı birbirine karıştırmak istemediğini söyledi, ama “Mohaç Türküsü”, “Akıncılar”, “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar”, vb. çok sayıda şiirini Osmanlı’yı yüceltmek için yazmakta bir sakınca görmedi... Bu konuda en güzel tanımı, “Yahya Kemal Cumhuriyet’in değil, Osmanlı’nın son dönem şairiydi”, diyerek yaptı.

Milletvekilliği bittiği günlerde (1945) Karpiç’in barında pinekler, büyükelçilik beklerdi. Bu görevle emekliliğini dolduracağını düşünürdü.

Atatürkçü Falih Rıfkı Atay’a göre, “Osmanlı emperyalizminin destancısı”ydı o. Eğer böyle bir emperyalizm varsa, destanını o yazmıştı. Ne Türkçü ne Türkçeci, ne de Cumhuriyetçi’ydi o.

Şöyle diyordu Falih Rıfkı:

“Ben yere kapanarak Atatürk’ün ayağını öpen tek adam hatırlarım; Yahya Kemal! Bursa’da ilk rastlayışında öpmüştür. Acaba Anadolu’ya gitmek üzere kendisine yollanan para ile Eskişehir bozgunu üzerine paniğe uğrayarak Bulgaristan’a gitmiş olduğunu unutturmak için miydi? Öyle de olsa, tozlu ayağını öptüğü Atatürk öldükten sonra, eğer anlatılan doğru ise, bir Boğaziçi yalısında:

 ‘Mustafa Kemal diye bir kahramanı o zamanlar lazım olduğu için biz icat ettik… dememeliydi.”

Yahya Kemal’den söz ediyoruz.

Madrid’e büyükelçi olarak gönderildiği zaman Cumhuriyetçiler bir süre iktidara geldiler. 1936 iç savaşından önce, Kral Alfons’la Madrid’den kaçan tek elçi Mustafa Kemal’in ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcisi Yahya Kemal’di. Atatürk asar diye uzun yıllar yurda dönmemiş, Bükreş’te Hamdullah Suphi’ye sığınmıştı.

Mehmed Kemal anlatıyor[1]:

“Hadi siyasal yanı böyle, insancıl yanı da gevşek. Artık söylemede hiçbir sakınca yok. Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanıma deli gibi aşıkmış. Nazım’a şiir öğretiyorum, diye evlerine girip çıkarmış. Yıllar sonra Nazım Hikmet’in hapisten çıkması için arkadaşları imza topluyorlar, Yahya Kemal’e başvurduklarında imza atmaktan çekiniyor. Fakat günün birinde köprü üzerinde Celile Hanımın oğlu için imza toplandığını görüyor, hemen oradan uzaklaşıyor. Babı Ali’de rastladığı bir dostuna şöyle diyor:

‘Monşer, Canan’ı (Celile Hanımı) gördüm. O kadar çirkinleşmişti ki, dayanamadım, kaçtım.”

Yahya Kemal, yıllar sonra emekli oldu, Park Otel’in bir odasında para vermeden sığıntı gibi yaşadı. Hem çok içti hem çok yedi, Osmanlı hayranı kendi kuşağı gibi… Onun için katmer katmer göbeği, kat kat gerdanı vardı. Öldüğünde sandığından, terekesi içinden, oldukça hatırı sayılır parası çıktı, döviz olarak!

Ahmed Agâh adıyla 2 Aralık 1884’de Makedonya’nın Üsküp şehrinde dünyaya gözünü açtı, 74 yıl yaşadı, 1 Kasım 1958’de İstanbul’da Yahya Kemal olarak dünyaya veda etti. Hayatı anılarda, eseri ise hafızalarda kaldı.

[1] Haber Peşinde 50 Yıl, Afa Yayınları, 1993, s:188-191.

Selim Esen

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler