Murat Batmankaya: Türkçe felsefi metin çevirisinde zengin imkânlar sunan bir dil
Edebiyat dünyasının sahne ışıklarından, projektörlerinden ve janjanlı meclislerinden uzakta kendi kozasında didinen, üreten ve yaratan Murat Batmankaya’yı betimlemek için sarf edilecek en doğru sözcük “Edebî Polymath” olabilir. Polymath sözcüğünün dilimizde de fevkalade içerikli bir karşılığı var: Hezarfen anlamına geliyor. Birden fazla disiplinde yaratıcı değerler ortaya koyabilen, elinden çok iş gelen sanatçılar için kullanılıyor. Murat Batmankaya’yı bu tanım içine sokan faaliyetleri saymakla bitecek gibi değil; Editör, yazar, romancı, şair, denemeci, çevirmen, felsefeci, televizyoncu, sinemacı, gazeteci, yayıncı, çocuk kitabı yazarı, eleştirmen ve redaktör. Kendisini çok fazla ön plana çıkarmayı sevmeyen bu özgün edebiyat kişisini Aydınlık Kitap Eki’nde uzun süre yazdığı tadına doyulmaz yazılardan da anımsıyoruz. Murat Batmankaya’nın en çok emek verdiği alanlardan biri de felsefi çeviri. Almanya eğitimli olduğu için felsefenin anayurdu sayılan bu ülkenin dilinden yaptığı çeviriler apayrı bir değer taşıyor. Bu değerli edebiyat insanının geçtiğimiz günlerde iki yüzüncü çeviri kitabı yayınlandı. Evet, yanlış duymadınız. İki yüzüncü kitap geçtiğimiz günlerde Şule Yayınları’ndan çıktı: Önemli felsefeci Henri Bergson’un Manevi Enerji’si...
Murat Batmankaya’nın zaman zaman Murat Aksoy, Elif Argıllı, Mehmet Batman, Mehmet Dürser, Cüneyt Bağlar, Sevinç Aksoy adıyla çeviri ve telif eserler yayınladığını biliyoruz. Nietzsche, Schopenhauer, Franz Kafka, Karl Jaspers, ErichFromm, Sigmund Freud, Stefan Zweig, Angela Sommer Bodenburg, Thomas Brezina gibi önemli yazar ve düşünürlerin eserlerini Türkçemize kazandırmış bir edebiyatçı kendisi. Aynı zamanda çocuk kitabı yayıncılığında özgün işleri ile tanınan ve önde gelen markalardan biri olan Çizmeli Kedi Yayınları’nın da sahibi. Bu ilginç edebiyat insanı ile faaliyette bulunduğu tüm edebi disiplinler hakkında günlerce konuşmak isterdik, ama yeni çıkan Bergson çevirisi dolayısıyla felsefi çevirilerine ağırlık vererek konuşmayı tercih ettik. Son derecede zor ve rizikolu bir iş olan felsefi çeviri nasıl olmalıdır: Uzmanından öğrenelim... SORU: Sayın Batmankaya yukarıda saymış olduğumuz faaliyet alanlarınız dışında atladığımız bir şey var mı? Tüm bu alanlarda ürün veriyor olmak nasıl mümkün olabiliyor? “Edebî Polymat” yakıştırmanız için teşekkür ederim. Lakin olduğum değil de olmayı arzuladığım bir şey bu. Ama yine de birkaç ilave yapayım (içimden kıs kıs gülüyorum): Lisanslı futbolcuy(d)um; Almanya’da SV Schwarz-Weissve Münih Türkgücü’nde oynadım. Bir de müzik var tabii… Ses karganınkinden beter, hiç kuşkusuz; ne ki güfte ve beste olarak, bilhassa üniversite yıllarında “varım” demiştim bu alanda da.
Sanıyorum “oburluk”, üretim yelpazesindeki genişliği tarifte sığınabileceğim en sakin liman. Ne kadar doğru, bunu bilemem. Ancak bu heves, bu iştah, bu çocuksu merak olmasa, yüzüme gözüme bulaştırdıklarım dâhil, hiçbirinde bulunmazdım, bir çaba içine girmezdim herhalde. SORU: Biz sizi daha ziyade editör, eleştirmen ve şair kişiliğinizle tanıyor olsak da geçen günlerde okuduğumuz bir haber çok ilgimizi çekti. Felsefi çevirilerinizin sayısı iki yüze ulaşmış. Bu gerçek mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabiliyor? “Evet, gerçek!” demek, umarım bir övünç, bir böbür, bir tafra olarak görülmez. Eskiden daha çalışkan, daha üretkendim; yaşlandıkça yavaşladım. Hata yapmaktan daha çok korkar oldum. Bu korkuyu bastırabilmek adına da çeviriye kaynaklık eden özgün metnin başka dillerdeki baskılarına da bakmaya başladım. İçimdeki âsîyi susturamadığım anlarda da, dipnotlar imdadıma yetişti. Bazen dipnotu abarttığım söylenir. “Aşkın Metafiziği”ne, o küçücük kitaba yaklaşık 80 dipnot koymak, abartı sayılır mı, bunu okur söylemeli. Dilin yahut kendimin yetersiz kaldığını düşündüğüm durumlarda, okura, bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyorum çoğu kere. Mesela Franz Kafka’nın “Aforizmalar”ını çevirdikten sonra fark ettim ki, özgün metne bakarak yapılan çeviri sayısı az. Aforizma numaraları birbirini tutmuyor. 3’üncü olması gereken 5’inci olmuş. 13’teki bir paragraf 24’üncüye eklenmiş. Bunun üzerine, özgün metni de (Almanca olarak) kitaba eklemeye karar verdim. Sonra yetinmedim, özgün metinden çevrilmiş iki muteber İngilizce edisyonu da ekledim. Böylece okur, hem çeviriyi, hem özgün metni, hem de bunun İngilizce’deki iki versiyonunu görme imkânı buldu. SORU: (Şakayla karışık) Herhalde artık trilyoner olmuşsunuzdur... Bunca kitap... Bunca telif... Hah hah haa… Teliflerden gelen parayı nereye koyacağımı bilemiyorum doğrusu. Latife tabii… Hakikat ise fevkalade acı! 900 sayfalık demir leblebi bir metni dokuz ay uğraşıp çeviriyorsunuz; karşılığında aldığınız telifle üç kişiye yemek ısmarlayamıyorsunuz. Oysa yalnız Shakespeare çeviren Alman dostum, iki yıl önceden hangi ülkeye tatile gidebileceğinin planını yapabiliyor. Küçük bir bahçesi olan müstakil bir evde yaşayabiliyor. SORU: Biz sizi daha çok Nietzsche, Schopenhauer, Fromm, Zweig çevirilerinizle tanıyorduk. Hatta bir dönem bir başınıza Say Yayınları’nın bu alanda ekol olmasını sağlamıştınız. Fakat şimdi Bergson’la karşımıza çıktınız. Bergson’un “Manevi Enerji”sinden biraz bahsedebilir miyiz? Çoğu kere bir yazar, bir metin sizi bir başka yazara, bir başka metne gönderir. Burada da böyle oldu; zira yirminci yüzyılın ilk yarısında etkilemediği düşünür yahut muharrir yok gibi. Kime elimi atsam, bir Bergson selamı, bir Bergson ithafı… Bir kişinin adını duymak, onun birkaç eserini okumak, ona dair üç cümle kurma hakkı vermez kişiye. Baktım, “Gülme”den geçilmiyor. Bu, “sezgi” ve “ahlak”a dair nice şeyin yapı taşında ayak izi olan, hatta bazılarının altına mayın döşeyen biri için hazin bir tablo… Daha önce, parça parça yahut kolajlarla çevrilmiş “Manevi Enerji”; bense, sırtımı daha çok Eugen Diederichs Verlag tarafından EugenLerch çevirisiyle 1928’de basılan “DieseelischeEnergie: Aufsätzeund Varträge”ye dayayıp, sık sık “L’énergiespirituelle. Essais et conférences’nin (Paris: Les Pressesuniversitaires de France) 1961’de okurla buluşan 74’üncü baskısına bakıp karşılaştırmalar yaparak çevirdim. Kavram söz konusu olduğunda tercihim, çoğu kere ikinciden yana oldu. Nadiren de olsa, İngilizceye H. Wildon Carr tarafından “Mind-Energy – LecturesandEssays” olarak çevrilen 1975 Greenwood Press baskısını da referans olarak kullandım. Böylelikle Tanpınar dâhil pek çok yazarımızı etkileyen kişiyi kısmen de olsa tanıma fırsatı buldum.
Tabii “Manevi Enerji” hakkında, bir çevirmen olarak söyleyeceklerim sınırlı. “Bilmek” ile “vâkıf olma hâli” başka şeyler çünkü. İşte bu noktada da Bergson üzerine çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan can simidi uzattı bize. Yazdığı Önsöz’le… SORU: Sanıyoruz Şule Yayınları ile iyi bir frekans tutturdunuz. Fevkalade marjinal felsefi metinler bir bir önümüze geliyor. Kitap basmanın ve satmanın bunca zor ve zahmetli; hatta zarar ettirici olduğu bir dönemde tüm bunlar sorun olmuyor mu? “Manevi Enerji” yakın zamanda basılmış olsa da, aslında eski bir çeviri. Bir yıl yayınevinde bekledi. Pandemi koşulları biraz hafifleyince de baskı aşamasına geldi. İhtimal vermiyordum, ama basıldı. Şule Yayınları’nın sahibi, yazar ve şair Ali Ural, adını Düşüncenin Yapı Taşları koyduğumuz diziyi bana emanet etti. Bu dizi, dünya görüşlerinin ayrı olduğu iki insanın buluşma alanı oldu. Schopenhauer dedim, onca çeviriye rağmen, koskoca bir paragraf eksik çevrilmiş dedim, itiraz gelmedi. Yine iki dille karşılaştırarak çevirdim, basıldı. Onu Nietzsche, Kafka takip etti. Bergson araya girdi. Kierkegaard, Benjamin, Wittgenstein, Freud var sırada. Ancak çok zor ilerliyoruz. Kierkegaard’ın bir metni için 6 ay uğraştım ve bir türlü onun sesini yakalayamadım. Sonra kenara bıraktım. Schopenhauer için de benzer bir şey yaşamıştım. İçimdeki ses itiraz ediyordu sürekli düşünüre… Oysa çevirmen, kendini geriye çekip, yazarı yahut düşünürü olabildiğince eksiksiz, hem ses hem mânâ, hatta edâ olarak aktarmakla yükümlüdür. Bunu şöyle izah edebilirim sanırım: Bir oyuncu, eğer senaryonun ihtiyaç duyduğu kişiyi değil de sürekli kendini oynuyorsa, iyi bir oyuncu sayılmaz. Bir çevirmen de her çeviride kendi sesini baskın kılıyorsa iyi bir çevirmen sayılmamalı. SORU: Sizce bir felsefi metinin çevirirken dikkat edilmesi gereken en önemli unsurlar nelerdir. Sanırız bu, edebi çeviriden bir parça daha zor bir iş. Terminoloji filan istiyor. Sizce de öyle mi? Türkçe, inanmakta zorlanabilirsiniz ama, felsefi metin çevirisi açısından zengin imkânlar sunan bir dil. Arapça ve Farsça’dan dilimize geçen kavramlar da bu zenginliğe dâhil tabii… Dolayısıyla çoğu kavramı aktarırken zorlanmıyorum. Ancak Nietzsche gibi hem filozof hem şair olanlar karşısında durum biraz farklı. Üslup geliştirmiş düşünürlerin çevirileri edebi çevirilere daha yakın durur. Yani bir Kant çevirmek ile bir Nietzsche çevirmek aynı şey değildir.
SORU: Biraz da diğer faaliyetlerinizden söz açalım. Siz ilk gençlik yıllarınızda şair kimliğinizle edebiyat dünyasında belirdiniz. Bugünse neredeyse her üç yurttaşımızdan dördü gerçekten şair oldu ve siz ortalıktan çekildiniz. Bu bilinçli bir tercih mi? Haklısınız; şiirle girdim edebiyat dünyasına. İlk ödüllerimi şiir sayesinde kazandım. Israr etseydim, belli şeyleri gözetseydim, sanırım manzara biraz farklı olurdu. Oysa kendi üslubumu bulmayı daha çok önemsedim. Birleşmekten çok ayrışmayı… Zamanla da bazı şairleri aşamayacağımı fark ettim. Acı, çok acı bir farkındalık bu. Bırakmadım elbette şiiri… Yazdım, hep yazdım. Sadece yayın bağlamında eski iştahımı kaybettim. İki şiir kitabım okurla buluştu. Neredeyse ortak şiirlerle… Sanki birincinin eksiğini ikinci kapatsın dercesine… Hep bir tamamlama arzusu. Mükemmellik arzusu… Bu yıkıcı bir şey! Dolayısıyla yılda üç beş kez şiir yayınlarken belli dergilerde, iki üç yılda bir şiir yayınlar hale geldim. Niceliğin bu alanda bir önemi yoktur nitekim. SORU: Babıâli kültürünü içerisinden tanıyan son kuşak editörlerdensiniz. Babıâli Babıâli iken var olan yayın, düşün ve edebiyat ortamı ile bugünü kıyasladığınızda neler görüyorsunuz? Babıâli’de hemen hemen her koltuğa oturdum; muhabir, fotoğrafçı, editör, redaktör, musahhih, yayın yönetmeni, çevirmen, yazar; dergi sahipliği, yayınevi sahipliği vs. vs. Çok fazla yayıneviyle, dergiyle, dağıtımcıyla bağım oldu. Gördüğüm şu: Babıâli’yi Babıâli yapan her ne varsa, hepsi terk edilmiş vaziyette! Gidenler yalnız kişiler değil; gelenek, ahlak ve nezaket de kervanda… Kimse kimsenin ayağına basmazdı mesela. Yazar ayartmaları olmazdı. Öte yandan, bir eseri yayınlatmak bugünkü kadar kolay da değildi. Fakir Baykurt’u da, Orhan Kemal’i de yeri gelmiş aylarca beklemişler. Orhan Pamuk, ödüllü eserini basacak yayınevi aradı gazete ilanlarıyla… Hatırlıyorum; Murathan Mungan’ın bir kitabı bilboarda çıkınca kıyamet kopmuştu. Ne muazzam tartışmalar… Oysa bugün üçlü koltuğa uzanıp Playboy’a poz verircesine fotoğraf çektirenler var. Gündem oluşturmak için sevgili değiştirenler. Tanıtım yahut eleştiri yazması için eleştirmene, dergi editörüne yemek ısmarlamalar falan… Başka, bambaşka bir dünya kuruldu Babıâli’nin üzerine. Ne hazin ki, o dünya da hazır değildi bu yerleşime yahut misafirliğe. Bu yüzden birçok tutarsızlık, haksızlık ve garabet aldı başını gitti. SORU: Çocuk edebiyatı yayıncılığında da sıradışı bir serüveniniz var. Herkesler, Küçük Prens, Sindrella, Pinokyo, Andersen Masalları, TomSawyer basarak köşe dönmeye çalışırken siz Çizmeli Kedi Yayınları’nda Çizmeli Kedi’yi bile basmadınız. Yüz otuz kadar özgün ve çağdaş çocuk kitabı bastınız. Bunlardan bazıları dünya çocuk edebiyatının günümüzdeki öncü yazarları. Buna rağmen Türk okurunda karşılık bulamadığını görüyoruz. İnsanlar dampingle iki liraya satılan banka yayınlarını okutuyor çocuklarına. Bu konudaki değerlendirmenizi alabilir miyiz? Çizmeli Kedi’yi kurarken, koroya dâhil olmayalım, herkesin çiğnediği sakızı çiğnemeyelim istedik. Edebiyat edebiyattı çünkü bize göre… Dolayısıyla Hikmet Temel Akarsu’nun, Nurgül Ateş’in, Betül Tarıman’ın, Altay Öktem’in, Halil İbrahim Özcan’ın, Derman Bayladı’nın ve daha nicesinin kapısını çaldık. Benzer şekilde Ursula Wölfel, Gudrun Pausewang, Ottfried Preussler gibi kült isimleri tercih ettik. Ve Alman edebiyatının çocuklar için yazan “yeni” isimleri de bu çatının altına aldık. Telif eserlerde çizerleri itinayla seçtik. Onlarla birlikte çalıştık. Bazen onlarca kapak çizmek zorunda kaldı illüstratörlerimiz… Adımız “kıl”a, “huysuz”a çıktı. İçimize sinmeyen bazı eserleri, biz basmış olsak dahi, zamanla eledik. Yani iğneyi hiçbir zaman uzak tutmadık kendimize… Gel gör ki, sattığı kitabın parasını yayıncıya ödemeyen dağıtımcılar yüzünden ötelendik. Bazı öğretmenlerin kapıları nedense hep kapalı ve kilitli kaldı. Çocuğunun okuyacağı edebi eserleri ders kitabıyla karıştıran ebeveynleri aşamadık. Tüm ve başka sebeplerle “butik” yayıncıya dönüştük. Bizim gibi “butik”leşen yayıncılar bir varoluş mücadelesi verirken, büyük sermayeli yayınevleri neredeyse üretim maliyetlerinin altında kitap arz ettiler piyasaya… Sektör kâğıtsızlıktan kıvranırken, milyon dolarlar ödeyip peşin aldılar kâğıdı. Dağıtımcının yetersiz kaldığı noktalarda açtıkları mağazalarla ulaştılar okura. Cep telefonu, ATM bankamatik yahut televizyon reklamları gibi algı değişimi yaratan mecralara gömdükleri parayı hesaba bile katmıyoruz. Ortada bir haksız rekabet var. Üstelik yayıncılığın yazılı olmayan anayasasını da bilmiyorlar. Hiçbir düstur gözetmeksizin tarlaya girip çapalıyor, ekip biçiyor, saçıp savuruyorlar. Buna da “işbilmek” yahut “ticaret” diyorlar. Oysa ortada haksız rekabet var. Nezaket yoksunluğu var. Dahası: İşbilmezlik var! SORU: Tezgâhta başka neler var diye sormayalım size. Onlarca şey olduğunu tahmin ediyoruz. Fakat bunlar arasında hangi alana ağırlık vereceğinizi, yakın planda sizden neler okuyacağımızı soralım... 20 yıldır yazıp bozduğum, adeta didiştiğim romanı bitirebilmeyi hayal ediyorum. “Geçmiş Zaman Tesellileri”nin ikinci cildi hazır. Ama muadili pek çok eser basıldı yakın zamanda. Çekmeceye koydum dosyayı. “Selim İleri Sözlüğü” hazırlamıştım. Ancak bir sebeple iltifat eden yayınevi olmadı. Çizmeli Kedi olarak ise biraz sakin kalmaya niyetliyiz. Daha önce kitabını bastığımız yazarlarla yürüyeceğiz yola. Çizmeli Kedi’ye, pandemi öncesi kurduğumuz Corvus eşlik edecek zamanla. Corvus’ta akademik eserler basmayı düşünüyoruz. Şimdilik bu böyle tabii… Yarın ne gösterir, bilinmez. Teşekkür ediyoruz... (4 Nisan 2022 tarihli Aydınlık Gazetesi’nde kısaltılarak yayınlandı.) Rozerin Doğan
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR