ON ÜÇ

 

geçmişten sakının,

çünkü o her an açılabilecek bir yaradır.                                                                

gogol

 

  Sana kendimden geldim.

  Sen bana inanmadın.

  ‘Hiç kimseye benzetemedim seni,’ dedin.

 

Söylediklerim de yabancıymış sana. Suç benim mi, yoksa senin mi deyişime öyle bir sinirlendin ki… Kırmızı kaplı albümü sarı ırmağa fırlattın. Dönüp baktın çakmak çakmak gözlerinle. Ellerini ceplerinden çıkardın. Ellerinle bütünleşmiş iki silah gördüm. Bir kovboy gibi ırmakta ıslanarak batmaya başlayan albüme ateş ettin. O an üzerine ışık kılıçlar ve oklar yağdı. Nereden atıldıklarını bir türlü anlayamadım.

Sen kaçtın.

 

Yine yalnız kaldım. Kendime ve sana kahrettim.

Senin sözcüklerinle kuşanmış bir tüfektim oysa.

Dışımızdaki zamanın bırakmasıyla hedefime odaklanmıştım. Sana öyle inanmıştım ki…

 

Işık kılıçlardan ve oklardan kurtulmak için sarmaşıkların arasına daldın. Sarmaşıklar, barınaklarımızın saçları. Öylece bekledin. Susmuştum. Bir kumcuktum. Uykusuzdum. Uykuya vurgundum. Kendimi uykunun güçlü kollarına bırakacaktım. Yeni bir düş serüveni yaşayacaktım. Yaşadıklarımı kendime saklayacaktım, bu kez sana anlatmayacaktım. Aklımdan geçen buydu. Ama sözümde duramadım. Sana ağzımı açtım.

 

Ağzım, yaşadığım kentti. Bağlandığım semtti, sokaktı. Usulca girdin bu kente. Sokağımızda kendini gördün, kan gölü içinde. Ürperdin. Şaşırdın. Dondun kaldın bir süre. Ağladın sessizce.  Biri seslendi. Döndün sesten yana. Sesleneni gördün ve tanıdın. Kendini ona göstermeye, bana bir şey olmadı meraklanma sen demeye çalıştın. O, seni hiç duymuyormuş ve görmüyormuş gibi kan gölü içindeki sana baktı. Gözleri yağmur yağdırdı üstüne. Eğilip sana sarıldı. Hemen koşmaya başladın. Uzaklaştın oradan, kan gölü içindeki kendinden ve sana sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlayandan.

 

Yalnızlığımın denizinde yüzdüm.

Nice sonra bir kıyıya ulaştım. Güldüm kıyıya ulaşınca. Çünkü sanal bir yalnızlık deniziymiş sensizlik, anladım. Ve gördüm, narmış aslında dışsal yalnızlığım. İçimdeki benzerlerimi sevdim.

 

  Dönülmez bir yola girdin, git.

  Arkana bakmadan koş.

  Benden mi, kendinden mi, yaşadıklarından mı kaçtığını düşünmeden…

  Niçin kendini kendinde aramıyorsun?

  Bir kez olsun beni dinle.

  Geçmişini unut, geçmişini yak. Küldeki anahtar bu…

  Kalbinin kapısı aç. Gerçeğin ve sevginin suyunda yıkan ve arın gereksiz, geçersiz kuruntularından.

 

Böylece kendin olabilmenin ilk adımını atmış olacaksın, unutma. Dalında çatlamış bir nar gördüm. Zamanın hoyratça nara uzanmış elini de… Zaman narı kopardı. Narın kabuğunu, bana göstere göstere soydu. Nardan yüzlerce ‘ben’ döküldü. Güneş güldü. Zamanın yarış alanına koştu nardan dökülen ‘ben’zerlerim.

 

Yaşadıkça yarışacaktık. Biliyordum. Yaşadıkça yarışan ve yorulan bizler ise üçüncü dördüncü ayaklarına yaslanarak hep bir ağızdan, son günümüzün ve an’ımızın vaktini hiç bilmeden, ama bekleyerek,

 

                        gençliğimde dere tepe gözükmezdi gözüme

                        şimdi bir hendekten geçemez olduk

                        sevinme gün akşam oluyor diye

                        her geçen gün ömürdendir çünkü

                        zaman usta bir törpüdür

                        her insana uydurur bir tabut

 

diyeceğiz.

  Seni duydum.

  Sesin yakınlaşan bir türkü gibi...

  Çevrem aydınlanıyor, günün; ilk ışıkların ardından ışıklarla daha da aydınlanması gibi. Aydınlıkla ve sesinle çoğalıyorum.

  Seni de kendimi de anlamaya çalışıyorum.

 

 

ON DÖRT

 

beni benden bile uzak tutuşun

üzülünce yüzükoyun yatışın

arada bir bülbül bülbül ötüşün

nedendir de güzel gözlüm nedendir?

 

h. hüseyin korkmazgil

 

Suyu berrak olan dereye baktım. Sanık bir yüzle karşılaştım. Yıkıldım. Ateşten bir gömlek giymişim gibi yandım. Sudaki suretim saklanmaya çalışıyordu. Derenin kıyısına oturdum. Ağladım.

 

Omzuma bir kuş kondu. Beyaz bir mendil oldu. Gözyaşımı sildim. Tekrar omzuma koydum. Tekrar kuş oldu. Derin bir nefes aldım. Güneşe döndüm. Açtım iki kolumu iki yanıma. Hayal ettim. Kollarımı kanat gibi çırptım. Uçmaya başladım. Yüksekten uçuyordum.

 

Bir bozkırın üstünden geçiyordum.

Sıcağa aldırmıyordum.

Bozkırda bir kadın gördüm. Bir yakınımmış gibi, ona yakınlık duydum. Yavaşça indim yakınına. Gözlerinde beyaz bir eşarp vardı. Sol memesi açıktaydı. Memesinden süt damlıyordu. Biraz daha sokuldum ona. Dayanamadım memeyi emmeye başladım. Süt tükenmek bilmiyordu. Doymuyordum. Sonunda emmekten yoruldum. Kadına baktım. Gözlerine düşen eşarbı şöyle bir kaldırdım yüzünü görmek için. Göz çukurları boştu. Hemen uzaklaştım kadından. Gariplik bu kadar da değildi çünkü. Kadın, tahtadan bir yontuydu. Korktum. Kadına, emdiğim süte bir anlam veremedim. Tekrar uçmak istedim. Ne yaptımsa, ne düşündümse uçamadım. Olanca gücümle koştum.

 

Bir kum denizinin içinde olduğumu nice sonra fark ettim. Yönümü bilemedim. Gökyüzüne baktım. Güneş tepemdeydi. Gölgem bile öldürücü sıcaktan korunmak için ayaklarımın altına saklanmıştı. Bana yön gösterecek bir kuş ya da emare yoktu görünürde. İçime, kaybolacağım düşüncesi kara bir yılan gibi oturdu. Korku beni içten ele geçirdi. Yine de yürüdüm güçlükle. İki çıplak ayak izi gördüm. İzleri izledim. İki çıplak ayağın taşıdığı bedene ve başa bir an önce ulaşmak istedim. Sonunda iki çıplak ayağa ulaştım. Ölecek gibi oldum. İki çıplak ayak, iki sönmüş mumdu. Yavaş yavaş ilerliyordu. Benim gibi. Ayak biçimindeki iki mum alevlendi birden.

  Heyecanlandım. Yüreğim ağzıma geldi.

  Bir çift çizme büyüklüğünde ve boyundaki mumların ışığı yolumu aydınlattı.

  ‘Ne zaman karanlık oldu ki mumlar aydınlatıyor önümü,’ dedim içimden.

  Bir yanıt veremedim soruma.

 

Yolumu aydınlatan ayak mumları izledim. Bir süre sonra ortalık aydınlandı. Ayak mumlarda aydınlıkla birlikte kayboldu. Gördüm ki bozkırdayım yine. Kendime gelmeye başladım.

Aç olduğumu duyumsadım. Midemin isyanı bastırılacak gibi değildi. Bu yüzden yiyecek aradım. Yiyecek bir şey bulamadım. Gözlerim ellerime kaydı. Ellerimi, parmaklarımdan başlayarak yemeyi düşündüm. O an iki kol gördüm karşımda. Kollar bir görünüp bir kayboldu ve bana türlü türlü yiyecek getirdi.

  Bir daha yiyecek bulamayacakmışım gibi yedim hepsini.

  Yiyecekler tükenince o kollar da görünmez oldu.

 

Yola devam ettim. Öyle bir yere vardım ki geri dönmem veya ileri gitmem olanaksızdı. Sağım, solum dipsiz uçurumdu. Arka tarafım korku, önüm bilinmezlikti. Kendimi zorladım ve biraz daha ilerledim. Önüme bir köşe çıktı. Dönüp dönmemekte kararsız kaldım bir süre, sonra köşeyi döndüm. Ayak bilekleri, kolları ve kafası olmayan bir insan gövdesiyle karşılaştım.

 

Durdum o an. Yutkunamadım.

Gövdeyi üçü küçük, biri büyük dört aslan kemiriyordu. Yanlarından geçemezdim.

Üstlerinden uçamazdım. ‘Ne olursa olsun,’ dedim ve korkumu yendim. Bağırdım. Sesime döndüler. Gözlerime inanamadım. Aslanlar, oğullarım ve karımdı. Kollarımı açtım iki yana, kanat gibi. Gözlerimi yumdum. Yalnızca uçmayı düşündüm. Uçtum yine. Bir serinlik hissettim yüzümde açtım gözlerimi.

 

Bir ağaç gördüm bozkırda. Ahlat ağacı. İndim.

Gövdesine yaslandım. Gölgesine uzandım.

  ‘Bu labirent bozkırdan kurtulamayacak mıyım,’ dedim. ‘Bana yardım edecek kimse yok mu?!’

  ‘Ben varım,’ dedi samimi bir ses.

  ‘Artık düş istemiyorum. Kimsin? Neredeysen çık? Kaçacak, karşı koyacak gücüm kalmadı,’ dedim.

  ‘Yanı başındayım,’ diye karşılık verdi aynı ses.

  ‘Yoksa sen! Benimle konuşan sen misin ey ağaç?!’

  ‘Evet.’

  ‘Ağaçlar konuşmaz ki?!’

  ‘Düşlerde biz de konuşuruz.’

  ‘Anlaşıldı, anlaşıldı… Peki, bana nasıl yardım edeceksin, söyler misin?’

  ‘Bekle ve gör,’ dedi.

  Bekledim görmek için.

 

Ağacın gövdesi bir fermuar gibi açıldı. İçinden bir akkuş çıktı. Akkuş kocamandı. Bindim sırtına. Yükseldikçe yükseldi, sonra güneşin battığı yöne uçtu. Uzun bir yolculuktan sonra yere indi.  Akkuştan indim. O gökyüzünün mavisinde bir noktacık olana kadar onu izledim.

 

Çevreme bakındım ki berrak suyu olan derenin yakınındayım. Dereye eğildim. Sanık yüzümü görmedim bu kez. Sevindim. Elimi, yüzümü yıkadım. Suyun aynasında bir peri gördüm. Öyle güzeldi ki… Elinde sudan bir ayna tutuyordu. Onun tuttuğu aynaya baktım. Çıplak bir beyin, iki göz, iki kulaktan başka bir şey göremedim. Şaşırdım ve elimde olmadan bağırdım.

  ‘Olamaz!’ dedim.

  ‘Aynada ne görüyorsan o’sun,’ dedi.

  ‘Kollarım nerede?!’

  ‘Sana yiyecek taşıyorlar…’

  ‘Ya ayaklarım?!’

  ‘Yollarını aydınlatan ayak mumlar onlar, anımsadın mı?’

  ‘Peki gövdeme ne oldu?!’

  ‘Karın ve çocukların beslensin diye bırakmıştın, unuttun mu?’

  ‘Yüzüm nerede, yüzüme ne oldu peki?!’

  ‘Görüntüyü kurtarmak için durmadan maske takıyorsun ya, işte bu yüzden gerçek yüzünü kaybettin çoğu gibi.’

  ‘Onlar olmadan ben bir şey değilim ki?!’

  ‘Elimdeki aynaya gir onlara kavuşmak istiyorsan ve bir daha kaybetmemek için.’

  ‘Nasıl olacak bu?!’

  ‘Suya dalıyormuşsun gibi yap…’

  ‘Ne kazandıracak bana?!’

  ‘Kendinle barışacaksın ve kendin olacaksın.’

  Söylediğini yaptım.

  Suda yıkandım. Sonra sudan çıktım. Baktım ne dere var ne de peri…

  Yalnızca elimde küçücük bir ayna vardı kendime bakıyordum.

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)