Bir Kitap Bağımlısının Notları ve Enis Batur - 20 / Ali Ulvi Özdemir
Not: Bir Kitap Bağımlısının Notları’nı en son Mayıs ayında yazmıştım. Haziran ve Temmuz aylarında çok istememe rağmen yazımı yazamadım. Son derece yorucu bir öğretim döneminden sonra kitaplarla ilgili yazılarıma geri dönebiliyorum. Ama son derece yoğun geçen (dersleri hazırla-anlat-soru hazır...
194- Radikal gazetesi misyonunu tamamladı ve kağıda basılı hali tarih oldu. Hiç üzülmedim. Tamamen kapansa daha iyi olurdu. Dijital ortamda devam edecekmiş. Buna karşılık Karşı gazetesinden sonra Sol gazetesi de tamamen kapandı. Her ikisi de farklı bir ses olmuşlardı. 195- İnternet kitapların, gazetelerin sonunu getirecek mi? Hala “hayır” diyorum. Ama bir zemin kaybı olduğu açık. Bir çok arkadaşımın artık sadece internetten kitap aldığını biliyorum. Bu durum kitapçıları da zor durumda bırakıyor, bırakacak. Umarım en azından kitapçılar bu yeni düzende yıkılmaz. Çünkü sadece kitap aldığımız yerler değil. Kişisel olarak düzenli olarak girip çıktığım kitapçılarla, orada çalışanlarla bir süre sonra garip bir bağ geliştirdiğimi söyleyebilirim. Hatta hep aynı düzende rafları dolaşmayı seviyorum. Bu alışkanlığımı kaybedersem, bir gün yıllarca girip çıktığım bir kitapçının yerinde başka bir işyeri bulursam sanırım bir yakınımı kaybetmiş gibi üzülürüm. Buna yakın çok az acı var sanırım. Çocukluğunuzun geçtiği bir parkın ortasına bir bina dikilmesi, oturduğunuz evin yılıkıp bir apartmana yer açması... Kabullenmek zor. Ama yıllar önce bir süreliğine de olsa yaşamak mutluluğuna eriştiğim Boston’a kısa bir ziyaret yapan eşimin bildirdiğine göre yüzlerce kez gidip oturduğum, gezindiğim büyük kitapçı (kitap ve kültür ortamı desek daha doğru) hem Borders hem de Barnard and Nobels kapanmış. Bu kitapevlerinde geçen zamanlarımı hatırlamadan duramadım bu haberi alınca. Türkiye’ye bu kitapçılardan aldığım bir çok kitapla geri dönmeme rağmen zaman zaman elime alıp karıştırdığım, alsam mı almasam mı diye tereddit yaşadıktan sonra geri koyduğum kitapları düşünmeden edemiyordum. Hatta yıllar sonra gitsem bulabilir miyim diye aklımdan geçirirdim. Örneğin bu kitaplardan biri “Dünyanın En Muhteşem Küçük Evleri” ya da buna benzer bir adı olan bir kitaptı. İnsanın yaratıcılığı için farklı bir kulvar açması bir tarafa, kitaptaki evlerin hemen hemen hepsi için “keşke benim de böyle bir evim olsaydı” dediğimi hatırlıyorum. Estetik ve akılın muhteşem birleşimi için harika bir konuda hazırlanmış harika bir kitaptı. Amerikaya gitmeden önce keşfettiğim Bukowski’nin Türkçeye hala çevrilmemiş şiirlerinin de içeren “Bone Palace Ballet, New Poems”, “Septuagenarian Stew” gibi kitapları da bu kitapçılardan almıştım. Geniş bir mekanda düzenlenmiş kitapları, istediğiniz kitabı ya da dergiyi alıp saatlerce okurken kimsenin size karışmadığı kafeteryası ile Borders zaman geçirmek için muhteşem bir yerdi. Özleyeceğim. Başta Amazon olmak üzere dijital ortamın, daha az maliyetsiz satış rekabetine dayanmaları geleneği terkedip yeniye tapınmada öncü bir sosyal ortamın geçerli olduğu Amerika ortamında olanaksızdı bir bakıma. Çok üzüldüm. Ne kitaplar, dergiler karıştırmıştım orada. Kitap dünyasının konu ve biçim olarak (“biz de neden böyle kitaplar yok?” dedirten) genişliğini oralarda kavramıştım. Çok üzüldüm. 196-Türkiye’nin en çok kitap yayınlayan yazarları olan (Selçuk Altun’un Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayınlanan Ağustos 2014 tarihli Kitap İçin başlıklı yazısında “Enis Batur’un yazdığı kitaplar şimdilik 140’ı aşmıştır.” diyor. Bence bu rakam birincilik için yeterli). Enis Batur’un Kitap Evi hoşuma gitti. Hoşuma giden Enis Batur’un roman yazması aslında. Nedense şiirlerine ısınamadım. Zaten şiirden anlamam. Daha önceki roman denemeleri ise bana biraz sıkıcı gelmişti Enis Batur’un. Niyeyse her romanı bende “roman denemesi” izlenimi uandırmıştı. Ama ilk kez, bunu söylemek zorundayım, Enis Batur’un yazdığı roman gibi bir romanla karşılaştım. Üstelik kitaplarla iç içe bir yaşamı olan, büyük olasılıkla Türkiye’de en çok kitap yayınlayan kişi olma ünvanına sahip birinin yazdığı, hem de kitaplarla ilgili, kitap tutukusuyla ilgili bir romandan söz ediyoruz. Bir kaç “küçük” eksiği var. Birincisi kısa olması. Bir kitap tutkununa (bu açıdan eşiyle sorunlar yaşamaya başlamış-ki tanıdık bir durum) birine kalan bir kütüphane çevresinde gelişen konusu var romanın. Böyle bir konuyu Umberto Eco’nun Gülün Adı gibi hacimli bir romanda işlemesini isterdim Enis Batur’un. İkincisi, kitaplara olan tutkusu yüzünden eşiyle sorun yaşamaya başlayan romanın kahramanının “onyedi yıllık birlikteliğimiz boyunca hiç bu denli katılaştığına tanık olmadığı”nı söylediği eşi ile ilgili gerilime yeteri kadar yer verilmiyor romanda. (Bu arada ben de onyedi yıllık bir birlikteliği geride bıraktım romanı okuyup bitirdiğim ayda. Hayırdır İnşallah diyelim!) Kitaplardan söz etmeyi seviyor Enis Batur ve iyi ki de seviyor. Ve bir çok not edilesi cümle veriyor bize bu tutkuyla ilgili: “Kitap mecnûnu bir tür evrensel âdemdir; hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları biribirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp aynı kararlar çıkar. Farklı hareket etmeyi düşlemeye bayılırlar ya, bunu hayata geçirdiklerine rastlanmaz. Dilini hiç tanımadıkları, alfabesini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin. Gece yürüyüşlerine çıktıklarında, ışığı yanan bir pencerede, duvarı kaplamış bir kütüphane görür görmez durur, bakar, sonra da imgelemlerinin bir kenarında içeride yaşayanın, yüzünü olsun tanımadıkları birinin hikâyesini kurmaya koyulurlar. Pencere zemin kattaysa, düpedüz mütecaviz kesilir, sırtlarından kitapları teşhis etme alışkanlığının sağladığı beceriyle kütüphanenin gen haritasını çıkarmaya çalışırlar. Konuk çağrıldıkları evlerde, evsahibinin kütüphanesi salona kurulmamışsa, terbiye sınırlarını zorladıklarını bile göre, mahrem alana geçmenin bir yolunu bulurlar. Gerçek kitap tutkununun merakına ket vurma, önünde açılan küçük evrenin ortasına dalma isteğini erteleme olanağı yoktur. Sıra tanımaz bu tutku, sıraya koymayı bilmez. Kitap dünyasında, yalnızca yazmanın sırası vardır.” (Kitap Evi, Sel Yayıncılık, Birinci Baskı, Mayıs 2014, s. 26-27) Daha başka alıntılanacak çok fazla cümle var aslında romanda. Özellikle bir kitap tutkunu için. Örneğin şu cümle: “Her okur kitaplığında kapağını açmadığı kitaplar da olsun ister. Onların vaadlarını önemser. Ummak, hayatın en sağlam fiillerinin başında gelir. Ne yazık ki yanıbaşında ukde dikilir: Okuyabileceklerimi tartsam, okuyamayacaklarım ne kadardır? Akıllı okur, belli bir yaşa geldiğinde tevekkül duygusuna erişmeyi başarır: Bütün susuzlukları sonuna dek giderebilecek su görünmezdir.” Kitap tutkunu olup da bu muhasebeyi yapmayan olmuş mudur? Sanmıyorum. Enis Batur, yer yer deneme içerikli bölümler de eklemiş romanına. Bu bölümlerde kitap ve kitap tutkusuyla ilgili bir çok düşüncesini dile getirmiş. Örneğin bir yerde şöyle diyor: “ben kitaplarını oyalamak, kandırmak, sıkıntılardan uzaklaştırmak için yazan hiçbir yazarı kütüphaneme sokmadım.” (s. 48) Sanki bazı yazarlara mesaj gönderiyor. Benim aklıma ıkına sıkına yazan ünlü bir yazarımız geldi bile. Romanın bir yerinde kendisine kitaplık bırakan “beyefendi” nin beğenilerinden söz ederken (sanki) Enis Batur’un sev(e)mediği yazarların ve türlerin dökümünü buluyoruz: “...bazı yazarlar Kitap Evi’ne girmeye hak kazanmamıştı: Steinbeck, Kemal Tahir, Murakami hiç rastlamadığım isimler arasındaydı. Beyefendi, tıpkı benim gibi, bilimkurguya kapalı kalmış okurlardan dı. Beat Generation üyelerinden tek bir kitap görememiştim içeride.” (s.87) Başka bir yerde de yazarlık konusuna geçiyor Enis Batur, ki katılmamak olanaksız: “Kendi payıma, yazarların erkek/kadın diye ayrılmasını hepten yanlış bulurum; ‘kadın yazar’ tamlamasının kullananı alçattığına inanıyorum.” (s.59) Oysa ülkemizde yazarlık ve aydın olmak gibi nitelikleri yetmiyormuş gibi “kadın yazar”, “Kürt yazar”, hatta “Kürt kadın yazar” gibi etiketleri kullanan ya da bu sıfat ve etiketlerle anılmaktan rahatsız olmayan, böylece magazin basınında ünlü yazar kategorisine ulaşan çok yazar/şair bozuntusu var. Ne hazin. “33 sünni vatandaşımız öldü” demek kadar garip. Gerçek bir yazarın, aydının, memleketi, dini, cinsiyeti, kimliği, kökeni olur mu? 197- Mayıs-Haziran-Temmuz dönemi çok yorucu bir iş temposuyla geçse de epeyce kitap okumadım değil. Bunlardan biri Panait İstrati’nin Baragan’ın Dikenleri, adlı romanı. Bu yıl Panait İstrati’nin 130. doğum yıldönümü aynı zamanda. Baragan’ın Dikenleri, Panait İstrati’nin kendini duyurmayı başardığı ve gerçekten çok önemli bir yapıt. Bazen bir bilimsel gerçeği bir edebiyat eserinden çıkarmayı eleştiriyorum. Ama edebi eser kişisel deneyimlerin bir sentezi ise, anı kadar değerli olabiliyor ki Baragan’ın Dikenleri böyle. Çok önemli çıkarımlarım oldu. Örneğin bugüne kadar sadece İslam kültürünün yanlış yorumlarından biri olarak bildiğimiz ve “alın yazısı” kavramı çevresinde, toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu kaçınılmaz bir sonuç, asla değişmeyen, değişemeyecek bir yazgı olarak ele alan inanışın Ortodoks Hıristiyan inanca sahip yoksul kesimlerde de aynen var oluğunu Panait İstrati’nin bu romanında çok net görüyoruz. Dolayısıyla sınıfsal yakınlığın dinsel inanç ve etnik farklılıkları aşan bir boyutu olduğunu, aslında dini ve etnik farklılıkların yüzeyselliği (simgeselliği) yanında en güçlü kimliğin yoksulluk (proleter kimlik) olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla dini, mezhepsel, etnik ya da diğer farklılıkların aslında sömürenler ve sömürülenler gibi iki temel kümenin varlığını örtme işlevi gören yapaylıklar olduğunu da anlıyoruz. Bir roman gerçeği bilimsel bir eserden daha güçlü bir biçimde ortaya koyabilir mi? Eğer romansa, gerçeği bilimsel bir eserden daha güçlü bir biçimde ortaya koyabilir. Eğer gerçeği, bilimsel bir eserden daha güçlü bir biçimde ortaya koyuyorsa romandır. Bu durumda aslında kavramlar, imgelerin peşinden giden toparlayıcılar oluyor. Küçücük bir roman, Baragan’ın Dikenleri, bunları düşündürttü bana. Yer yer Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin uzaktan ses verdiği bir roman aynı zamanda. Tabii İnce Memed, daha kalın bir kitap! Buna rağmen Baragan’ın Dikenleri,’nde evrensellik boyutu daha yüksek. Bir başka deyişle İnce Memed, daha yerel kalıyor. Buna karşılık İnce Memed, başlıbaşına bir dünya iken Baragan’ın Dikenleri, yüzümüze üflenen bir nefes gibi. 198-Bu dönemde okuduğum Tarih kitapları bir çok açıdan çok doyurucu kitaplardı. Doğan Avcıoğlu’nun çoktan bir klasik olmuş 5 ciltlik Türklerin Tarihi’nin ilk cildi bunlardan ilkiydi. Aslında dizi 5 ciltlikti, ama yakın zamanda Doğan Avcıoğlu’nun 1983 yılında ölümünden sonra Doğan Yurdakul tarafından hazırlanmış ve dizinin 6 kitabı olarak 2013 Kasım ayında Osmanlı’nın Düzeni adı ile bir kitap yayınlandı. Doğan Avcıoğlu’nun hayattayken yayınlamaya fırsat bulamadığı, daha doğrusu kitaplaştıramadığı notlarının düzenlenmiş haliydi bu 6. cilt. Buna rağmen içeriği ve kitaba harcanan emek yüzünden hoşuma gitti. Ancak diziyi en başından okumak isteyince elime 1. cildi aldım. Sırayla devam edeceğim. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu kadar bilgi yoğun bir kitap uzun zamandır okumamıştım. Her satırından önemli bilgiler fışkırıyor. Altını çizerek okuma alışkanlığım yüzünden çok yavaş ilerleyebildiğim bir kitap oldu. Neredeyse tüm satırların altını çizecektim. Ancak bu ilk cilt kurgusal olarak, yani konuların aktarım sırası, kitabın düzenlenişi açısından bana göre yeteri kadar iyi hazırlanamamış gibi geldi bana. Bilgi anlamında Doğan Avcıoğlu’nun yaptığı okumalar, ön hazırlıkları, bilgi kaynaklarının zenginliği ve konuları tartışması açısından diyecek bir şey yok. Ama her zaman bunlar yeterli olmuyor. Bilginin kitap olarak sunulmasında , konuların bölümlenmesi, sıralanması gibi sorunlar da önemli. İşte bu noktada Avcıoğlu’nun Türklerin Tarihi dizisinin bu ilk cildine başarılı diyemeyeceğim. Alıştığımız tarihin kronolojik akışına uygun değil ilk olarak. Gerçi bu gerekli değil ama ilk ciltte konuların sunuluşu açısından neredeyse hiç sınır yok. Belli bir dönem, belli bir konu gibi hiçbir çerçeve bulamadım. Bilgi akışı kronolojik değil. Yer yer tarihin bir noktasından farklı bir noktasına atlayıp farklı konulara girilebiliyor. Örneğin “Anadolu’nun Türkleşmesi ve Türkmen’in Dramı” bölümü gibi kültürel-iktisadi bir düzlem (s.107) sonrasında çok eskilere dönülüp Afrika’da ilk insanın ortaya çıkışıyla ilgili bir bölüme ve antropolojik-sosyolojik bir düzleme geçiliyor (s.206) Sonra “Attila’yı Öldürme Planı” gibi bir bölümde neredeyse saat saat bir tarihi hikaye anlatımı bölümü var. Bir yerde on yıllar bir satırda geçiyor, bir yerde bir saat bir sayfada anlatılıyor. Hepsi aynı kitapta. Dönemselleştirme ve kronolojik bir çerçeve de yok. Siyasal tarih de değil tek başına, iktisat tarihi de. Hatta tek başına Türk tarihinin bir bölümü de değil. Hepsi var. Dahası sosyoloji, antropoloji, metodoloji gibi bir çok alt çerçeve de var. Elbette bir tarih kitabında bunların hepsine yer var. Ancak bu çerçevelerin birinden diğerine geçişlerde sorun var. Bu tür parantez içi açıklamalar iç içe verilirken belli bir sistematiğin düşünüldüğünden kuşkuluyum. Kısaca bilgi var ama sunum kötü. Bütün bunlara yer yer gelen uzun dipnotları da eklersek konuları kavramak zorlaşıyor. Bazen çok önemli bilgileri dipnotların bir köşesine sıkışmış biçimde bulabiliyoruz. Örneğin Yalçın Küçük Hoca’nın kitaplarında bu parantez içi bilgiler “Metin İçi Ek” formatında ya da bölüme ek ayrı başlıklar altında veriliyordu. Sanırım Doğan Avcıoğlu notlarını düzenlerken seçim yapma aşamasında, konuların tarihin değişik dönemde olup bitenlerle bağlantı noktalarını düzenlemede sorunları olmuş. Keşke eleştirel bir aşamadan geçtikten sonra bu ilk cilt tekrar yayınlanabilse. Ama içerdiği bilgiler açısından kitaba diyecek bir şey yok. Solcu bir yazarın da Türk tarihini kompleksiz bir biçimde ele alması başlı başına önemli. 12 Eylül’den sonra Türk tarihi daha çok sağ kesimden hocalara bırakıldı ve oldukça şoven, ırkçı, çarpıtmalarla ve gerçekleri örtme çabasıyla dolu bir tarih yazımı ortaya çıkmıştı. Sadece bir tek örnek vermek isterim. Selçuklular zamanında, sonrasında Timur döneminde bile saray teşkilatında “Şaraptar” ismini alan saray görevlileri var. Şoven yazarlara göre şaraptarların görevi hükümdara şerbet ya da diğer meyve sularını ve benzeri (alkolsüz) içecekleri sunmakmış! Bu en basit örnek. Bu yazarların elinde tarihin nasıl çarpıtıldığına ilişkin fikir veriyor sanırım. Niye? Çünkü İslamiyeti kabul etmiş bir devlet yönetiminde şarap olmazmış. Gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum. Koca koca ünvanlı sağcı yazarlar Türklerin İslamiyete bir gecede ve tam, eksiksiz olarak geçtiğini düşünüyor. Oysa uzun yıllar bu geçiş simgesel kabullenmelerden ibaret olmuş durumda. Bana sorarsanız Türklerin “İslamiyete Geçiş” süreci bugün hala devam etmektedir. İslam dediğimiz çok uzun süre ince bir örtü durumunda olmuştur. Bu örtünün altında da eski anlayışlar ve alışkanlıklar bugüne kadar gelmiştir. Örtünün kabul edilmesi de gönüllülükten ziyade kılıç zorudur. Ama sağcı yazarlar bu kısmı bildikleri halde geçiştiriler. Ve bu bugün bile tamamlanamamış “İslamiyete geçiş” süreci 20.yüzyılın başına kadar büyük halk kitleleri bakımından böyledir. Kuran-ı Kerim’in okunması bile son yüzyıla kadar nüfusun %4-5’i kadar oldu. Okumama, bilgisizlik hala devam ediyor. %99 müslüman denilen kitle de tam bir aldatmaca. Türkiye’de bugün hala en çok kitleye sahip olan din maalesef cahillik dinidir. Doğan Avcıoğlu bu ilk ciltte sağ kesimin tarih yazarlarını da incelemeyi görev bilmiş. Onlardan alıntılara yer vermiş. Bu komleksiz tavır, bilimsel kaygının ve gerçeğe ulaşma çabasının bu kitap dizisinin önceliğini oluşturduğunun en önemli kanıtlarından biri aynı zamanda. Aynı şeyi sağ kesim tarih yazarlarında bulmak neredeyse olanaksız oysa. Doğan Avcıoğlu’nun Türklerin Tarihi kitap dizisinin 2. cildinin daha akıcı ve daha iyi kurgulanmış bir kitap olacağını düşünüyorum. Bana göre tarih çalışmalarından çerçeve oluşturmak ve başlangıç aşamalarını geçmek hep en zorudur. Çünkü hiçbir olay diğer olaylardan bağımsız ve boşlukta değil. Dolayısıyla ilk aşamayı geçince konuyu çerçevelemek daha kolay oluyor. Sonuçta ikinci ciltten itibaren konuların işlenişinde teknik olarak daha iyi bir düzey bulacağımı düşünüyorum. Ancak neresinden bakarsak bakalım Doğan Avcıoğlu’nun Türklerin Tarihi, hala aşılamamış, efsane bir yapıt. Bana göre Yalçın Küçük Hoca’nın Tezler dizisi ile aynı yerdeler. Tarih bilgisine ulaşmak isteyen herkes için zorunlu olarak okunması gereken temel kitaplar arasındalar. 199-Sağ kesimin dürüst tarihçisi, eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Ali Birinci Hoca’nın “Tarihin Kara Kitabı” adını taşıyan son kitabı gerçekten tarih yazımının karanlık yüzünden söz ediyor. Zaten kitabın alt başlığı “Tarihçiliğimizde Usul ve Ahlak Meseleleri” adını taşıyor. Ali Birinci Hoca kitabının ikinci bölümünün “Kitap, İlim ve Üniversite Hakkında Düşünceler ve Tespitler” alt başlığını taşıyan kısmına şu cümleyle başlıyor: “Üniversite mefhumunun hatırlattığı ilk şey kitap olmalıdır.” Ne kadar da doğru. Bu bölümde art arda birbirinden değerli saptamalar var. Aslında hepimizin katılacağı saptamalar bunlar. YÖK’ün niteliğinden, üniversite rektör seçimlerine, öğretim görevlilerinin yazmaya olan genel uzaklıklarından (TV’de konuşmak daha cazip elbette son dönemde) kitap okuma alışkanlığının giderek azalmasına kadar bir çok konuda dürüst ve açık sözlülükle hepimizin kabul edeceği saptamaları var Ali Birinci Hoca’nın. Okudukça utanıyor insan. Şöyle bir cümleyi de sıkıştırmış Ali Birinci Hoca bu bölüme: “Halbuki iki şeyin vekaleti olmayıp bizzat ifa edilmesi gerekir. Buınlardan biri hocalık, diğeri ise kocalıktır.” (Hitabevi Yayıncılık, Ankara , Şubat 2014) Ali Birinci Hoca’nın “Köylülük” eleştirisi ise bir çok solcuyum diye geçinenden çok daha ilerde açıkçası. Bilim ahlakı, bilimde kalite ve üniversitelerin ve akademik hayatın özelde tarih yazımının iç yüzüne tutulmuş bir ayna niteliğinde bir kitaptı. Kitabın görsel malzemeleri, baskı kalitesi de mükemmel ayrıca. 200-Çizgi roman okumak yakamı bırakmıyor. Tatile geç girmekle birlikte elimde birikmiş çizgi romanlardan önceliği Julia’ya verdim. Şubat’ta çıkan Almanak’ın özelliği bizi Julia’nın gençlik ve üniversite yıllarına götürmesi. Kitaptaki her iki macera da oldukça doyurucu geldi bana. Mayıs 2014’te de Julia’nın 7. cildi yayınlandı. Kurgusuyla, hikayeyi işleyişiyle, çizgileri ve senaryosuyla bu ciltte çok hoşuma gitti. Karakterlerin psikolojik çözümlemesi de Julia’ya yakışır düzeydeydi. “İyi polisiye iyi edebiyattır.” diye bir söz var. Çizgi romanı da unutmamak gerekiyor. İyi çizgi roman da iyi edebiyattır. Bol kitaplı günler dileğiyle… Dr. Ali Ulvi Özdemir Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR