Teksir gitti devrimcilik bitti! '70'lerden notlar
1970’ler artık yarım asır geride kaldı. İyisiyle, kötüsüyle ne günler yaşadık. Bunların bazılarını birçok kişi, bazılarını da sadece birkaç kişi hatırlar. Bizimle birlikte yok olmasın, tamamen unutulmasın diye aklımda kalanları ara sıra kaydediyorum. Gerçi sonunda her şey gene unutulacak, ama hiç değilse o günlere ilgi duyanlara küçük notlar aktararak dönemin havasından birkaç nefes iletmiş oluruz. (1) KARA TREN VE ASYA TİPİ ÜRETİM TARZI Tüm İktisatçılar Birliği’nin tüzüğüne göre, sadece iktisatçılar değil, iktisada ilgi duyan herkes üye olabiliyordu (bizde ne numaralar var). Hal böyle olabilince, her genel kuruldan önce rakip gruplar dernek yönetimini ele geçirmek üzere üye oluyor, ama biz her seferinde durumu yakından izleyip, onların iki katı üye kaydediyorduk. Kaçın kurrasıyız. Bizden, hem de öz be öz bizim kentimizde, canım Ankara’mızda elimizden dernek alacak siyasetin alını karışlarız, dokuz kat düğüm atıp çöpe bırakırız. Ankara’nın her taşını, her ağacını, her köşesini, “herkeşlerinin” ruhunu biliriz. Ankara bizim kollektif mülkümüz. İşte, demokrasinin dibi bizde. Ama çok da çalışıyoruz, okuyoruz, yazıyoruz. Boru değil yani. Her Salı TMMOB salonunda herkese açık herhangi bir güncel konuda konferans, Çarşambaları ise dernek merkezinde (bu “merkez” lafı bayağı ağırlık katıyor. Genel Müdür veya Genel Başkan gibi. Dernek Genel Merkezi... lafa bak lafa, sanki 36 şubesi varmış gibi, ben ikisinden de oldum. Genel Başkan olarak her sabah derneğe gelir, çayı koyar, sobayı yakıp işe başlardım. 1980’lerde de çalıştığım kuruluşta Genel Müdürlükten istifa edip ertesi sabah başka bir yerde ofis boy olarak işe başladım, çok hoşuma gitti) sadece üyeler için ekonomi ağırlıklı kapalı tartışmalar yapılıyor. Bu haftanın konusu Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT). Konuğumuz değerli Korkut Boratav. Konuşma için salonu düzenleyip sandalyeleri dizerken, üyeler birer ikişer geliyor, sohbet ediyoruz. Üyelerimizden birisi de büyük bir kamu kuruluşunda çalışıyor. Şimdi 70’ini epey geçmiş olmalı, Allah uzun ömürler versin. İşçi ama takım elbisesi, traşı, bakışı ve duruşuyla Merkez Bankası baş ekonomisti dersin. Öyle bir havası var. *** Korkut Hoca (bize 34. dakikasında “de facto İktisatçılar Birliği” dediği bir video varmış, yeni gördüm) dakik olarak geldi, konuyu anlattı, hepimiz yararlandık. ATÜT o zamanlar Türkiye’ye yeni gelmiş ve konuyla ilgili sadece tek bir kitap çıkmıştı hatırladığım kadarıyla. İlk başta bu da nereden çıktı diye yadırgadık ama sonra önemini görmeye başladık, şöyle ki, Marksistlerin klasik beşli şeması dünyanın sadece yüzde beşi olan Avrupa için, o da sadece kısmen geçerliydi Dünyanın % 95’ine uymazdı. Gerçi ATÜT’ün de ne olduğu tam anlaşılamamıştı ayrı mesele, şemalara aykırı düşmemesi için kaba yaklaşımla gene şema mantığı kurarak yaklaşanlar vardı. *** İşte sayın arkadaşlar, tam o anda (işaret parmağının önde olduğu o anda) bizim müsteşar görünüşlü işçi arkadaş söz aldı. Büyük bir olayın gelmekte olduğu her nasılsa oldu, içime doğdu. Siyah-beyaz filmde telefon çalmış gibi heyecana düştüm. Korkut Hoca da herhalde bir prof veya müsteşar sanmış olabileceği arkadaşı can kulağıyla dinlemeye başladı. Arkadaş lafa şöyle girdi: “Sayın Hocam, Asya Tipi Üretim Tarzından söz ettimiz. Ancak bakınız ben köylü çocuğuyum. Bizim köyden tren geçer. Her sabah sığırları çayıra çıkarır, akşam ağıla getiririz. Köylü çocukları bazen yalın ayak, bazen de lastik ayakkabıyla sığırları sürer. Onlar da otlarken geçen trene bakarlar. Sayın Hocam, şimdi bu ATÜT değil de nedir”? *** Çok nazik bir kişi olan Korkut Hoca şaşkınlık içerisinde durumu kavramaya çalışırken ben yerimden fırladım ve koşup odama (Başkandım ya, hem de Genel Başkan, şimdi hatırladıkça sırıtıyorum) ... ama nasıl gülüyorum, içeriden duyulmasın diye pencereyi açtım, dışarı sarktım. Aşağıdan geçenler 4. Kat penceresinden sarkıp katıla katıla gülen bir deliyi görünce ne demiştir acaba. (2) TEKSİR MAKİNESİ Teksir gitti, devrimcilik bitti. Teksir Makinesini unutmuştum. Dün akşam 1968 olaylarıyla ilgili bir filmde görünce görünce hatırladım. En değerli varlığımızdı 1970’lerde. Daha eskiler, yani yüzyılın başındaki siyasi eylemciler buna şapirograf derlermiş, bunu da romanlardan filan biliyoruz. Aylık bülteni, listeleri, raporları, bildirileri hep teksir makineleriyle çoğaltırdık. Okullarda da ders notları, programlar, sınav soruları hep teksirle basılırdı. Bazen mürekkep yerine ispirtoyla da basılırdı ama onlar çabuk solardı. Okulda da gözümüz hocaların teksir makinasındaydı. Soruları hademeye bastıran hoca uyanıksa, mumlu kağıdı ve çöpe atılan ilk baskıları toplar, teksir odasına sızıp bunları ele geçirmeye çalışan talebenin girişimini akim kılardı. Gestetner marka kendi teksir makinemizi alıp derneğin mutfağına koyduğumuz zaman dünyalar bizim olmuştu. Tabii, bildirisini orada burada bastıran gençler kısa sürede bize musallat oldu. - Kaç tane basıcan. - Yüz tane yeter abi. - Mumlu kağıdın hazır mı? - Varsa onu da rica edicez abi - Peki kağıdın var mı? - Bu kez sizden alalım abi, gelecek sefere iki paket bırakırız. - Ne gelecek seferi o’oolum, hani bir seferlikti. - Iıııı, hadi abi, yapalım şu işi, biz basarız, sana zahmet olmasın Sen zahmet etme lafı işin numarası. Yüz tane derler ama sen çay içerken yarım saatte beş yüz basıp montun içine saklayıp giderler. Tabii biz de biraz göz yumarız, görmezden geliriz. Ne de olsa halkı aydınlatıyorlar ya. *** Bu arada yeni nesil bilmez. Bu pis bir iştir. Önce mumlu kağıdı şeridi sökülnüş daktiloya takarsın. Şeritli olursa delmez. Hiç hatasız yazmalısın çünkü düzeltme çok zordur ve gene de baskıda iz bırakır. Hatalı yeri bir nevi oje benzeri çabuk donan kırmızı sıvıyla kapatır üstüne tekrar yazarsın ama iyi olmaz. Sonra mürekkep ayarını kaçırdın mı çamur gibi olur, az mürekkeple de silik çıkar. O yıllarda herkes illa ve sürekli sigara içtiği için ellerden sigaraya ve bazen elbiselere de bulaşır. Yani, halkımızı aydınlatmak için neler çektik, aklınız hayaliniz almaz. Ama halkımız da çok dirençlidir yani. Öyle kolay aldanmaz. Pekala işin komik tarafı nedir derseniz, bildirilerin içeriğidir. *** 1973’ten sonra Ankara’da dağıtılan her bildiri oligarşi amentüsüyle başlardı: Emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinden oluşan, tekelici sermaye... toprak ağaları ve tefeci bezirganların en büyüklerinden oluşan ... hakim ... sömürücü ... azınlık ... varrkene... Sonra orta cümle: işte bu ortamda okulumuzda şu şu hakları istiyoruz... veya ... işte mahallemizde şöyle bir ulaşım sorunu var varken ... veya sağlık emekçilerinin şu hakkı gasp edilmektedir ... ve sonuç paragrafı: işte bu koşullarda taleplerimiz (pardon halkımız talepleri) bunlardır ... yaşasın mücadelemiz... yaşasın halkımızın vs. ... kahrolsun emperyalizm, kahrolsun oligarşi. Milyonlarca bildiri, hepsinin başı sonu bir, konu ortasında... dağıttık mı, dağıttık. Halkımızı uyandırdık mı, uyandırdık. Vazifemizi yaptık mı, yaptık. Hadi yarın yeni bir bildiri. Yıllar içerisinde binlerce öğrenci bildiri dağıtma veya saklama sevdası yüzünden yakalandı, fişlendi, coplandı. Tabii, teksir makinesi kalktıktan sonra işin sihri de kalmadı. Şimdi herkese ekrandan ulaşıyorsun ama baskısı bir yana, çaktırmadan bildiriyi almak, saklamak, sonra kuytu bir yerde okumak gibi heyecanlar yok. Bu nedenle teksir gitti, devrimcilik bitti desek yalan olmaz valla. *** Bizim teksir makinesi bu ağır yük karşısında kısa sürede bozuldu. Yani elektrikli çalışma aksamı bozuldu. O zaman her şeyi kolu çevirerek basmaya başladık. Sonunda ne oldu bilmem. Kırk yıldır aklıma da gelmemişti. Şimdi muhabbetle andım. Nereden nereye? Onu ne kadar çok sevmiştik. Mehmet Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com