Her yıl yinelenen bir oyun
Masal ülkemizin halkı spora çok düşkünmüş. Yüzlerce yıl göçebe yaşamı sürdüren ataları, at sırtında dolaşır, dolaşırken ok atar, canı sıkılırsa cirit oynar, konakladığında kaslarını gevşetmek için güreşe tutuşurmuş. Böyle, böyle, güreş onların “ata sporu” haline gelmiş. Yarım asır öncesine değin, pehlivanları dünyayı titretir, sırtları yere gelmez; yabancılar güçlüyü “onlar gibi kuvvetli” diye tarif eder olmuş. Güreşi onlardan öğrenen yabancı rakipler, bir türlü onlarla baş edemeyince “grekoromen” adını verdikleri değişik kurallı bir güreş bile icat etmişler. Bu da istedikleri sonucu vermeyince, kurnazca bir yola başvurup “futbol”la tanıştırmışlar bizimkileri. Az kişinin yapıp çok kişinin izlediği sporlara bayılan bizimkiler futbola âşık olmuşlar adeta. Diğer tüm sporları temsili düzeye indirip yediden yetmişe futbola yönelmişler. Eskiden buldukları her çayırda, her alanda güreşe tutuşurken, üçer beşer kişilik takımlar kurup buldukları herhangi bir toparlak cisimle top oynar olmuşlar. Halk öyle olur da vekilleri farklı olur muymuş hiç? Başbakan, bakanlar, parti liderleri gittikleri yerlerde, oranın takımının atkısını takar, birini illaki kaleye koyup penaltı çekerlermiş. Bu vuruşlar -ayak topa değmese bile- mutlaka gol olur, bu olağanüstü gol, orada bulunan devlet erkânı ve kentin ileri gelenleri tarafından çılgınca alkışlanırmış. Bunun yanında iktidar ile muhalefete arasında sık sık maçlar yapılır, çoğunu “şampiyon iktidar” farklı kazanırmış. Çünkü yasa çıkarılır veya değiştirilirken, mecliste önemli bir konu görüşülürken, muhalefetin gensorusu reddedilirken iktidarın yaptığı “cinlikler” hile değilmiş, her birinin futbol dilinde karşılığı varmış: iktidardan muhalefete son dakika golü; muhalefete müthiş çalım, muhalefeti ters köşeye yatırdı, iktidar ofsaytta yakalandı vs. Bu maçların çoğunda hakem iktidarca atanırmış. Muhalefetin mızıkçılığı yüzünden bazı maçlar karakolda biter, anlaşmazlık mahkemeye taşınırmış. Mahkeme kimden yana karar verirse “Adalet tecelli etti, herkes hukuka saygı göstersin”; karşı taraf ise “Bu karar siyasi, i.ne hakim” diye bağırır dururmuş. “Karaman’ın koyunu, sonra çıkarmış “gâvurun” oyunu, yıllar geçtikçe, yabancıların bizimkileri neden futbola yönelttiği ortaya çıkmaya başlamış. Her yılın birinci ayında “ara”, yedinci ayında da “esas” transfer dönemi dedikleri, oyuncu ve -her zaman yapılabilen- teknik direktör alım satım işleri varmış bu oyunda; bin bir oyun da bu işlerde... Her yıl, ülkenin en büyük kentinde konuşlanmış “üç büyükler” denen üç takımı başta olmak üzere, süper, birinci, ikinci... liglerde oynayan, her kentte birer ikişer olmak üzere yüzlerce takım futbolcu pazarına dalarmış. Milyon liralar, dolarlar, avrolar havada uçuşurmuş. Yabancı topçu alımı pek yokmuş başlarda. Sonra kısıtlı başlamış. Piyasa büyüdükçe, menajer denilen pazarlamacıların, daha da büyüdükçe uluslararası spor kuruluşlarının ve kulüp yöneticilerinin baskısıyla yabancı oyuncu sayısı ikiden dörde, altıya, sekize derken ona çıkmış. Yöneticiler kulüpleri için hiçbir fedakarlıktan çekinmez yine de aracılar gibi, transferlerden nemalanmakla ve “simsar”la suçlanmaktan kurtulamazlarmış. Oysa federasyon ve kulüp yöneticilerinin tek amacı “ülke futbolunu ileri ülkeler düzeyine yükseltmek” imiş. Transfer dönemleri pek şenlikli ve heyecanlı geçermiş. Menajerler piyasa kızıştırmak ve fiyat yükseltmek için medyayla iş birliği yapar, satacağı oyuncuya, haberi ve ilgisi olmayan birkaç alıcı uydururmuş. Bizim üç “büyük”ler hemen yarışa girer, birinin istediğine bir diğeri de talip olur, fiyat arttırır, alan ötekine “gol atmış” gibi taraftarlarıyla birlikte hava atarmış. Her yıl dünyanın en ünlü oyuncularının şu ya da bu “büyük”le adı geçer, sonuçta alım gerçekleşmez, bazen, onunla soyadı aynı olan ikinci sınıf bir “çakması” alınırmış. Dünyaca ünlü oyuncu alındığı da olurmuş kimi zaman. Fakat bu, ya otuzlu yaşlarını süren bir oyuncu, bizimkiler de emekli ikramiyesini ödeyen son alcısı olurmuş, ya da oyuncu müzmin sakat çıkarmış. Özellikle “büyükler” her yıl şampiyonluk parolasıyla sezona başlar, bunun için kat kat pahalı yabancı teknik direktörleri “sonsuz yetki” ve kovma durumunda yüksek tazminat garantisiyle takımın başına getirirlermiş. İşte, en eğlenceli, en keyifli anlar, bu teknik direktör ve/ya futbolcuların, havaalanlarında binlerce kişiyle karşılandığı, omuzlarda tezahüratlarla, ezilme tehlikesi altında arabaya bindirildiği zamanlarmış. Tabii futbolcunun kulüp forması ile seyircinin karşısına çıkıp top sektirdiği, topla cambazlık gösterileri yaptığı imza törenleri de görmeğe değermiş doğrusu. Bu dönemlerde “kulüp yazarı” denen özel bir gazeteci türü kaleme sarılır, gelen teknik direktör ve/ya futbolcunun büyüklüğünü, tekniğini, bilgisini, zekasını... göklere çıkarır, takımı şampiyon yapacağını daha tek maça çıkmadan kesin bir dille savunurmuş. Spor, pardon “futbol basını” öyle nitelemeler kullanırmış ki, bu oyundan uzak olanlar gelen yabancının topçu olduğunu anlamazmış bir süre. Oyuncudan -geldiği ülkeye göre- sambacı, tangocu, panzer, boğa... diye söz edilirmiş çünkü. Derken, sezon başlar, ilk maçlar “adaptasyon dönemi, alışması için biraz zaman...” diye geçiştirilir, yavaş yavaş “müzmin sakat, bekleneni veremedi, bu nasıl oyuncu” gibi söylenmeler, sezon sonuna doğru şampiyonluk kaçınca yerini “ben yazmıştım bunun iyi oyuncu olmadığını, zaten sakattı, başkanın askerlik arkadaşı, gece hayatından futbolu unuttu, falanca ünlünün ‘çakma’sı...” gibi yerden yere vurmalara bırakırmış. Yazanlar da aynı gazetecilermiş. Sonuçta bu futbolculardan “kendilerine takım bulması” istenir, aldığı paradan ve yaşam koşullarından son derece mutlu olan futbolcu kılını bile kıpırdatmaz, onu gönderip yerine yenisini almak isteyen yönetici “yabancı kontenjanı”nda yer -ve kendi ticareti için yol- açmak için kıvranmaya başlar. Bir yandan yabancı sayısının arttırılması gerektiğini bağıra çağıra söylerken, bir yandan da bonservisini bedelsiz verdiği oyuncunun cebine para da koyup öyle gönderirmiş. Kovulan teknik direktör de sözleşmesine koydurduğu milyonlarla ayrılırmış. Bu yönden Mayıs ayı acı-gülünç olaylara sahne olurmuş. Binlerce kişinin “I love you falanca!” bağrışlarıyla omuzlarda gelen birçok futbolcu ve teknik direktör, son maçlarda yuhalandıktan ve yedi sülalelerine yetecek denli küfür yedikten sonra, birkaç hamal tarafından sessizce havaalanından uğurlanırmış. Bunun sonucunda kulüplerin borcu her yıl katlanırken, kulübü için “hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan başkan ve yöneticilerin kulüplerinden alacakları da katlanırmış nedense. Bu arada kulüplerin milyarlık döviz kaybı ülkenin kaybı değilmiş gibi lafını eden bile olmazmış. Masal ülkemizde futbol kulüplerinin yönetilme tarzı batılı ülkelerdekinden çok farklıymış. Bu fark da başkanların kulüplerine olan aşırı sevgisinden kaynaklanıyormuş. Batılı ülkelerde kulüplerin çoğu özel kişilerinmiş ya, kulüp sahipleri localarında maç izler başka hiçbir şeyle ilgilenmezlermiş. İşleri profesyonel yönetici ve teknik adamlar yaparmış. Dernek statüsündeki bizim kulüplerde ise fedakâr başkanlar gecesini gündüzüne katar her işi sırtlarlarmış. Kulüp babadan kalma malıymış gibi başkan transferleri yapar, teknik direktörden masöre, malzemeciye kadar herkesin işine karışır, maç kadrosunu yapar, devre arasında soyunma odasına dalıp futbolculara fırça atar, taktik verir, bazen hızını alamayıp kulübün malı sandığı hakemlere de talimat verirmiş. Masal ülkemizin dillere destan “derbi”leri varmış bir de. Bu derbilerin bir hafta öncesinden taraf kulüplerin yazarları arasında söz düellosu başlar, bunu taraftarlarının taşlı, sopalı ve özellikle döner bıçaklı kapışmaları izlermiş. Maç sonucu ne olursa olsun tartışma da, kavgalar da sürer, maç bitiminde stat tahrip edilip ateşe verilirmiş kimi zaman. Bu derbilerin iki “büyük” kulüp arasında olanı dillere destanmış. İki tarafın kalemşorları mütevazı bir yaklaşımla aralarındaki maçları dünyanın en büyük “üçüncü” derbisi ilan etmişlermiş. Gelin görün ki daha alt derecelerdeki derbileri onlarca ülkenin televizyonu canlı gösterir, milyonlarca kişi izlerken bizim “dünya üçüncüsü” derbiyle, ülkenin bir ulusal kanalı dışında ilgilenen olmazmış dünyada. Bunun nedeni kıskançlıkmış kuşkusuz!.. Ek 1: Her yıl şampiyon olanı, dereceye gireni, kupa kazananı, dış yarışmalarda ülkeyi temsil eder, büyük iddialarla yola çıkıp birkaç başarısız maçtan sonra kös kös dönermiş ülkeye. Milli takım ise “imparator” unvanlı teknik direktörle bile dünya kupasına katılma hakkı kazanamazmış. Ek 2: Her maçta en azından yenilen taraf mutlaka hakemi suçlarmış. Bu nedenle hakemlerin adı “İ.ne Hakem”e çıkmış. Ne yaparlarsa yapsınlar bundan kurtulamayacaklarını bilen bazı hakemler de ara sıra “i.nelik” yapmaz değillermiş hani. (2015 tarihinde yayımlanan (G)Azap Masalları kitabımdan.) Ali Günay
Gerçekedebiyat.com