Son Dakika



 “Eğer insanlar sadece mümkün görünen şeyleri yapsaydılar bugün mağaralarda yaşamaya devam ediyor olurduk.”

— Stanislaw Lem

BİLİMKURGUNUN İLK KULLANIMI VE DİLİMİZE GİRİŞİ

1 Ocak 1973 tarihinde Türk Dili dergisinde Orhan Duru’nun önerisiyle Türkçemizde ilk kez “bilimkurgu” sözcüğü telaffuz edilecekti.

Oysa tür, uzun zamandır dünyanın dilindeydi. 1911 Nisan’ında Hugo Gernsback(1884-1967), editörü olduğu Modern Electronics dergisinde bilimsel öngörüleri işleyen ve 27. yüzyıl insanının gündelik yaşamını değiştiren, aralarında televizyon, radar, otomatik yiyecek içecek dağıtım makineleri vb. teknolojik buluşların yer aldığı Ralph 124C41+ başlıklı bir romanı makaleler halinde yayınlamaya başladı.

Belçika kökenli Hugo Gernback 20 yaşında ABD’ye göç ederek elektrik ve radyo alanlarında buluşlara imza atacağı bir kariyere başlamıştı. Zamanla Modern Electronics adlı teknik bir dergi yayımlamaya başladı. Dergide bilim ve teknikteki gelişmeler doğrultusunda ve kurgu yolunu kullanarak gelecekle ilgili hayaller kurdu ve bizi nasıl bir geleceğin beklediği yolunda okuyucuyu aydınlatmaktan bir adım daha ileri giderek öngörülerde bulunmaya başladı. Daha sonra yayımladığı dergilerin biri Wonder Stories, The Magazine of Prophetic Fiction adıyla basıldı.

Hugo Gernsback ile ilgili görsel sonucu

Bay Gernback, yaptığı işten zevk alıyordu. Yayımcılık hayatı bu minvalde devam etti. 1924’de Sciencefiction adlı bir dergi kurduğunu duyurdu ancak dergi 1926’ya kadar Amazing Stories olarak varlığını sürdürdü.

İlk kez 1929 Haziran’ında Gernback’ın kurduğu Science Wonder Stories dergisinin ilk sunum yazısında,bilimkurgu (sciencefiction) kelimesi ilk kez kullanılıyordu. 44 yıl sonra Türkçemize katılacak olan edebi türün adı böylelikle konulmuştu ancak adı belli olan türün tanımının yapılması ayrı bir fasıldı.

BİLİMKURGU NEDİR?

Bilimkurgunun kesin bir tanımı (neredeyse) yoktur. Bir grup görme engelli insanın elleriyle dokunarak bir fili tarif etmelerine benzer çabalar vardır.

Bu konuda kalem oynatan kişiler değişik tanımlar yapar. Radikal bir yaklaşım getiren yazar Norman Spinrad, “Bilimkurgu etiketiyle yayınlanan her şey, bilimkurgudur.” der. “Bilimkurgu yoktur, sadece bilimkurgu eserleri vardır.” diyerek, türü fazla paradoksal bir açmaza sokan yazar Jacques Van Herp kadar ''bilim-kurgu yazını, bilim ve teknikalanında yeni buluşlara ya da varsayımlara, giderek bunların kurgusal yollarla ileri götürülmüş biçimlerine dayanan bir durumu ele alır ve onun üzerinde yazılarını oluşturur.” türünden derli toplu açıklamalar yapan Kingsley Amis gibi yazarlar da vardır. Biz burada yine Orhan Duru’nun en yetkin bulduğu tanımı yazalım: Fransız yazar Michel Butor, bilimkurguyu “Bilimin izin verdiği oranda mümkün olabilecek olanı kullanan bir yazındır, gerçeklikle sınırlandırılmış bir düşçülüktür.” olarak tanımlamıştır.

Kanımca bu konuda yapılacak her tür açıklama yetersiz kalacaktır. Nasıl ki klasikleri okuduğumuzda herkesin zihninde kalan tortunun tadı farklıysa, bilimkurgu metni olarak nitelendirilen eserleri okuduğumuzda da her okurun muhayyilesinde, imgeleminde farklı bir yansıma oluşacaktır. Elbette ki içinde robotlar, androitler, zaman yolculuğu olan bir metine yapılacak nitelendirme öncelikle “bilimkurgu” olacaktır ama bu adlandırma okurun bakış açısına göre rahatlıkla “ütopya”, “distopya”, “trajedi”, “polisiye” ve hatta “komedya” dahi olabilir. Nitekim, bilimkurgu olarak nitelendirilen birçok eseri okuduğumda bu duyguyu çoklukla yaşadım.

Kendi tanımım ise çok daha naif: Okurken bilimkurgu okuyorum dedirten eserler bilimkurgudur.

Bu, Kazuo Ishigoro’nun “Never Let Me Go” (Beni Asla Bırakma) adlı romanını okurken olabilir mesela. Roman İngiltere’de geçer, teknolojiye ve bilime ilişkin hiçbir öge yoktur, bildiğiniz yatılı okul romanıdır. Ancak yarıyı geçtikten sonra işin içine aniden gen teknolojisi ve klonlama gibi unsurlar girer ve final bu iki ayrı ekseni birleştirecek şekilde oluşturulur. Bu durumda okuyucu, romana ister dram der ister bilimkurgu. Nobel edebiyat ödülü sahibi Ishiguro, bilimkurgu türünde yazmıyor ancak yazdıklarında bilimi ve teknolojiyi kullanıyor. En büyük romanı kabul edilen “The Buried Giant” (Gömülü Dev) ise kimilerinin bilimkurguya dâhil ettikleri fantastik romanından bilinen ögeler içeriyor. Bu da bize şimdiye kadar edebiyat türleri içine alınmakta oldukça nazlanılan (şuna hakir görülen diyelim de başımız ağrımasın) bilimkurgu türünün, edebiyatın saygın isimleri tarafından kullanılmasında bir beis olmadığını gösteriyor.

Edgar Rice Burroughs ile ilgili görsel sonucu

Edebiyat alanında oldukça bilinen isimlerin, bilimkurgu alanında eserler verdiğini bilmek de bilimkurgunun sınırlarını belirlemede oldukça aydınlatıcıdır. Voltaire, Rudyar Kipling, Robert Louis Stevenson, Arthur Conan Doyle (Evet! Bay Doyle sadece Sherlock Holmes serileri yazmamıştır), Aldous Huxley, Antony Burgess, Ayn Rand, John Steinbeck, Sinclair Lewis, Howard Fast, Edgar Rice Burroughs, Kurt Vonnegut ve Stephen King bunlardan sadece bazılarıdır.

BİLİMKURGUNUN TARİHSEL GELİŞİMİ

Karşımıza yine gıllıgışlı sorular gelecek: Bilimkurgu ne zaman başlamıştır? Balmumuyla vücuduna yapıştırdığı kanatlarla güneşe ulaşmak için hep daha yükseğe çıkıp, hırsına yenik düşen, babası Dadalus’u dinlemeyen İkarus miti türe dâhil edilecek midir? (ne de olsa mitin ekseninde uçan bir insan vardır)

O zaman Helenistik döneme kadar gitmeliyiz.

Yoksa Voltaire’in 1752’de yazdığı “Micromegas”mı (dilimize de aynı adla çevrilmiştir) öncülümüzü oluşturmalı? Kısa yoldan gidip bilimkurgu adının ilk telaffuz edildiği 1929’dan mı başlamalı? Görüleceği üzere bunu yapmanın kolay bir yolu yok. Bunun için bilimkurguya zemin oluşturan yazılı metinlerden yola çıkmak en kolayı gibi duruyor.

a) Düşsel geziler ve ütopyalar

Bilimkurgunun ataları olarak iki eski türün varlığından söz edilebilir; hem bilimkurgunun seyrine benzer bir seyir izlemişlerdir, hem de onun ortaya çıkışında etkin bir rol oynamışlardır. Bu iki tür: Düşsel Geziler ve Ütopyalardır. Her ikisi de düşsel mantıklı tahminler bütününe aittir. Bu iki türün oluşturduğu zemin olmasaydı bilimkurgu türünün tarihi anlamsızlaşırdı.

Düşsel geziler geleneği ilkçağlara kadar uzanmaktadır. MS 120’de doğan yazar Samsatlı Lukianos, Gerçek Bir Öykü gibi kışkırtıcı bir başlık taşıyan uzun bir öykü kaleme almıştı. Günümüzde Adıyaman bölgesine bağlı kadim bir Süryani yerleşkesi olan Samsat’ta doğan ve anadili Süryanice olmasına karşın Yunanca yazan bu yazarın hayal gücü; yaşadığı dönem dikkate alındığında, göz kamaştırıcıdır. Bir fırtına sonucunda Ay’a kadar fırlayan bir geminin (dönemin en modern taşıt aracı) serüveninde, Samsatlı Lukianos, gezegenlerarası bir savaş, çılgın uzaylı topluluklar, dünyada olan herşeyin duyulduğu bir kuyu ve görüldüğü bir aynadan bahsediyordu (Buna ilk sosyal medyaprojesi diyebilir miyiz?).

Düşsel gezi yazarlarının asıl amacı yergi ya da felsefe türünde öyküler anlatmak olsa da, düşsel gezileri kullanma yöntemi fantezilerini ve hayalgüçlerini özgür kılmalarına olanak tanıyordu. Doğal olarak, yazdıklarını ya uzaya ya da yeryüzünde bilinmeyen yerlere yöneltiyorlardı. Düşsel geziler, olağanüstü gezilerden bir adım uzaktaydı. Evliya Çelebi ve Samsatlı Lukianos’u birbirinden ayıran şey, sadece incecik bir çizgiydi.

1515 ’de Londralı ticaret hukuku avukatı Thomas More, iş için Anvers ve Londra arasında gidip gelirken, Louvain’de (1516) yayımlanacak olan Ütopya’sının çatısını çatıyordu. Bu çalışmayla Thomas More hem yeni bir tür yaratıyor hem de adlandırıyordu. Thomas More, ideal ülke kavramından yola çıkarak “dünya üzerinde eşitlikçi, doğru ve mutlu bir toplumun nasıl oluşturulacağı” fikrini ortaya koydu. Gariptir ki ütopya Yunanca “olmayan yer” anlamına geliyordu. Oluşturduğu tür nedeniyle halihazır düzeni eleştiren bir yapıya sahip ütopya, Thomas More’un da canını yakmıştı! 1535 yılında başı gövdesinden ayrılmadan önce Londra Kulesine kapatılıp, pişman olup düşüncelerinden vazgeçerse bağışlanacağı söylenmesine rağmen bunu kabul etmeyen More, idam sehpasına mağrur adımlarla çıkacaktır. Ütopya pirinin sonunun böyle hazin olmasına karşın onu izleyen birçok kalem efendisi olacaktır.

1905’de H. George Wells, Modern Bir Ütopya’yı yazdı. Ütopik bir toplumu anlatma fikri birçok yazara çekici geliyordu. Yaşadığı dönemin, düzenin çarpıklıklarını, aksaklıklarını, hatalarını gören birçok yazar; bir nevi kaçış edebiyatı olarak nitelendirilecek ütopyalar kaleme aldı. Günümüzde siyasal vaatler dışında ütopyalara pek rastlanmıyor.

Her etkinin bir tepki yaratacağı kuramından hareketle, bunun edebiyattaki ütopya türü için de geçerli olabileceğini kabul edebiliriz. Ütopyanın karşıtı distopyadır.

b) Distopyalar

İlk defa John Stuart Mill tarafından 1868’de yapılan bir konuşmada ortaya atılan distopya terimi, ütopyanın zıttı olarak ‘kötü bir yer’ anlamına geliyor (Yunanca: dystopia). Distopya, kötülüğe dair çağrışımlarından dolayı felsefede, edebiyatta ve sinemada üzerinde önemle durulan bir kavramdır.

Distopyalar çoğunlukla makineleşmiş bir dünyada insanların duygu, düşünce ve hislerinin yok olup gitmesini ve insanların doğal hayatlarından kopuşlarını anlatır. Kimi zaman korkutucu, kaygı uyandıran bu eserler aslında bugünden hareketle geleceğe dair kehanetlerde bulunmaktadır. Ütopyaların geçmişi çok eskilere gider, distopyalar ise nispeten daha yenidir. İyimser yaklaşımlara karşın kötümser eserlerin yeni tarihli olmasının sebebi ise daha başka araştırmalara konu olmalıdır. 

Burada George Orwell’in 1984’üne ayrı bir fasıl ayırmak farzdır. Yeniyetmelik çağımda okuduğumda çarpılmıştım. 1949’da yazılmış eser sadece 35 yıl sonrasını hayal ediyor ve okura çok değişik bir düşünce kanalı açıyordu. Soğuk savaş yıllarında yayımlanan bu eser, dönemin Sovyetler Birliği’ne karşı kara-propaganda yapmakla itham edildi çok kez. Günümüzde de çoklukla böyle düşünenler var. Bu ithama karşın Orwell: “Yeni romanımda (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört) sosyalizme ya da (bir destekçisi olduğum) Britanya İşçi Partisi’ne bir saldırı kastetmedim, ama merkezileştirilmiş bir ekonominin yol açabileceği ve halen komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş olan bozukluklara değindim… Kitabın konusunun Britanya’da geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve karşı konulmadığı takdirde totalitarizmin herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak içindir.” diye bir savunma yapmak zorunda kalmıştı. Dediklerinin hilafında yazmış olsa dahi kapitalist güçlerin hesaba katamadıkları bir gerçek var. “1984” içerik ve kurgusu nedeniyle bütün baskıcı rejimlerin ipliğini pazara çıkaran bir yapıya sahiptir.

Türk edebiyatında distopya denince ise aklıma tek eser geliyor: Alev Alatlı’nın “Schrödinger’in Kedisi  (Kâbus) – 1. Kitap”. 1999’da yayımlanan eser, kimi yerlerde Orwell’ın “1984”ü ile paralellikler taşısa da bu kez piramidin üstünde kapitalist güçler vardır. Günümüzden 2 yıl sonrasını konu alan roman kapitalistleşmiş bir İslam anlayışının yönettiği, federasyonlara bölünen Türkiye’sinde geçer. Bu romandan aklımda kalan en ilginç bilgilerden biri: yeni dünya düzenine geçişte, ilk uygulamalardan birinin TSK’nın iç güvenliğe müdahale yetkisi olan EMASYA (Emniyet ve Asayiş Yardımlaşma Protokolü) uygulamasının kaldırılmasıydı. Bu uygulama gerçek hayatta 2010 yılında kaldırıldı.

alev alatlı ile ilgili görsel sonucu

Serinin 2. kitabı “Schrödinger’in Kedisi (Rüya)” ise ilk kitabın tersi olarak ütopya olarak nitelendirilebilir. Yeni dünya düzenine karşı kuantum fiziğini kullanan bir örgütün başındaki kalpaklı adam, coğrafyanın ayarlarını eski haline döndürecektir. Örgütün ismi de ilginçtir: Ergenekon.

Varlığı ve aynı adı taşıdığı kuvvetle iddia edilenancak gerçekte var olmayan bir örgütün 2007 yılında ortaya çıkması ise tesadüf mü, tevafuk mudur bilemedim.

Bütün distopik eserler sadece totaliter rejimleri konu almamakla birlikte bunun dışında farklı distopik toplum yapısının olduğu eserler de kaleme alınmıştır. Bunlardan en önemlilerinden biri de Aldous Huxley’in kaleme aldığı Cesur Yeni Dünya’dır.

1984 ve Cesur Yeni Dünya kitaplarının dışında son derece önemli distopik kitaplar da mevcut. Bunlardan bazıları; Ray Bradburry’in ”Fahrenheit 451”i, H.G. Wells’in ‘Zaman Makinesi’ , Ursula K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’ i, Jack London’un ‘Demir Ökçe’ ’si, Yevgeni Zamyati’nin Biz’i, Katharine Burdakin’in ‘Swastika Geceleri’ , Kurt Vonnegut’un ‘Otomatik Piyano’ sudur.

Huxley’in ve Orwel’ın ele aldığı toplum yapısı distopik olarak görünmesine rağmen, devlet ve toplum tarafından uygulanan bazı politikalar günümüz toplumlarında kendisini göstermektedir. Bu eserler sadece roman olarak kalmamış, akademik çalışmalarda da yararlanılan eserler olarak önemini giderek arttırmışlardır. Neil Postman’ın “Amusing Ourselves to Death”  (Televizyon Öldüren Eğlence) ve Douglas Dowd’un “Capitalism and Its Economics” (Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı) adlı kitaplarında Huxley’in eserinden yararlanılmıştır. Birçok eserde karşımıza çıkan bu yapıtlar okunmaya ve günümüz toplumunun analizini yapmamızda bir ölçüt olarak kabul edilebilir.

Distopya sadece edebiyatta değil görsel sanatlarda da kendisine yer edinmiş ve önemli yapıtlar ortaya çıkmıştır. Fritz Lang’ın Metropolis’i, Alfonso Cuaron’un Son Umut’u, Terry Gilliam’un Brazil’i, James McTeigue’nin V For Vendetta’sı gibi filmler distopik filmlere örnek olarak gösterilebilir.

Bilimkurguya giden yolda karşımıza çıkan düşsel geziler, ütopyalar ve karşıtı distopyalardan sonra türün alt akımlarını inceleyeceğiz. Ancak bu türde eserler veren önemli isimlere bir göz atmamak olmaz. (Devam edecek)

Süleyman Erharat

GERCEKEDEBİYAT. COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)