Son Dakika



 

1850’li yıllar, Paris’in tek çocuklu aile yapısının sorgulandığı, kentliliğin köylü akınıyla bozulmaya yüz tuttuğu yıllar olarak anlatılıyor, Emile Zola’nın Döl Bereketi yapıtında. Köylü ordusunun öncü birlikleri, Paris’in sarsılmaz, yıkılmaz bilinen kalın duvarlarını çoktan yerle bir etmiş; Zola, kentin kapılarına dört ayak çakan köylülerin, Paris’i üzerine yatırıp nasıl kemirdikleri ince ayrıntılarıyla anlatıyor.

Kentlinin köylü korkusu Parisliye öze bir durum değil. İstanbullunun eteği 1960’ın son yıllarında tutuşmaya başlamış, 70’in ilk yıllarında “yangın var, yangın var, ben yanıyorum…” şarkıları açıktan açığa terennüm edilir olmuştu.

İstanbul, Paris’in yaşadığı düşme korkusuna yaklaşık yüz yıl sonra kapılıyor. Bu geniş aralıkta, benzer sorunlarla boğuşmuş onlarca kentin adını sayabiliriz.

19. yüzyılın ortalarında Avrupa’nın varsıl kentsoyluları, varlıklarının çok çocuk arasında paylaşılarak küçülmesi kaygusuyla tek çocuklu aile yapısına yapıştılar. Sanayileşmenin emeklemekten tay durmaya geçtiği, adımların atılıma evrilmeye başladığı yıllardı. Bu atılımın tekerleri emekçilerin kol gücüyle dönüyordu. Sanayileşme, büyüme, çok, daha çok kazanmak için işgücü gerekiyordu; bu da kent eteklerinde dolayobaların yeşermesi demekti. Yaman çelişki dedikleri olgu, o günlerde de vardı var olmasına, ancak Paris kentsoylusunun yaşadığı çelişki hayli yakıcıydı.

Ucuz işgücü için yoksulların üçer beşer yetmez, yedişer sekizer çocukla çoğalması işlerine geliyordu, ne var; tavşan hızıyla çoğalan yoksullar, derme çatma evlerden oluşan dolayobalarla kentleri kuşatmaya başlamışlardı. Kuşatmakla kalsalar iyi; bir süre sonra kendi yaşam biçimlerini kentsoylulara dayattılar. Çelişkinin yamanlığı karşısında diz çökmekten başka yol bulamamak epey yakıcıydı.

 

Semiren, palazlanan köylüler, kentliliğe soyunuyor; kan yitiren, sürçen kentliler köylülüğe sokuluyordu.

Kısırlaştıralım dediler şu yoksulları; ölçüldü biçildi, tutmadı. Denge vardı, denge. Takılır, tepe üstü gidersen adın dengesize çıkar; artık kurtul kurtulabilirsen.

Düşündüler tasındılar; sonunda ‘herkesin köylüsü kendine’ özdeyişini benimsediler. Bunda çok da büyütülecek bir durum yoktu. Toplumsal gelişmenin kaçınılmaz evreleri dediler; biraz karınları ağrıdı, mideleri bulandı, az biraz da başları döndü, eh azıcık da birbirlerini yediler.

Bu süreç sancılı geçtiyse de sanayileşmenin getirdiği ekonomik büyüme, köylülük ile kentlilik arasındaki uçurumu azalttı. Birbirlerinin yakasını bırakınca daha önce yaptıkları gibi dışarıya, dışarılara döndü gözleri.

Baktıkları yerde açlıktan gözü dönmüş Doğu çekirgelerinin, aç açına sıçramaktan bıkıp, uçuş denemelerine geçmiş olduklarını gördüler. İşte orada göz göze geldiler. (Ne çok göz)

Uygar Batı, kaç baş emekçisi olduğunu biliyordu. Akma yönü, basıncın büyük olduğu yerden küçük olduğu yere doğrudur; bu fizik kuralı, toplumbilimde de geçerliydi. Doğudaki basınç yaman boyutlardaydı. Geleceklerdi, kaçış yoktu… Nedir çekirgeler, oydu-buydu dinlemez; gelince sağırı topalı, şaşısı şapşalıyla gelirdi.

Doğanın eleği sık gözlüydü ne yazık; onun eledikleriyle sorun çözülemiyordu. Tek yol eleğin gözlerini büyütmekti. Everest’ten kopup gelen kartopları gibi çoğalıyordu çekirgeler.

Doğa, elini kolunu bağlamış oturuyordu; ufak tefek depremler, ara sıra gelen su baskınları, çıkar mı çıkmaz mı belli olmayan yangınlar…  Devenin silkinirken döktüğü tüy bile sayılmazdı.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, bu içler acısı görüntüye fon olsun diye kurulmamıştı. Dünya Bankası ile İsveç Uluslararası Kalkınma Kurumu’nu da kattılar yanına; doğru Hindistan. Hindistan yolunu onlardan daha iyi bilecek değiliz. Bu kez yağmalamaya değil; kampanyaya gittiler.

Böyle piknik gibi bir şey yapacağız dediler; köylü her yerde köylü, kurnazdır bilirsiniz; yemeyince yemiyor.

Yıl 1975, dönemlerden Hindistan OHAL’i idi. Kolluk güçleri köyleri dört bir yandan kuşattı. Köye dalan polis başından, kolundan, taş..ından neresinden tuttuysa yakaladığı koçu, sürükleye sürükleye uygarlığın sunak taşına yatırdı. Uygarlık, ta Avrupalardan kalkıp gelecek, sana kısırlaştırma kampanyası yapacak, sen de ınh diyeceksin, yok öyle yağma. Bir yılda altı milyonun üstünde Hint koçunu burdular. Erkekler direndi, kısırlaştırılmak için masaya kolayına yatmadı. Kadınlar, çok direnç gösteremedi. Kısırlaştırılan kadın sayısı belli değil. Hitler’in 1935’te aştığı çıta yüksekliğini geçmiş olmalılar. Salman Rüşdi, Gece Yarısı Çocukları yapıtında bu olaylara değinir.

 

Ağızları açılıp dişlerine bakılan Alamanya Acı Vatan yolcuları az değildir. Yoksul Anadolu köylüsüydü onlar da. Atların, eşeklerin dişlerine bakılarak satın alındığını biliyorlardı. Devlet Baba, köylüsünü Almanya’ya satıyordu. Kimisi açmadı ağzını kimileri de burada da eşek değil miyiz, biraz da Alamanya eşeği olalım dedi, gösterdi fırça görmemiş dişlerini.

17. yüzyıla gelindiğinde kılıcını kapanın, at sırtında gidebildiği yerde soluklanınca buralar benimdir dediği imparatorluklar çağı kapanmıştı. Kılıçla gittiğin yerde, burnuna topun ucunu dayadılar mı kıçın kıçın geri geliyordun. Savaşlar bilekle kılıçla değil; bilimle teknikle kazanılıyordu. Avrupa, artık derin bir oh çekebilir Asya’yı, Afrika’yı korkmadan somurabilirdi.

1600-1850 arası yıllar Avrupa’nın Korkusuzluk Çağı olarak adlandırılabilir. 

Korkusuzluk Çağı, umduklarından kısa sürdü.  Eli kılıçlı Barbarlar Çağı kapanmış, çok geçmeden Barbar Çekirgeler Çağı başlamıştı. Bu dingili kırığa, boşuna etme bulma dünyası denmemiş.

 

At üstünde gelip, kılıçla ele geçiremediklerini, çekirge sürüleri gibi sonu gelmez göçlerle ele geçireceklerdi. Avrupa, iki yüz yıldır bunu bekliyor…

Çekirgeler yola koyuldu.

Şenol Gürel

GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)