Son Dakika



    ‘… eğer deseni oluşturan bir parçaysan

zor olur bütünü görebilmek…’

Bir şiirden

İDE KAVRAMI

İdeoloji kavramını anlamak istiyorsak Platon’a kadar gitmek zorundayız. Çünkü kavramın genel çerçevesinin onun varlık görüşü ve “idea” kavramı aracılığıyla çizildiği söylenebilir. Bilindiği gibi Platon, varolanları, birbirleriyle bağlantılı olarak “Görülenler” ve “Düşünülenler” biçiminde iki kategori altında toplamıştır. Öyle ki, görülenlerden hareket edildiğinde Platon’da hakikate ulaşmanın bir süreç niteliğinde olduğu düşünülebilir. Hakikat, bu sürecin sonunda, ancak düşünceyle görülebilecek olan ideaların bilgisindedir. Platon bu süreci “mağara metaforu” ile anlaşılır kılmaya çalışmıştır.

İdealar öyle düşünce ürünleridir ki, bir bakıma, sözünü etmiş olduğumuz bilme sürecinin sonunda bulundukları söylenebilir. Burada sözü edilen “bilme süreci” ve onun “sonu” bir insan ömrünü ve bu ömrün sonunu simgeler. İdealar insanlar (Platon’da filozoflar) için düşünceyle görülebilir olduklarında (ki bunun için çok sıkı bir  kafa disiplini ve buna bağlı olarak eğitim gereklidir) insan aslında olan bitenin ne olduğunu ve anlamını kavramış olur. Böylece  varolanların pek çok türü (Platon’da özellikle “görülenler” alanındaki varolanlar) onunla temellendirilebilir olur. Bu durum kimi felsefe tarihçilerinin Platon’u neden “İdealist” kategorisine koyduklarını anlamamıza da yardımcı olur.

Daha 5. yüzyılda Platon tarafından kendine özgü bir biçimde genel çerçevesi çizilmiş olan idea kavramı; çeşitli yorumlarıyla bir Batı Ortaçağı’nı arkasında bırakacak, 17. ve 18. yüzyıla gelindiğinde, özellikle David Hume, John Locke ve Immanuel Kant tarafından insanın bilme ve anlama yetisi soruşturulurken çözümlenip, insan aklının vazgeçilemez kavramlarından birisi olarak terimleşerek felsefedeki yerini alacaktır.

Örneğin, Kanta göre insan aklı, duyular dünyasıyla ilişkisinde bilgi(ler) ortaya koyarken, aynı zamanda sadece kendi içinde çalışmasıyla da bilgi(ler)den farklı ürünler ortaya koyar. İdenin/idelerin yeri buradadır. “İde öyle gerekli bir akıl kavramıdır ki, duyular dünyasında kendisine uygun gelebilecek bir nesne yoktur”. Bunlar “tecrübe alanını aşan” kavramlardır. “Bir idenin karşıladığı nesne hakkında hiçbir bilgimiz olamaz; ancak problematik bir kavramımız olabilir. …akıl, ideler alanı olarak daima bilginin sınırını aşan bir yetidir”. Kant bu bağlamda, özellikle onun etik görüşünde önemli rol oynayan “özgürlük”“ruh” ve “tanrı” idelerinden söz eder.

İde kavramının Türkçede bugün fikir kavramıyla karşılandığını ve fikir kavramının insan düşüncesinin bir tasarımı olarak bilgi ve inançtan farklı özelliklerinin bulunduğunu görüyoruz : “… bir bilgi, kendisinden bağımsız bir objeyle ilgilidir, oysa bir fikir kendi objesini yaratır. Bir fikrin, kendi objesini yaratan ama ona sahip olan kişiye bağımlı olan bir inançtan farkı ise, onu getirene bağımlı olmamasıdır. Fikirler tarihe getirilir ve orada uzun ya da kısa bir süre etkili olurlar, yani fikirler tarihsel varlığa katılır.  Fikirlerin bu özelliği, onların bulanıklığının, dolayısıyla farklı şekillerde tanımlanmalarının nedenini oluşturuyor. Ne var ki, bu özellikleri aynı zamanda, bu fikirlerin felsefede bilme konusu yapılmasını olanaklı kılıyor, yani bunların felsefî araştırma ve değerlendirme konusu olabilmesini sağlıyor; bu değerlendirmenin ilk adımı ise bir fikri kavramlaştırmak oluyor…” [1]

Böylece, ide, insan aklının vazgeçilemez kavramlarından biri olarak temellendirilmiş olmaktadır. Buradan hareketle, insanın ide yapıcı, ide kurucu (“ideleştiren”) bir varlık olarak yapısal bir özelliğinin de bulunduğu düşüncesi, insan felsefesinde “İnsan Nedir?”  sorusuna verilebilecek ontolojik-fenomenal bir cevap olarak da karşımıza çıkar[2].

İDE’DEN İDEOLOJİYE YA DA BİR İNSAN FENOMENİNDEN BİR TOPLUM FENOMENİNE

Felsefe tarihinde “ide” kavramının anlam serüveni son derece uzun ve ayrıntılıdır [3]. Biz burada ide kavramı üzerinde, ideoloji kavramı adına öğrenebileceklerimiz açısından kısaca durduk.

Kuşkusuz ki bir ideyi/ideleri ortaya koyan, oluşturan, tek tek kişilerdir. Ancak unutulmamalıdır ki, bir çeşit düşünce ve tasarım olarak ide, onu düşüneni ortaya koyanı, tasarımlayanı, o bir kez ortaya konup tasarımlandıktan sonra onu düşünmüş olan kişiyi arkada bırakarak bağımsızlaşabilir. Bir idenin bağımsızlaşması, onun ideolojiye dönüşümünün ilk adımıdır. Genetik açıdan bakıldığında, tarihte ideleri düşünmüş ve dile getirmiş kişileri bilmek olanaklı değildir. Bizim bildiğimiz kişiler, o ideyi şu veya bu biçimde arkasına alarak o ideye uygun bir yaşam tarzını gerçekleştirmek isteyen, böyle bir yaşam tarzını öneren inançlı kişilerdir.  Bir idenin bağımsızlaşması, onun yapıp edileceklere, eylemlere yol gösterici, ışık tutucu olması demektir. Bir idenin yapıp etmelere, insan eylemlerine ışık tutup yol gösterici olabilmesi için, onun içinin belirli biçimlerde doldurularak kavramlaştırılması, zaman içinde de sürekli kavramlaştırılması demektir.[4] Böylece ide, insanın bilgisine, kavrayışı ve anlayışına sunulmuş olur. Bir başka deyişle ide, insan yaşamına girer ve insanın başka insanlarla ilişkisinde, birlikte yaşarken etkin olmaya başlar.

İdeler, tarihsel varlık alanında, bu alanın belli başlı nesnelerinden olan toplumsal ilişkiyle/toplumsal ilişkilerle ilgisinde düşünüldüğünde,  karşımıza kimi kişiler ve gruplarca gerçekleşmesi  amaç edinilmiş olan bir toplum projesi olarak çıkarlar. Bu projede nasıl bir toplumsal ilişkiler düzeni düşünüldüğü sorusunun cevabı/cevapları yer alır. Ancak bu cevaplar,  hemen açıkça görülebilecek cevaplar olabileceği gibi, açık olmayan, ilk bakışta bize anlamlı ve “mantıklı” gelmeyen ama kendi içinde bir tutarlılığı ve geçerliliği bulunan, ancak bilgisel bakımdan “doğru” olmaları rastlantısal ve tartışmalı olan, ve işte tam da bu noktada ideolojik olarak nitelenebilecek  cevaplar  olarak karşımıza çıkabilmektedirler.

Yani, söz konusu söylemde ya da projede kurulan/kurulabilecek olan her geçerli bağlantının bilgisel olarak doğru olması gerekmediğini de burada önemle vurgulamalıyız.[5]  Toplumsal düzenleme projelerinin ancak bir toplumun yönetiminden, yani siyasal ilişkilerinden bağımsız olamayacağı sonucunu çıkarmak yanlış olmaz. Artık karşımızda bir ide yok, bu idenin nasıl, hangi koşullarda, neler yaparak gerçekleşebileceğinin düşünüldüğü  ayrıntılı bir plan vardır. İde, toplum projesinde bu plan aracılığıyla belli bir biçimde ve çok çeşitli olabilecek görünümler altında ideoloji olarak varolmuştur denebilir.  Bu durumda, o idenin, âdetâ o toplum projesine deyim yerindeyse “yedirilmiş”  ya da o toplum projesine “sinmiş”olduğu söylenebilir. İşte o zaman, sözü edilmiş olan toplum projesini hayata geçirecek strateji ve planlama nitelik olarak “ideolojik” olur.[6]

İDEOLOJİ BİRLİK BÜTÜNLÜK

Aristoteles “varolanı varolan olarak” incelemek ve anlamak gerekliliğini dile getirmiş, bilgi için önemli bir yola işaret etmiştir. İdeoloji kavramının bilgisi söz konusu olduğunda ve bu bağlamda ele alındığında olup bitenin böyle bir şey olduğu, yani ideolojiye bir değer atfetmemek ya da değer biçmemek gerekliliğini vurgulamak uygun olur. Yani ideolojiye, ona sahip olanın ve onunla iş yapanın dışından bakıldığında o, ne “iyi” ne de “kötü” bir şeydir. İdeoloji insanların birlikte yaşamalarıyla varolan ahlâk gibi, din gibi bir toplum fenomenidir. Öyle ki, birlikteyaşamaya hedef koyar, yol ve yön gösterir.  Birlikte yaşayanlara yapmaları gereken konusunda bilgisel olmayan eylemsel ölçü/ölçüler verir.[7] Bu eylemsel ölçü de kaçınılamazcasına pozitif hukuğa yani başta anayasa olmak üzere onun altındaki hukuk metinlerine olduğu kadar toplumsal bir fenomen olarak ahlâka da yansır.

Böylece ideolojinin, din (inanca ölçü) ve ahlâkla ( “iyi” veya “kötü”ye, ölçü) birlikte toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlama gibi bir işlev üstlendiği söylenebilir. İlginçtir ki aynı işlevi hukukun gördüğü söylenebilir. Böylece ideoloji din ve ahlâkla birlikte hukukun yapısal bir parçası olur. Denebilir ki, insanların birlikte yaşamasında bu birlikteliği düzenleyen ve bu birlikte oluşun hep belirli bir biçimde işlemesini sağlayan bir araç olarak hukuk, ideolojiden bütünüyle bağımsız olamaz. Kuşkusuz ki birlikte yaşamanın düzenlenmesinde ahlâkın ve dinin olduğu kadar çeşitli türden bilgilerin de yeri vardır. Ancak birlikteliğin düzenlenmesi ve işlemesinin yönetilmesi yani devlet yönetimi söz konusu olduğunda deyim yerindeyse ideolojiye bir kapı aralanmış demektir. Çünkü ideolojinin/ideolojilerin taşıyıcıları gruplardır. Yönetim ilişkileri açısından da siyasal partilerdir. İnsan gruplarının grup olmasını sağlayan, en temelde onları bir arada tutan şey ise ortak çıkarlar, her türüyle inançlar ve idelerdir:[8] İşte bir ide olarak “Adalet”ten ne anlaşıldığının her defasında belirleyicileri… Ancak burada kimi zaman, belki de çoğu zaman, adaletten anlaşılan şeyin adaletsizliklere yol açabileceği söylenebilir.

DİPNOTLAR 

* Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü  emekli öğretim üyesi.

[1] İoanna Kuçuradi, Adalet Kavramı, Adalet Kavramı (Ed.), Türkiye Felsefe Kurumu Yay., Ankara 2001.

[2] Bkz. Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1988 ve Max Scheler, İnsanın Kosmostaki Yeri, çev.H.Tepe, BilgeSu Yay. Ankara 2012.

[3] Bkz. Joachim Ritter, Karlfried Gründer (Ed.), Historisches Wörterbuch Der Philosophie, Band 4, Schwabe & co-Verlag, Basel 1976.

[4] “Neo” ile başlayan, felsefî olduğu kadar sanatsal da olabilen akımlara dikkat çekmek isterim.

[5] “…insanlar yaşadıkları ortamı algıladıkları zaman onu tarafsız bir çağrışımla değil, çok zaman taraflı bir çağrışımla nitelendiriyorlar…” bkz. Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1995.

[6] İdeolojinin görülebileceği yerlerden birisi olarak, son zamanlarda, kimi toplum kurumunun  olmazsa olmazı haline gelen “misyon” ve “vizyon”a dikkat çekmek isterim.

[7] İdeoloji kavramıyla paralelliği kurulabilecek olan “Dünyagörüşü”  kavramı için bkz. Nermi Uygur, Dünyagörüşü, Elif yay. Istanbul  1963.

[8]  Türkçe’de “Hukuka Giriş” ve bu nitelikteki kitaplar genellikle Hukuk- ahlâk, Hukuk- örf ve âdet ilişkisi üzerinde durarak ayırımlar yapıyorlar. Ancak ahlâkla ilgili bazı saptamaların toplum fenomenleri olarak din ve ideolojiye de uyduğu düşünülebilir. Örneğin “… insan fiilleri, biri dış ve objektif bir görünümden, fizik dünyadaki bir olaydan, diğeri ise iç ve psişik bir olaydan, bir niyet, bir ruh ve irade durumundan ibaret olmak üzere iki öğeden meydana gelmektedir…” Bkz. Vecdi Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, İstanbul Ünv. Yay. 2045, İstanbul 1975.  İnsan eylemlerinin bir bütün olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde hukukçular açısından bir eylemin “doğru” değerlendirilmesi sorunu etik bir sorun olduğu kadar bir hukuk sorunu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bir eylemin yapısı ve değerlendirilmesi konusunda bkz. İoanna Kuçuradi, Etik, TFK yay. Ankara 2011. 

KAYNAKLAR

Platon, Devlet, çev : Hüseyin Demirhan, Palme Yayıncılık Ankara 2007.

Platon, Yasalar I-VI, çev: C. Şentuna –S. Babür, Ara Yayıncılık, İstanbul 1988.

Platon, Yasalar VII-XII, çev: C. Şentuna- S. Babür, Ara Yayıncılık, İstanbul 1992.

Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim yayınları, İstanbul 1995.

Din ve İdeoloji, İletişim yayınları, İstanbul 1983.

Terry Eagleton, İdeoloji, Ayrıntı yayınları, İstanbul 1996.

Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum, çev: K. Atakay, Can Yayınları, İstanbul 1996.

David Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, çev: O. Aruoba, H.Ü. Yayınları, Ankara 1976.

John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, çev: V. Hacıkadiroğlu, Ara Yayıncılık, İstanbul 1992.

Karl Mannheim, İdeoloji ve Ütopya, çev: Mehmet Okyayuz, De Ki Basım Yayım, İstanbul 2009.

Vecdi Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, İstanbul Ünv. Yayınları No.2045, İstanbul 1975.

Prof. Dr. İsmail H. Demirdöven

Gercekedebiyat.com


ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)