Son Dakika



 

Sonunda doktora gittim, peki neye yaradı bu? Gözümün önündeki beneğe çare buldu mu? Ne gezer… Birçok şey söyledi, fakat neticede n’ oldu? Gerisin geriye geldim işte. Ne bir tedavi, ne de bir ilâç önerdi. Yorgunluktanmış, sıkıntıdan, en çok da uykusuzluktan… Uyumamı, dinlenmemi istedi. Kim kaybetmiş de ben bulayım söylediklerini?

    Yok yok başka bir doktora gitmenin de gereği yok. İyisi mi düşünmemek, belki böylelikle unuturum bu beneği. Gözümün önünden gideceği yok yine de deneyeyim benek yokmuş gibi davranmaya…

 

Çıldırmak işten bile değil! Bunalıyorum. Yaşamın yükünü çektiğim yetmezmiş gibi.

Çevremdekilerin isteklerine yetişmek için çabalamam yok mu, artık dayanamıyorum! Kendim için yaptığım hiçbir şey yok! Kendime yönelemiyorum. Niçin mi? Aslında kendimi kandırıyorum. Her şey ve herkes beni yerden yere vuruyor, durmadan; üstelik de her saniye. Bu söylediklerimin tümü acımasız bir kedi gözümde. Ben de zorunlu olarak bu kedinin eline düşmüş zavallı bir fındık faresiyim. Benimle oynuyor, dur durak bilmeden. Sersemleşiyorum. Sonunda istediği gibi olacağım, yutması ve rahatça sindirmesi için… Yağma yok öyle, demeyi çok istiyorum, fakat diyemiyorum. Kendime haksızlık yapmıyorum. Gerçek böyle, ne yazık ki! Kendim miyim, bilincinde değilim bunun. Yaşamı, iki nokta arasında gidip gelmek, yüklenen görevleri yapmak olan bir robottan farkım yok! Ne zaman kendim olacağım?! Evimle işim arasında gereksinim karşılayan bir araç olmaktan kurtulabilecek miyim?! Bize dayatılanlarla varlığımızı sürdürmek ne acı! Bir bakıma oynuyoruz. Gerekçesini bilsek de sonuç pek değişmiyor

    Patronun durmadan büyüyen kâr denizinde boğuluyorum. Bu kâr denizini oluşturanlardan yalnızca biriyim. Gecemi, gündüzüme katarak suyunun çoğalmasına çabalıyorum. İçindeki madenler, tuz, bizim alın terimiz. Arıtmak istemiyor. Payımızı vermiyor. Arındırmadan da sindiriyor. Tuhaf bir midesi var. Neden olmasın. Kendi içinde arındırıyor, temizliyor. Vicdanen de rahat. Kendinden başkasını düşünmek ona mı kalmış. Kâr denizinin içinde kadınlarla, kızlarla gününü gün ediyor. Sahip olduğu üretim makinelerinden ayrı düşünmüyor hepimizi. Farkımızda bile değil. Bir eskimiş eşya kadar da kıymetimiz yok yanında. Onun hesaplarıyla uğraşmaktan, gelirini giderini dengelemekten, faturasız harcamalarına ve zevkinin giderlerine çare bulmaktan başımı kaldıramıyorum. Elimden geleni esirgemiyorum, yine de ona yaranamıyorum. Ne zaman, yaşamın yüklediği geçim zorluğundan söz edecek olsam çok affedersiniz kıçını dönüyor, hiç ilgisi olmayan işlerin dosyalarını istiyor benden. Ne yapıp edip bir yanlışımı buluyor -ki bunlar da beraber çalıştığım genç ve deneyimsiz muhasebecilerin yanlışları oluyor çoğunlukla- yükleniyor, söylemediğini bırakmıyor. O zaman işten ayrılmak geçiyor içimden. Evdekileri anımsıyorum ve çaresiz katlanıyorum. Elim kolum bağlanıyor o anda. Çık çıkabilirsen işin içinden, yut yutabilirsen ağzındaki tükürüğü. Fakat sekreterler için zam istemek sorun olmuyor. Onun kendilerine olan zaaflarından yararlanmasını çok iyi beceriyorlar. İğrenç buluyorum, fakat çoğunlukla da acıyorum onlara…

    “Bugün de doldu, kalk ve uzun zamandır takıldığın bara koş, orda kendini buluyorsun hiç olmazsa. Masa arkadaşların çoktan varmıştır oraya. Arkadaşlarını ‘niçin gelmedi acaba yoksa bir şey mi oldu?!’ gibi sorularla kaygılandırmak sana yakışmaz!’ diyorum, ‘günlerin köküne kıran mı girdi sonra da yazarsın aklından atıp da kurtulmak istediğin yaşanmışlığını, içselleştirdiğin düşünceleri…’”

 

    Peki, bara alıştığından beri seni geç saatlere dek merakla beklerken yorgun düşerek uyuyan çocuklarına, dünya tatlısı eşine haksızlık etmiş olmuyor musun? Hep başkaları için yaşadım ve koşturdum. Yoruldum, önümde başka bir hayat yok ve dünyaya bir daha gelmeyeceğim, bu yüzden ne kopartırsam feleğin elinden o kârdır benim için demek yakışıyor mu sana?

    Kendini kandırıyorsun. Neyi istediğini bilmiyorsun. Çare bildiğin çoğu şey, çaresizliğin ta kendisi… Düşünebiliyor musun acaba bunları?! Aklından çıkaramadığın eşin, oğlun ve kızın nasıllar? Hiç aklına gelmez mi onlar? Kahroluyorlar. Acılanıyorlar. Yanıtsız soruların pençesinde kıvranıyorlar, hemen hemen her gün. Yetmez mi? N’ oldu sana böyle? Kendin olmak diye çiğnediğin nasıl bir sakız ve kendin için bu yol nasıl bir yol ve yaşamaktır? Kendine yakıştırabiliyor musun bu tür Epikürcülüğü?  Acı ve hüzün benden uzak olsun. Doğumla ölüm arasındaki ömrüm zevkin ve hazın kollarında geçsin. Bu musun sen?! Sanmıyorum. Takılmış bir yerden diline, çiğniyorsun işte…

            

    “Abi, yanlış anlama ama deminden beri gözüm sizde, her zamanki gibi değilsiniz bu akşam. Nasıl söylesem bunu, tuhafsınız. Sıkıntılısınız sanki… Üstelik de çok düşüncelisiniz. Neden?! Hani, sizi uzun zamandan beri tanımıyor olsam bana ne diyeceğim ya. Göründüğünüz gibi içten, sakin ve sevinç doluydunuz, n’ oldu size?  Bara, okumuşu, cahili, işçisi, öğrencisi, mühendisi gelir, gider. Samimi söylüyorum çok azı sizin gibidir. Dost biliyorsanız eğer beni, dinlemeye hazırım sizi.”

    “Güzel insan, güzel dost! Bu inceliğin yeter! Övgü dolu tümcelerle beni değil de başkasını anlattın sanki. Toplumsal yanım görüntüyü kurtarmak saptamasına tamamen uygun demek ki…”

    “Anlamadım?!”

    “Anlarsın dostum, anlarsın! Bara ilk geldiğim günü anımsıyor musun? Fakat ben, anımsamıyorum! Böyle mekânların cahiliydim(!) Nasıl oldu bilemiyorum, fakat geldim. O günden sonra da müşteriniz oldum. Yaşamımın monotonluğunu bir ucundan kırmaktan çok, içimdekileri daha da bastırmak, unutmak için belki, kim bilir. Böylece toplumsam kişiliğime, içimdeki kişiliğim baskı kurmayacaktı. Yanıldım işte! Düşündüğün gibi olmadı. Her şey birbirine daha çok karıştı artık içinden çıkamıyorum. Bataklığın içindeyim. Kurtulmaya çalışıyorum, fakat daha da batıyorum. Ağacı içten içe kemiren kurt gibi, içimdeki düşünceler. Bu yüzden görünüşüme aldanma. Kişiliğimi tersyüz ettim bir bakıma.”

    “Kendinize haksızlık yapmayın lütfen!”

    “Hayır dostum, kendime haksızlık yaptığım falan yok! Söylediğim katıksız bir gerçek, moda sözcükle realite(!) yani.”

    “İçkiden etkilenmiyorsunuz, içki şişede durduğu gibi duruyor sizde…”

    “Şimdilik, sonra ne gereği vardı bu sözün. Beni övmeyi bırakın demiştim, değil mi? Konuyu değiştirmek için söylüyorsan bunu, evet kabul, yalnız başka bir amaç içinse hayır diyeceğim. İçkinin etkisinden değilse konuşmalarımı nasıl açıklayacağız? Toplumsal kişiliğimi etkisizleştirdi bile. İçimdeki bastırılmış düşüncelerin sözcüsü aldı mikrofonu  -yani belleğim, ağzımı- dinleyeceğiz, birlikte üstelik çünkü ben de onun karşısında senin gibi bir dinleyenim aynı zamanda…”

    “Çok içmiş olmalısınız bu akşam, biraz geç geldim de, galiba haklısınız içkinin azıcık da olsa etkisi var üstünüzde…”

    “Gördün mü, kendinle çeliştin işte! Gerçekçi oldun şimdi. İçki, bedenimde şişedeki gibi durmaz. Eşyanın doğasına aykırı bu…  Her benzetme hatalı aslında.  Bedenim bir şişe olabilir mi hiç?!  Ben de en kötü sarhoştan beter olabilirim. Hatta öyle bir duruma düşebilirim ki beni kapı dışarı etmek zorunda kalabilirsin. Ben de insanım, insanüstü değilim ki…”

    “Sanmıyorum abi, hiç de…”

    “Neden olmasın dostum?! Hayatın akışına kürek bıraktığım söylenebilir, şimdi yalnızca kendimi düşünüyorum. Benim dışımdakiler ve benle ilgili olumsuz söylentiler umurumda değil. Sürünerek çıksam dışarı ne çıkar, hesabını sormaz toplumsal kişiliğim. Zevkin ve hazzın kollarında gebereceksem gebereyim kime ne?! Kendime eziyet etmem, kötü de olsa kendimle bütünleşmek ve barışmak gibi geliyor bana…”

    “Müşterilerle ilgilenmem gerekiyor, lütfen bağışlayın beni başka zaman konuşuruz, çünkü çok ilginç geldi bana söyledikleriniz…”

    “Uçuk kaçık geldi desene şuna…”

    “Lütfen…”

    “En azından aklını karıştırdım değil mi?”

    “Olabilir, ayrıca sizi dinlemek büyük zevkti benim için…”

    “Bir ara da içkimi yenile dostum, hadi güle güle, içkicileri bekletmek olmaz…”

    “Galiba sizi üzdüm…”

    “Hayır genç dostum, üzülme, acı patlıcanı kırağı çalmaz çünkü…”

    “Estağfurullah!”

            

    İşte, içindekileri kucağına döktüğün garson da gitti. Yalnızsın. Kendime haksızlık mı ediyorum?! Geeeç! Uykum geliyor, gerçekten de bu akşam çok içtim galiba, değer miydi peki?! Kendimi bedenime bıraksam masaya yıkılacağım. Biraz kestirsem mi acaba? Ayıp olmaz mı?! Kuytu bir köşedeyim içerisi de pek kalabalık değil, zaten geç vakitte geliyor buranın müşterisi, önce başka yerlerde oyalanıyor sonra da buraya gelip geç vakte kadar içiyorlar… Beni kimse fark etmez ya… Hani sürünerek çıksan hiç umurumda değildi, peki ne diye bu kadar ince eleyip sık dokuyorsun ve başkalarının ne düşüneceğini önemsiyorsun. Demek ki hiçbir konuda yalnız değilsin. Toplumsal kişiliğinin aynı zamanda ahlâk polisin de olduğunu unutma, ondan öyle kolay kurtulamayacaksın…

 

    “Niçin böylesin?”

    “Yine başlama!”

    “Bana çok uzaksın…”

    “Bilmece gibi konuşma benimle! Yorgunum ve uykum var!”

    “Yalnızca yorgun ve uykusuz olsan…”            

    “Ne ima etmeye çalışıyorsun?! Çıkar dilinin altındaki baklayı!”

    “Sarhoşsun yine!”

    “Sana ne!”

    “Ayakta duracak hâlin yok, komşulara rezil oluyoruz senin yüzünden, n’ oldu böyle sana?”

    “Sana hesap verecek değilim! Sarhoşum n’ olacak! İçki, şişede durduğu gibi durur bedenimde salak…”

    “Hâlinden belli oluyor ne olduğun!”

    “Dilin fazla uzamış senin!”

    “Ne yaparsın, keser misin yoksa?!”

    “Bak, şimdi ayağımın altına alırsam…”

    “Bize işkence etmeye hakkın yok!”

    “Sana, çocuklarıma işkence mi ediyorum? Ben bir işkenceci  miyim yani?! Yoksa kendime mi!..”

    “Hepsi aynı yere varır sonunda, neden ama?!”

    “Çocuklarım nerede?!”

    “İşine gelmedi mi konuyu değiştirirsin öyle mi?! Saatten haberin yok mu senin. Seni beklerken her zamanki gibi yorgun düşüp uyudular!”

    “Uyandır! Görmek istiyorum ikisini de!”

    “Olmaz erkenden okula gidecekler!”

    “Öyle ya! Peki dediğin gibi olsun!”

    “Kendine ve bize acı lütfen, daha ne kadar sürecek bu?!”

    “Ya sus, ya da…”

    “Beni düşünmüyorsan hiç olmazsa çocuklarımızı, kendini…”

    “Bir eksiğiniz mi var?!”

    “Yanlış anlama… Evliliğimizi unuttun, bekâr mısın sen?!”

    “Unutmadım!”

    “Bir aileyiz. Birlikte yaşıyoruz. Sorumlulukların var!...”

    “Ne demeye çalışıyorsun?!”

    “Eskiden her şey farklıydı, konuşurduk, dertleşirdik, birlikte bir yerlere çıkardık…”

    “N’ olmuş yani?!”

    “Eşler konuşacak bir şey bulmazlarsa, o evlilik…”

    “Sana kur mu yapayım yani?! Liseli gençler gibi…”

    “İstediğim bu değil fakat birlikte olalım…  Eskiden!”

    “Canımı sıkma!”

    “Evin bekçisi, çocuklarımızın bakıcısı, senin hizmetçin ve aklına geldiğinde nefsini köreltici bir araç değilim!”

    “Ulan yeter! Uyumaya çalışıyorum, yarın konuşalım!”

    “Yarın diye diye kaçıyorsun, ya şimdi ya da hiçbir zaman!...”

    “Annene, arkadaşlarına git! Evde kal diyen kim sana!”

    “Anlamak mı istemiyorsun, yoksa işine mi gelmiyor söylediklerim?!”

    “Vakit geç oldu ama!”

    “İş dönüşü bara takılmasan konuşmaya bol bol zamanımız olacak!”

    “Kes sesini!”

    “Böyle olmayacak artık!”

    “Ne yaparsın ulan?!”

    “Daha fazla katlanamayacağım!”

    “Neee?!  Ne diyorsun ulan kadın?!”

    “Yineletme, ne demek istediğimi duydun ve anladın işte!”

    “Ne yani, gidecek misin?!”

    “Evet.”

    “Niçin?!”

    “Daha niçin diye soruyor bir de, çıldıracağım ya, gerekçelerimin hangisini söylememi istersin acaba?!”

    “Ulan şimdi senin!”

 

    “Sen misin? Ben de sanmıştım ki…”

    “Uyudunuz mu?!”

    “Galiba kendimden geçmişim biraz!”

    “Birazdan da oldukça fazla…”

    “Ya öyle mi?!”

    “Bu bardağı içmeseniz diyorum…”

    “Hayır, içeceğim. Başka ne yapabilirim ki! Uykuyu üzerimden atmak için lavaboya gideyim bari. Allah Allah, burada kimse de kalmamış ya!”

    “Evet öyle…”

    “Sahi gözlerimde bir şey görüyor musun?!”

    “Şu ışığın önüne gelip durun da bir bakayım.”

    “Sanki gözümün üstünde bir benek var gibi!...”

    “Yok, bir şey göremiyorum. İkisi de temiz…”

    “Yaa, öyle mi! Çoktandır bir benek görüyorum. Daha çok sinek kanadına benziyor. Nereye baksam karşımda her zaman… Kontrol ettim gözlerimi, benek sol gözümün önünde duruyor. Sağ gözümde yok nedense. Şimdi biraz daha büyümüş gibi geldi de bana.”

    “Doktora gittiniz mi peki?”

    “Gittim gitmesine fakat kataraktan korktu, ben anlatınca da bir takım tetkikler yaptırdı, neticede bir şey çıkmadı…”

    “Peki nedenmiş o benek?!”

    “Yorgunluktan, uykusuzluktan ve sıkıntılardanmış. Ben doktorun yalancısıyım öyle diyor.”

    “Bir şey önermedi mi?”

    “Bol bol uyumamı ve dinlenmemi önerdi.”

    “Haklı bence, dinlenmelisiniz, bir sürede içmeye ara verin. Yaşamınızı değiştirin artık.”

    “Sen de haklısın ama…”

    “Ne o gidiyor musunuz, hani lavaboya…”

    “Gerek yok, uykum kaçtı…”

    “Taksi ister misiniz?”

    “Yürürsem açılırım belki. Olmazsa yoldan bir taksi çeviririm zahmet etme sen.

    İyi sabahlar mı desem, ne desem bilmiyorum, hoşça kalın hadi…”

    “Kendinize iyi bakın!”

 

    Hava serin. Caddeler ışıl ışıl. Arabalar akıp gidiyor. Yalnızım. Uzaklardan gelen düdük sesleri kesik kesik, fakat oldukça keskin… Arada bir fren sesi karışıyor, keskin düdük seslerine. Yürüyorum. Serinlik çarpıyor yüzüme. Ferahlıyorum. Kentin alışveriş merkezi durumundaki hastane caddesine yöneliyorum aniden. Kendimi ayaklarıma bırakmışım. Göz kamaştırıcı bir vitrinin önündeyim. Bakıyorum, siyah düğmeli kırmızı elbiseli taş mankene. Gözlerimi ondan alamıyorum. Boyu dize kadar uzun elbisenin, kolları dirsek boyu. Bedeni sarıyor tayt gibi alımlı, göz kamaştırıcı. Vitrinden ayrılamıyorum. Bir şeyler oluyor birdenbire.  Elim vitrin camına uzanıyor…

 

    “Elbisemi çok mu beğendin?”

    “Nasıl olur, siz konuşuyorsunuz?!”

    “Şaşılacak bir şey değil ki bu.”

    “Ama cansız bir mankensiniz!”

    “Ne olmuş yani?”

    “Deliriyorum galiba ya da bir düş bu?!”

    “Delirmiyorsun. Elbisemi uğruna çalmak istediğin kadınla beni özdeştirdiğin için, sende canlıyım hepsi bu. Böyle olduğundan konuşabiliyorum seninle, anlıyor musun?”

    “Pek anlamadım!”

    “İtiraf et, elbisemi beğeniyorsun değil mi?”

    “Evet. Ama!”

    “Aması ne?!”

    “Çok pahalı!”

    “Olsun, onun için değmez mi?”

    “O dediğiniz kim, anlayamıyorum sizi.”

    “O mu, eşin. Peki sen kim sanıyordun?!”

    “Eşimi tanıyor  musunuz?!”

    “Onu tanıyorum. Sen işinin başındayken, o yüzlercesi gibi, çocuklarının ellerinden tutarak bulunduğun yerden bana ve üstümdeki bu elbiseye bakıyor, hemen hemen her gün, anlıyor musun?!”

    “İnanmıyorum!”

    “İnanmalısın.”

    “Peki niçin inanmalıyım?!”

    “Sizin için, o sizi seviyor çünkü.”

    “Bu elbise mi bizi kaynaştıracak?!”

    “Bir başlangıç olacak o kadar!”

    “Anlamıyorum bu olanları!”

    “Yarattığın gerekçelerden birinin de bir başka kadın olduğunu biliyorum ama!”

    “Atıyorsunuz!”

    “Sen o kadını bilmediğini sanıyorsun eşinin, ama biliyor!”

    “Nasıl olur?!”

    “Sezgiyle…”

    “Ama!”

    “Rahat ol, dök içini! Benden saklama. Saf ve kendi hâlinde biri olarak görüyorsun eşini, değil mi? Hatta sana göre, salak, asalak ve kendine bakmasını bilmeyen bir kadın. Gerçekte ne o senin için, eğri oturup doğru düşündün mü?!”

    “Ben hiç de böyle!”

    “Aslında o kadın için elbisemi çalacaksın, eşin için değil sanırım?!”

    “Evet, elbisen ona daha çok yakışacak, eşime yakışmaz hiç!”

    “Elbisem, arkanda duran şu yapışkan kadına mı yakışacak söyler misin?!”

    “……………………………!!”

    “Hadi sevgilim, çabuk ol lütfen! Alt tarafı camı kıracaksın ve onun üstündeki elbiseyi  alacaksın!”

    “Ne diyorsun?!!”

    “Bak, konuştuk, kararlaştırdık ve çalmak için buraya geldik. Evde çocuklarım bekliyor. Vakit oldukça geç, yakalanma riskimiz her saniye artıyor, unutma! Yapmayacaksan kenara çekil de camı kırayım!”

    “Ben!.. Ben!...”

    “Hâlen oyalanıyor! İkimizin de sorumluluğu var, bu yüzden kucak dolusu para verip bu elbiseyi alamayacağımızı kaç kere konuştuk ya! Tek yol bu. Hadi, çekil kenara!

    Ne oldu sana böyle, sen söylediklerimi duymuyor musun?!  Elbiseyi çok istediğimi biliyorsun herhalde. Çekil camın önünden, çekil! Mankeniyle birlikte çalalım şunu!”

    “Dur,  acele etme! Söz veriyorum elbiseyi alacağım! Geride dur ve bekle!”

    “Seni tanıdığım güne lânet olsun. Niçin, başkaları gibi değilsin? Hayatımı zindana çevirdin. Eşimden boşanmam için baskı yapsaydın her şey bu kadar zor olmayacaktı belki de. Yumuşaklığın, beni olduğum gibi kabullenişin boynumu büküyor. Kendini bana bıraktığın için isteklerine katlanıyorum seve seve. Zararıma olsa da… Ne vakit, Böyle yaşamaktan hoşlanmıyorum! desem, karşıma geçip gülüyorsun.”

    “Nesi hoşuna gitmiyor birlikteliğimizin canım?” diyorsun.

     “Bana göre değil de bu ilişki!”  diyorum.

    “Eşini  boşa, benimle evlen diyerek seni zorlasam, istediğimi yapmazsan da  yuvanı yıkmakla, seni rezil etmekle tehdit etsem daha mı iyi  olurdu?!” gibi sözlerle sözümü kesiyorsun

     “Yine de…”

    “Niçin peşimde dolanan öteki erkekler gibi değilsin? Rahat ol. Karını da beni de memnun et. Başka bir şey istemiyorum senden…”

    “Yanlış ve ters olan da işte bu!”

    “Benim gibi dostu her erkek kolay kolay bulamaz,” deyişin, açık sözlülüğün, yürekliliğin kahrediyor beni. Yüreğim daralıyor. Dayanamıyorum. Bitmeli. Bu güzel rüyadan,

    “Böyle midir gerçekten, pek emin değilim ama,” uyanmalıyım. Çünkü bu ilişki başkalarının kâbusu! Evet, seni tanıdığım güne lânet olsun!

     Patron yoktu. Senin gelişini, “Abi bir kadın geldi!” tümcesiyle öğrendim. İçtendin. Sevecendin. Yürek hoplatandın. Kısa süreli görüşmemizde kendini anlattın hemen.

    “Dul bir kadınım. Kocamı trafik kazasında kaybettim. Polisti. Maaşı ile iki çocuğumu güçlükle okutuyorum. Güneş enerjisi taktırmayı düşünüyorum. Babamdan kalma da bir evim var. Az önce şartlarımı söyledim, kolaylık sağlarsanız memnun olurum. Taksitler istediğim gibi olursa, sistemi hemen taktıracağım. Ne diyorsunuz?” dedin. Ne diyebilirdim ki, hep gözlerine, siyahlar içindeki bedenine bakıyordum. Gözlerimi senden alamıyordum. Torpilin en büyüğünü yaptım. Seni bir daha görmek için. Geciktirdiğin senetleri hesabımdan karşıladım. Sana bildirdim. Böyle başladı telefon dostluğumuz ve arkadaşlığımız. Ardından arada sırada görüşmeye başladık. Derken hep düşündüğüm isteğin geldi. İnanamadım. Hiçbir şey düşünmedim ve sana koştum. O gece birlikte olduk. Sabaha kadar çıkmadık yataktan. O gün bugün birlikteyiz. Şimdi hırsızlık yapmamı istiyorsun.

Seni tanıdığım güne nasıl lânet olmasın!”

 

    “Seni anlıyorum!”

    “Anlamıyorsunuz…”

    “İşini kolaylaştırmak istiyorum!”

    “Nasıl olacak bu?!”

    “Hele yaklaş biraz! Diz çökeceğim ve işaret parmağımı cama dokunduracağım.”

    “Niçin yapacaksın bunu?!”

    “Konuşma! Acele et! Sen de sağ elinin işaret parmağını benim dokundurduğum yere dokundur!”

    “Parmaklarımız, bir parmağın aynadaki görüntüsü gibi oldu! Bu neye yarayacak?”

    “Parmağını benimle birlikte hareket ettir!”

    “Açıklama bekliyorum, lütfen!”

    “Parmaklarımız cam kesicisi oldu. Birazdan elbiseyi alabileceğin büyüklükte bir delik oluşacak…”

    “Yaaa!!!”

    “Öteki elinle kestiğimiz camı bana doğru it!”

    “Böyle mi?!”

    “Evet. Yavaş ol! Bu iş de tamam! Şimdi sana sırtımı döneceğim ve diz çökeceğim tekrar. Elbisemin düğmelerini çözeceksin, sonra yüzümü döneceğim, kollarımdan çekerek alacaksın tamam mı?”

    “Çıplak kalacaksın!”

    “Cansız bir manken olduğumu unutuyorsun galiba.”

    “Yine de çıplak kalmana gönlüm razı olmuyor!”

    “Boş ver, sen söylediğimi yap!”

    “………………………………………………………”

 

    “Yaşa sevgilim! Sonunda elbiseyi almayı başardın!”

    “Dur, dur hele! Bırak boynumu da uzaklaşalım bir an önce, düdük seslerini duymuyor musun?!”

    “Haklısın, koşalım koşalım hadi!”

    “Cam kırıklarına dikkat et!!”

    “Ne cam kırığı?!”

 

    Birdenbire gözlerimi açıyorum, korkuyla. Evimdeyim. Dinlenmişim, hiç içmemiş gibiyim. Gözümün önündeki beneği görüyorum. Bir ceviz kadar olmuş benek. Ona dikkatlice bakıyorum. İçinde ipek böceği kozasına benzeyen bir koza görüyorum. Beneğin içindeki koza çatlıyor. Kozadan bir kelebek çıkıyor. Seviniyorum. Sevincim çok sürmüyor. Şaşırıyorum. Kelebeğin başı tıpkı benim başım. Kelebek dolanıyor etrafımda. Kelebekleşen kendimle göz göze geliyorum. Gülümsüyoruz karşılıklı. Sonra odanın açık penceresinden dışarı çıkıyor, gökyüzüne kanatlanıyor, bakakalıyorum o gözden kayboluncaya kadar…

    Kapının sesine dönüyorum. Güzel kızım giriyor odaya, sonra da oğlum… Bana değil de bir yabancıya bakıyor gibi ikisi de. Üzülüyorum. İçime ağlıyorum. Onlara gülüyorum. Kollarımı açıyorum. Uçarcasına atılıyorlar bana, kucağımı dolduruyorlar. Sımsıkı sarılıyorum ikisine.

    “İşe gitmeyecek misin baba?!” diyor ikisi.

    “Hayır, sizi akşama kadar gezdirmek istiyorum, izinliyim!” diyorum. Yatağa yıkıyorlar beni ve öpüyorlar yanaklarımdan.

    “Anneniz nerede çocuklar ?!” diyorum.

    “Buradayım hayatım!” diyor eşim kapı aralığından seslenerek. Şaşkınlıktan ölecek gibi oluyorum. Güçlükle doğruluyorum çocuklardan kurtularak. Hayret ediyorum. Fakat çok sürmüyor şaşkınlığım ve hayretim. Gözlerimi ondan alamıyorum.

    “Mankenden çok sana yakışmış kırmızı elbise!” diyorum. Bir öpücük atıyor bana ve mutfakta beklediğini işaretliyor. Ben başlı kelebeği düşünüyorum, bir yandan da elbiseyi ve olanları ve bundan sonra olabilecekleri…” Sonra da…

    O artık özgür mü? O, gerçek kendisi mi?

    Ben gerçekten kendim miyim şimdi?..

    Peki, ya siz gerçekten kendiniz misiniz?

 

   * Acılar Atlası adlı öykü dosyasından

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)