Son Dakika



1

‘Kusuruma bakma oğul, koltuğa oturacağıma üzerine oturdum. Uykundan da ettim seni. Yaşlılık işte, n’ olur bağışla beni!’

‘Önemli değil, lütfen üzülmeyin!’

‘Bana neden öyle bakıyorsun oğul? Senin gibi insanım. Hortlak değilim ki!’

‘Ne bileyim, bildiğim, tanıdığım ve gördüğüm onca yaşlı insana benzemiyorsunuz. Bu dünyaya ait değilsiniz, bir tuhafsınız sanki.’

‘Elbette senin dünyana ait değilim. Aramızda yıllar var oğul. Her yıl bir çentik atmış yüzüme. Bu yüzden içimde kan kalmamış, tenim hem soluk hem de susuz toprak gibi çizik çizik. Neyse, ne diye söylüyorum ki bunları... Yolumuz uzun mu uzun. Üstelik eskisi gibi de uyuyamıyorum ben. Sürekli uyumama da az zaman kaldı. Ama senin önünde upuzun bir hayat var, uyumaya çalış istersen. Yoktur çünkü dinlenmek için uyku gibisi. Otobüslerde pek uyuyamam aslında, ama nasılsa içim geçmiş işte...’

‘Haklısınız. Gece yolculukları da uyumadan çekilmez zaten… Baksana şoför bile uyumuş sanki. Koca otobüsü ışıktan atlar çekiyor, görüyor musun?’

‘Haklısınız. Otobüs, çok konforlu bir faytona, ışıklar da fayton çeken beyaz atlara benziyor. V e ışık atlar öyle hızlılar ki… Mademki yolculuk boyunca birbirimize katlanacağız, öyleyse birbirimizi tanıyalım mı oğul?’

‘Tabi!’

‘Niçin bu kadar sevindin oğul?’

‘Söylediğiniz bana bir şiir anımsattı da…’

‘Şiir dediğin de ne?! Türkü, destan gibi mi?’

‘Söylediğiniz şeylere yakın, ama bambaşka bir şey!’

‘Pek anlamadım ama seni dinliyorum oğul söyle şiirini!’



‘Yaslanınca koltuğuna bir otobüsün

Eşini, dostunu görmek istediğin gün

Yolculuk ne güzel!

Yanımdakine, nerelisin, adın ne derim

Yeni bir arkadaş, yeni bilgiler edinirim.’



‘Böyle bir şey işte…’

‘O hâlde sorayım sana, adın ne, nerelisin ve ne iş yapıyorsun oğul?’

‘Ad dediğiniz bir boncuk… Rengârenk boncukları düşünün. Hangisini seviyorsanız, adım o olsun sizin için. Nereli olduğuma gelince, şimdilik buralıyım. Ve ayakta sürünen bir hikâyeciyim.’

‘Kusura bakma oğul, bilmece gibi konuştun, yarısını anladım yarısını anlamadım söylediklerinin. Hele ne iş yaptığını hiç anlayamadım! Hikâyeci ne demek?’

‘Hikâye yazıyorum, bazen de anlatıyorum!’

‘Ha! Anladım şimdi! Demek öykünün de adı değişti… Öykü… Öykünmek mi? Anlattığı şeyi olduğu gibi mi, yoksa her anlatan aynı şeyi kendine göre mi öykünüyor… Köy köy dolaşıp hikâye anlatıyorsun! Hikâyecileri iyi bilirim. Bizim köye de gelirlerdi. Köy odasında kalırlardı. Birbirinden güzel hikâye, mesel, masal anlatırlardı çocuklarımıza ve bize. Can kulağıyla dinlerdik onları. Kimi zaman gülerdik, kimi zaman şaşardık, kimi zaman da için için ağlardık anlattıklarına. Ama onlar yaşlı insanlardı. Sen genceciksin. Daha paralı bir iş bulamadın mı? Köylülerin vereceği bir tas arpadan, buğdaydan ne olur ki? Seni sevdim oğul. İçim ısındı sana. Uzun zamandır senin gibi birini arıyordum belki de. Sana rastlamam iyi oldu. Kalbim taşıyamaz, dudaklarım tutamaz oldu kendimize sakladığımız müthiş, ama inanılmaz gerçeği anlatayım mı sana?’

‘Müthiş, ama inanılmaz olan ne?!’

‘Esercan’la Sevcan’ın hikâyesi!’

‘Kim ki onlar?’

‘Hikâyelerini içimize tutsak ettiğimiz, yaşadıklarını kimseye inandıramayacağımıza inandığımız iki güzel ve gencecik insan onlar… Şimdi bir harabe olan, yıllar önce kırk hanenin yan yana ve barış içinde yaşadığı köyümüzün belki de hayatta kalmış tek kişisiyim. Bu hikâye benle toprağa karışmasın istiyorum. Bu yüzden söz ver bana! Aklında tutacağına, gittiğin her yerde anlatacağına ve senin gibi hikâyecilerden kıskanmayıp onlara da anlatmaları için aktaracağına...

İkisinin başına gelenlerden sonra dört bir yana dağıldık. Biliyorum, herkes benim gibi onları kendine bile anlatmadı. Lanetli olduklarından, herkesi utanç içinde bıraktıkları için değil oğul! Herkesi üzdükleri için de değil belki. Onların yaşadıkları inanılmaz, kim bilir belki de bu yüzden...’

‘N' olur bir an önce başlayın lütfen!’

‘Esercan, gencecikti. İçtendi. Yiğitti. Elinden her iş gelirdi. İşini yarına bırakmazdı. Ekmeğini herkesle bölüşürdü. İncecikti. Bıyıkları yeni terlemişti. Kimsenin arkasından konuşmazdı. Anasının, babasının nar tanesi, nur tanesi, bir tanesiydi. Masalların, hikâyelerin sözünü ettiği ‘çocuk beklemek’ Esercan’ın ailesininki yanında hiçti hiç! Ben, bunun tanığıydım. Onların Esercan’a sahip olmak için neler çektiklerini, nasıl da sabırla beklediklerini bir anlatmaya başlasam onlarca yolculuk gerekir, inan! Ebesi oldum onun. Kucağıma doğdu. O gün, köyümüze Güneş başka gülümsedi. Tarlalar bir başka oldu. Kuşlar daha bir güzel öttü. Sular bir başka coştu. Gökyüzü başka mavileşti. Köyümüz şenlendi. Yüzü gülmeyenler bile mutlandı. İçimiz aydınlandı. Otlar yeşerdi. Çiçeklendik. Nasıl söyleyeyim sevincimizi. Gözümde canlanan o güzellikleri gizli bir el bırakmıyor sanki kelimelerle sana resmetmemi, anlıyor musun? Dilim çok istiyor bunu, ama gizli el bırakmıyor oğul. Mutluluğumuz on yedi yıl, otuz beş gün sürdü. On yedi yıl, on yedi gün gibi geldi bize.’

‘Gün ortasında Güneş tutuldu. Kara bir bulut köyümüzü kuşattı. Ağzımızı bıçak açmaz oldu. Kulaklarımız işitmez oldu. Deremiz akmaz, tavuklarımız yumurtlamaz, koyunlarımız, ineklerimiz süt vermez oldu. Çeşmelerimizin suyu azaldı. Tarlalarımız sarardı. Ağaçlarımız kurudu. Güneş bir daha eskisi gibi doğmadı köyümüze. Üstümüze ölü toprağı serpildi.

Esercan’ın anası: Gitti yiğidim, gitti evimin direği deyince. Bu tümce dalga dalga köyü sarınca... Kahrolduk. Gözyaşlarımızı sile sile, yine de gözyaşlarımızdan ıslanmış olarak Esercanlara akın ettik. O, yatağında bir top ışıktı sanki. Uyuyormuş gibi. Bize oyun ediyormuş gibi.’

‘Neden ölmüştü?’

‘Nasıl olmuştu bu?’

‘Hiç mi hiç düşünmedik. Ne yapacağımızı bilemedik.’

‘Günlerce yatağından kaldırmadık. Başucundan ayrılmadık. Gece gündüz nöbet tuttuk. Ha bugün ha yarın ayağa kalkar dedik. Canlıymış gibi kokmuyordu. Sonunda araya büyüklerimiz girdi. Esercan’ı mezarlığa götürdük. Yer, gök insandı. Çevre köylerden gelenler olmuştu. Mezarında ateş yaktık. Ateşi günlerce canlı tuttuk. Annesinin, babasının acısını paylaştık. Oysa acılar paylaşılmıyor oğul. Acılar çekiliyor, yaşanıyor ve çaresizlikten katlanıyor her insan acısına...’

‘Hayat yine de devam ediyor oğul. Onu içimizde yaşatmaya başladık. İçimiz kan ağladığı hâlde, bizi içten ele geçiren midelerimizin hizmetine koştuk.’

‘En büyük çileyi annesi çekti. Yine en büyük acıyı çeken, acısına katlanan o oldu.’

‘Benden çok küçüktü. Bana abla derdi. Beni severdi. Ben de onu severdim.’

‘Esercan’ın ölümünden sonra hep aynı siyah elbiseyi giydi. Üstünden bir daha çıkarmadı. O elbiseyle gecesini, gündüzünü geçirdi. Bir daha gülmedi. Kocasına karılık yapmadı. Hep onu düşünüyordum. Aklımdan çıkmıyordu. Bir akşamüstü bana geldi.’

‘Gözlerini gözlerime dikti. Omuzlarımdan tuttu.’

Hem ablamsın, hem de arkadaşımsın; sırdaşımsın. Oğlum senin eline doğdu. Oğlum senin de oğlun sayılır bu yüzden. Karnımda taşıdığım, canımla beslediğim, üstüne gelecekler düşlediğim Esercan’ımın mezarına gitmek istiyorum, her gün. Dünyanın bin bir türlü hâli var, yanımda olmanı istiyorum. Yol arkadaşım, mezarlık yoldaşım olur musun? dedi.

‘Hiç düşünmeden evet dedim. Bana bir çocuk veremeyen ama öldüğü an’a kadar beni el üstünde tutan kocama daha yakın olacaktım böylece.

‘Mezarlık köyümüzden oldukça uzaktı. Bir yamaçtaydı. Evdeki işlerimizi bitirdikten sonra köyün çıkışında buluşup mezarlığa giderdik. Kocamın mezarındaki otları yolardım. Toprağını, ağacını sulardım. Yanı başına otururdum. Niçin benden önce öldüğünün hesabını sorardım ona. Dilimin döndüğünce de ona iyilik dilerdim yaratanımdan. Sonra da kadersizimin yanına giderdim. Mezarın otlarını tek tek, oğlunun canından diken çıkarıyormuş gibi özenle çekerdi. Çiçekleri, sarıçam fidanını gözyaşlarını da içine akıttığı suyla sulardı. Mezarın her tarafını öper, boylu boyunca ona sarılıyormuş gibi, mezarına sarılırdı oğlunun. Başucuna otururdu. Öyle bir ağıt yakardı ki içimi dağlamakla kalmazdı. Kuşları, ağaçların rüzgârdan dolayı türkülere duran yapraklarını, sararmış otları, börtü böceği sustururdu. İçten söylerdi, köyde olanı biteni, kendisi için söylenen güzel sözleri, ondan sonraki acılı yaşamını… Kısacası gördüklerini, duyduklarını, içinden geçirdiklerini bir bir dillendirirdi.’

‘Ağlamaktan takatsiz kalırdık. Dönüşte birbirimize sarılırdık. Birbirimizden güç alırdık. Gün kararmaya başlayınca köye dönerdik.’

‘Köyden kimse önümüze çıkmadı. Kendinize yazık ediyorsunuz, ölenle ölünmez demedi. Aksine herkes bize saygı duydu. Bizi görenler, ermiş kişilermişiz gibi ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemedi. Önümüzde eğildiler. Yaşlısı, genci yol verdi ancak. Mezarlığa gidip gelmemiz kaç gün oldu, kaç ay sürdü bilemiyorum. Günlerin ikimiz için bir anlamı, önemi de yoktu. Sevinmiyorduk dersem gün akşam oluyor diye inanma bana oğul. Günün akşam olmasından büyük mutluluk alıyorduk ikimiz de. Çünkü gün ne çok kararırsa sevdiklerimize gideceğimiz gün o kadar yakınlaşıyordu bizim için, anlıyor musun?’

‘Gördüğü düşün gerçekleştiği günü hiç unutmam. O an gibi aklımda şimdi her şey. Birlikte mezarlığa gidiyorduk yine. Bana iyice sokuldu. Elini omzuma koydu. Başını hafifçe öne eğdi. Düşünü bir masal anlatır gibi anlattı. O anlattıkça tüylerim diken diken oldu. Buzdanmışım gibi üşüdüm. O an gözlerindeki üzüntüyü gördüm.’

Düşümü bir sen hayra yorarsın abla! Yanımda mısın, değil misin bilmiyorum. Esercan’ın başucundayım. İçimin acısını, dilimin çiçeklerini gözyaşlarıma katıyorum canım oğluma gönderiyorum. Ama inanılmaz bir şey oluyor o an. Mezar, başucundan ayakucuna kadar yarılıyor. İçinden boz bir yılan çıkıyor. Gözlerini gözlerime dikiyor. Donup kalıyorum. Kaçamıyorum da. Gözlerimi ondan alamıyorum.

‘Korkma, oğlunum senin! Nasıl zarar veririm sana. Güzel annem, artık beni rahat bırak. Mezarıma gelme. Mezarımda değilim, eğil de bir bak! Yılanlaştım ben! Git! Ben ölmemişim gibi yaşa! Babamla ilgilen. Hayatınızı güzelleştirin. İnan ki mutluyum! Artık kimse beni ondan ayıramayacak. Ona sokulmama kimse engel olamayacak... Bundan böyle mezarıma gelme ki ben de hayatımı yaşayım. Git güzel annem, git artık!’ diyor. Sonra tekrar mezara giriyor. Mezar birleşiyor, eskisi gibi oluyor...’ dedi.

‘Yalnızca onu dinledim. Düşünü hayra yoramadım.’

‘Mezarın otlarını yoldu. Çiçeklerini, çam fidanını suladı. Her zamanki yerine oturdu. Ağıta durdu. Bir adım gerisindeydim. Köyün, kendisinin, babasının, Esercan’ın arkadaşlarının yaşantısını bir bir söyledikten sonra sözü Sevcan’a getirdi: Sevcan’ı biliyorsun değil mi? O, incecik dal gibi kızı istemediği birine verdiler. Kız gönülsüz... Köyde bilmeyen yok ama... Haftaya düğünleri var. Ah sağ olsaydın da ben de senin mürüvvetini görebilseydim oğlum, dedi. Mezarı çepeçevre kuşatmış olan taşların arasından soba borusu gibi boz bir yılan çıktı. Onun tam karşısında durdu. Gözlerini ona dikti. Bir iki dakika sonra da akıp uzaklaştı. Donup kalmıştım. Korkmuştum. Arkasından seslendi: Güle güle oğlum! Hoşça kal e mi! Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Mezarına gelemeyecek olduktan sonra buralar da bana haram olsun, duydun mu beni, dedi.’

‘Bu kadar mı? Esercan’ın annesine ne oldu?’

‘Ne olacak, ertesi sabah köyü terk ettiler. Kimse nereye gittiklerini bilmiyor, buna ben de dâhilim.’

‘Ya Sevcan? Sevcan, kimi seviyordu?’

‘Onun kimi sevdiğini kimse bilmiyor. Sevdiğini içinde götürdü garibim. Ama anlayamadığım Esercan’ın düşünde annesine söylediği. Buna bir anlam veremiyorum. Çünkü köyümüz küçücük. Gençlerin aşklarını, yavuklularını hep bilir, duyarız. Esercan’la Sevcan’ın adları yan yana hiç anılmadı. Onları kimse birlikte görmedi. Onların mektuplaştığı, gizli gizli buluştuğu konuşulmadı. En küçük bir şey olsaydı duyulurdu, ama... Ya bunlar uzaktan uzağa sevdi birbirini ya da kimselere sezdirmeden buluşup anlaştılar. Yahut Esercan içten içe sevdalandı Sevcan’a. Aklım almıyor bunların sevdasını ama olan olmuş işte her ne olmuşsa. İçten içe tutuşup yandı oğlan bence bir başka Kerem oldu, kim bilir Rabbimden başka.’



‘Sevcan’ı anlat artık n’ olursunuz!’



2

‘Sevcan, iri ve siyah gözlü, beyaz tenli, kalem kaşlı, uzun ve ipek saçlı bir güzeldi. Ağzı var dili yoktu. Güneş ve Ay onun güzelliğini kıskanırdı. Yedi köyde o konuşulurdu. Adını duyan, onu görmeye gelirdi. Annesi, babası, dedesi, ninesi has Yürük’tü. Herkes onu da ailesini de severdi.’

‘Sevcan’ın üç ağabeyi vardı. Üçü de onu hem severdi hem de gözleri gibi korurdu.’

‘Annesi, her sabah büyük bir zevkle saatlerce onun saçını tarar ve örerdi. Gözlerine bakardı. Bağrına basardı. Babası onu bir başka severdi. Sevcan’ım dedi miydi dudaklarından binlerce Sevcan dökülürdü. Ağabeyleri şakacıktan onu kıskanıyorlarmış gibi yapardı. O, hemen araya girerdi. Sevginin eşit olamayacağını söylerdi babası, oğullarına.’

‘Sevcan da Esercan gibi on yedisini yeni bitirmişti. Serpilip gelişmişti. Gelinlik bir kız olmuştu. İsteyeni çoktu. Dünürcünün biri gelir biri giderdi evlerine… Sonunda olan oldu. Hiç kimsenin beklemediği gerçekleşti. O kadar isteyenin arasından hiç de akla gelmeyecek birine verildi Sevcan. O genç de iyiydi, ama Sevcan’ın dengi değildi. Köyümüzdeki bir başka Yürük’ün oğluydu. Çoğu kıskandı onu, çoğu düşman belledi. Hatta bazıları Sevcan’a haber gönderdi, gönlü varsa kaçırmak için. O, böyle önerilere kulak asmadı. Nedense kaderine razı oldu.’

‘Yedi köye şan olacak bir düğün yapıldı, ama kimse de itibar etmedi. Kalabalık daha çok Sevcan’ı görmek için toplanmıştı. Yenildi. İçildi. Tüfekler, tabancalar patlatıldı. Koyunlar, keçiler kesildi. Etli pilavlar dağıtıldı. Ayran ikram edildi.’

‘Yürükler iyi insanlar. Geleneklerine, göreneklerine bağlılar, ama bu gönülsüz düğüne niçin razı oldular bir türlü anlamadım. Sordum, anlatamadılar. Kem küm ettiler.’

‘Ve an geldi. Yürük göçü yürüdü yüksek yaylalara. İşte olanlar yaylalarda oldu. Yaylalar dünyanın dam başı sanki kocaman, yemyeşil. Sular, bir başka akar o yaylalarda. Su sesi kuş seslerine karışır. Yaylalar bayramyeri sanki. Başka yörelerden gelen Yürükler, Yürüklere, koyunlar koyunlara, keçiler de keçilere, çocuklar çocuklara karışmış. Herkes mutlu. Herkes birbirine anlatacak bir şey buluyor, durmadan konuşuyorlar. Ama Sevcan’ın ağzını bıçak açmıyor. Sorulanları duymazdan geliyor. Kendisinden beklenen günlük işleri yapıyor, bir de kocasına karşı karılık görevini… İçi kan ağlıyor, yüreği parçalanıyor, ruhu daralıyor ama yine de ayakta durmaya çalışıyor.’

‘Kocası ondan önce uyanıyor. Giyiniyor ve çadırdan çıkıyor. Şöyle bir dolaşıyor. Annesinin, babasının çadırına gidiyor. Onlarla konuşuyor. Sonra da çadırına dönüyor. Sevcan’ın hazırladığı çorbayı içiyor. Keçileri çayırlara salıyor. Yaşamları böyle sürüp gidiyor… Ama bir sabah onun saçlarının arasında boz bir yılanın başını görüyor. Korkuyor ve bağırıyor. Yılan akıp çıkıyor çadırdan ve taşların arasına dalıyor. Kayboluyor. Sevcan’a soruyor yılanı. Sevcan, anlamsızca bakıyor sadece. Konuşmuyor. Kocası çıldırıyor.’

‘Yarın, öbür gün, daha öbür gün derken her gün uyanıyor ve yılanı görüyor. Korkudan ölüp ölüp diriliyor. Sevcan’ın saçlarına uzanıp uyuyan yılandan kurtulmak istiyor. Obada ne kadar erkek varsa nöbet tutuyor. Ama hiçbiri yılanın nereden ve nöbetçilere görünmeden çadıra nasıl girdiğini öğrenemiyor, göremiyor. Kimse onu öldüremiyor. Sevcan’ın kocası korkudan uyuyamaz oluyor. Sevcan, bir şey biliyor ya da bilmiyor, ama kimseye yılandan söz etmiyor. Ondan korkup korkmadığını bile söylemiyor.’

‘Obadakiler çareler düşünüyorlar.’

‘Sonunda bir çare buluyorlar. Yaşlı mı yaşlı bir kadına kulak veriyorlar. Yaşlı kadın, Doğu Toroslar’daki obalarda derin bilgili bir Bilge var, yaşlı mı yaşlı üstelik, zannımca bulsa bulsa o çare bulur, bu olanlara, diyor.’

‘Vakit kaybetmiyorlar. Atlara biniyor üç beş kişi. Birkaç gün sonra Doğu Toroslar’lar. Yaşlı kadın Doğu Toroslar’daki yaylalara ulaşıyorlar. Obalardan sora sora Bilge’yi buluyorlar. Çadırına giriyorlar. Sevcan’dan, kocasından ve boz yılandan söz ediyorlar. Bir çözüm istiyorlar ondan. Bilge, şöyle bir bakıyor Sevcan’ın kaynatasına: Yılandan kurtulursunuz bu kolay ama bedeli ağır bunun... diyor.’

‘Kaynata yanlış anlıyor onu. Çözümüne vereceğim her türlü bedel var, diyor.’

Bilge: "ilge: "ürlü bedel var!"r. O sözünü ettiğiniz yılan Sevcan’a âşık olmuş… Zararsızdır. Oğluna da, gelinine de dokunmaz. Beni dinlersen… diyor.

Kaynata onun sözünü kesiyor: Yılan nasıl âşık olur?! Sözün kısası o yılandan kurtulmak istiyoruz. Yılanın yavrusu bile sevilmez derler. Çok soğuk bir hayvan... Obamızda huzur kalmadı. Oğlum delirmek üzere. Bilge dede bir an önce çözümü söyle, diyor. Adeta ayaklarına kapanıyor, yalvarıyor.’

‘Bilge: Bedeli öğrenmek istemiyor musunuz? diye soruyor.’

‘Kaynata: Hayır, çözümü öğrenmek istiyoruz, her bedele hazırız, diye tekrarlıyor.’

‘Bilge: Otlardan Sevcan’ın yapısında ve boyunda bir maket yapın. Özenle yapın ki maketi Sevcan’a benzesin. Onun yatarken giydiği elbiseyi de o makete giydirin. Böylece kokusu makete siner. Sonra Sevcan’ın saçlarını kökünden kesin. Peruk gibi maketin başına geçirin. Çadırda, her zaman yattığı yere Sevcan yatağında uyuyormuş gibi yerleştirin maketi. Ve Sevcan’ı obadan bir günlük uzaklığa götürün. Böylece yılan maketi o sanacak. Oğlunuz da çadırda olmayacak. Yılan günün ilk ışıklarıyla maketi fark edecek ve ona sımsıkı sarılacak. Kahrolacak. Hasretinden çatlayıp ölecek,’ diyor.’

‘Kaynata: Diline sağlık bilge dede, bedelini söyle hadi! diyor.’

‘Bilge: Bedel mi, daha sonra hadi güle güle, diye karşılık veriyor.’

‘Atları uçururcasına koşturuyorlar. Dereleri, tepeleri, ırmakları dağları aşarak obaya dönüyorlar. Akşamı bekliyorlar. Sevcan’ın her gece uyumak için giydiği elbiseyi alıyor ve ipek gibi saçlarını kesiyorlar. Sevcan’ı ve kocasını, birkaç adam eşliğinde bir günlük uzaklığa gönderiyorlar... Sevcan sadece ağlıyor, gözyaşları sel gibi akıyor. Sessiz sessiz ve içten içe kahroluyor. Dudaklarını açmıyor. Boyun eğiyor.’

‘Bilgenin söyledikleri aynen uygulanıyor. Sabırsızlıkla sabahı bekliyorlar. Sabah oluyor. Yüzlerce meraklı bakış çadıra yanaşamıyor. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Vakit öğlen oluyor. Birkaç adam korka korka çadıra başlarını uzatıyor. Birkaç saniye sonra da bağırıyorlar: Bilge’nin dediği olmuş! diyerek.’

‘Keçiler kesiyor, eğleniyorlar. Ateş yakıyorlar. Ateşe maketi ve boz yılanın ölüsünü atıyorlar. Ateşin etrafında oynuyorlar. Sevcan’ı ve kocasını getirtmek için haberci gönderiyorlar...’

‘ iği oldu!"üle güle!"Sevcan daha çok içine kapanıyor. Günden güne değişiyor, ama kocası fark etmiyor. Sevcan’ın ayak parmaklarından başlayarak başına doğru derisi pullaşıyor. Sevcan, boz yılanın pullarına benzeyen bu pulları saklıyor. Kocasının birlikte olmak isteğine çaresizce katlanıyor gecelerce. Vücudunu saran pullar memelerine kadar ulaşıyor. Artık kocasından saklayamıyor. Kocası, pulları görünce hem korkuyor hem bağırıyor. Hemen babasının çadırına gidiyor. Gördüklerini anlatıyor ona. Annesinin ve babasının gözleri iri iri açılıyor. Ona inanmak istemiyorlar. Giyiniyorlar ve çadıra koşuyorlar. Sevcan’ın giyinmiş olduğunu görüyorlar. Kaynata, karısına göğsüne bakmasını söylüyor ve sırtını dönüyor. Kaynana, Sevcan’ın göğsüne bakıyor, korkunç bir feryat koparıyor. Kaynatanın aklına Bilge’nin söyledikleri geliyor ve bu yüzden sabahı zor ediyor. Günün ilk ışıklarıyla birkaç kişi de yanına alarak Bilge’nin yanına gidiyor...’

‘Bilge, rahleden başını kaldırıyor. Kaynata hemen onun ayaklarına kapanıyor. Karısının gördüklerini anlatıyor. Bilge: Bedel ağır demiştim değil mi? diyor ona.’

‘Kaynata: Bedel ne ey Bilge?! diye soruyor.’

‘Bilge: Bedel Sevcan, diyor.’

‘Kaynata: Sevcan mı?! diye inliyor, titriyor yaşlı ve gün görmüş ihtiyarın karşısında.’

‘Bilge: Evet; o, yılanlaştı artık! diyor.’

‘Kaynata: Olamaz öyle bir şey! Mümkün değil, çünkü… diye bağırıyor ve çadırdan çıkıyor.’

‘Bilge: Öyleyse git de gerçeği gözlerinle gör e mi, çünkü onu göremeyeceksiniz artık! diye haykırıyor arkasından onun.’

‘Kaynata atını soluksuz koşturuyor... Sonunda obaya varıyor. Meraklı bakışlar altında oğlunun çadırına doğru yürüyor. Karısına, korkulu gözlerle kendine bakan oğluna bakıyor, sonra da çadıra giriyor. Gözlerine inanamıyor. Çünkü çadırda Sevcan’ı bulamıyor. Çadırda onu andıran kocaman bir yılan derisi görüyor sadece. Hayır! diye avazı çıktığı kadar bağırıyor.’

‘Çadırdan çıkıyor kalabalığa bakıyor.’

O çadırdan çıkıp gitmiş, görmediniz mi? Dağılın her bir yana bulun onu, bulun Sevcan’ı,’ diyor.’

‘Peki, Sevcan’ı buluyorlar mı sonunda?’

‘Ne bulması oğul, ne bulması! Yer yarılmış da içine girmiş sanki. Ne ölüsü bulunmuş ne de dirisi.

İşte Esercan’la Sevcan’ın hikâyesi bu!’

‘Çok ilginç!’

‘Sadece ilginç mi oğul!’

‘Durun kalkmayın, daha soracaklarım var, inanın niyetim sizi üzmek değildi...’

‘Hoşça kal hikâyeci, umarım verdiğin sözü unutmazsın.’

‘Lütfen yanımdan kalkmayın!’

‘Bakın güneş doğuyor. Onun ışıkları otobüse girince ben zaten görünmeyeceğim, en iyisi zamanında kalkmak. Sen de içindeki horozun sesine kulak ver de uyan artık.’

‘Kusura bakmayın beyefendi ışıkları söndürüyordum ama şoför öndeki otobüsü sollayınca dengemi kaybettim üzerinize yıkıldım ve sizi istemeden de olsa uyandırdım. Özür dilerim!’

‘Yanımdaki yaşlı kadın indi mi acaba?’

‘Sizin yanınızdaki koltuk yolculuğa başladığımızdan beri boştu efendim. Sanıyorum siz düş gördünüz...’

‘Ama… Ben… Nasıl olur…’

Tacim Çiçek

Gercekedebiyat.com 

                  

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)