Esercan ile Sevcan'ın hikayesi / Tacim Çiçek
1 ‘Kusuruma
bakma oğul, koltuğa oturacağıma üzerine oturdum. Uykundan da
ettim seni. Yaşlılık işte, n’ olur bağışla beni!’ ‘Önemli
değil, lütfen üzülmeyin!’ ‘Bana
neden öyle bakıyorsun oğul? Senin gibi insanım. Hortlak değilim
ki!’ ‘Ne
bileyim, bildiğim, tanıdığım ve gördüğüm onca yaşlı insana
benzemiyorsunuz. Bu dünyaya ait değilsiniz, bir tuhafsınız
sanki.’ ‘Elbette
senin dünyana ait değilim. Aramızda yıllar var oğul. Her yıl
bir çentik atmış yüzüme. Bu yüzden içimde kan kalmamış,
tenim hem soluk hem de susuz toprak gibi çizik çizik. Neyse, ne
diye söylüyorum ki bunları... Yolumuz uzun mu uzun. Üstelik
eskisi gibi de uyuyamıyorum ben. Sürekli uyumama da az zaman kaldı.
Ama senin önünde upuzun bir hayat var, uyumaya çalış istersen.
Yoktur çünkü dinlenmek için uyku gibisi. Otobüslerde pek
uyuyamam aslında, ama nasılsa içim geçmiş işte...’ ‘Haklısınız.
Gece yolculukları da uyumadan çekilmez zaten… Baksana şoför
bile uyumuş sanki. Koca otobüsü ışıktan atlar çekiyor, görüyor
musun?’ ‘Haklısınız.
Otobüs, çok konforlu bir faytona, ışıklar da fayton çeken beyaz
atlara benziyor. V e ışık atlar öyle hızlılar ki… Mademki
yolculuk boyunca birbirimize katlanacağız, öyleyse birbirimizi
tanıyalım mı oğul?’ ‘Tabi!’
‘Niçin
bu kadar sevindin oğul?’ ‘Söylediğiniz
bana bir şiir anımsattı da…’ ‘Şiir
dediğin de ne?! Türkü, destan gibi mi?’
‘Söylediğiniz
şeylere yakın, ama bambaşka bir şey!’ ‘Pek
anlamadım ama seni dinliyorum oğul söyle şiirini!’ ‘Yaslanınca
koltuğuna bir otobüsün Eşini,
dostunu görmek istediğin gün Yolculuk
ne güzel! Yanımdakine,
nerelisin, adın ne derim Yeni
bir arkadaş, yeni bilgiler edinirim.’ ‘Böyle
bir şey işte…’ ‘O
hâlde sorayım sana, adın ne, nerelisin ve ne iş yapıyorsun
oğul?’ ‘Ad
dediğiniz bir boncuk… Rengârenk boncukları düşünün.
Hangisini seviyorsanız, adım o olsun sizin için. Nereli olduğuma
gelince, şimdilik buralıyım. Ve ayakta sürünen bir hikâyeciyim.’
‘Kusura
bakma oğul, bilmece gibi konuştun, yarısını anladım yarısını
anlamadım söylediklerinin. Hele ne iş yaptığını hiç
anlayamadım! Hikâyeci ne demek?’ ‘Hikâye
yazıyorum, bazen de anlatıyorum!’ ‘Ha!
Anladım şimdi! Demek öykünün de adı değişti… Öykü…
Öykünmek mi? Anlattığı şeyi olduğu gibi mi, yoksa her anlatan
aynı şeyi kendine göre mi öykünüyor… Köy köy dolaşıp
hikâye anlatıyorsun! Hikâyecileri iyi bilirim. Bizim köye de
gelirlerdi. Köy odasında kalırlardı. Birbirinden güzel hikâye,
mesel, masal anlatırlardı çocuklarımıza ve bize. Can kulağıyla
dinlerdik onları. Kimi zaman gülerdik, kimi zaman şaşardık, kimi
zaman da için için ağlardık anlattıklarına. Ama onlar yaşlı
insanlardı. Sen genceciksin. Daha paralı bir iş bulamadın mı?
Köylülerin vereceği bir tas arpadan, buğdaydan ne olur ki? Seni
sevdim oğul. İçim ısındı sana. Uzun zamandır senin gibi birini
arıyordum belki de. Sana rastlamam iyi oldu. Kalbim taşıyamaz,
dudaklarım tutamaz oldu kendimize sakladığımız müthiş, ama
inanılmaz gerçeği anlatayım mı sana?’ ‘Müthiş,
ama inanılmaz olan ne?!’ ‘Esercan’la
Sevcan’ın hikâyesi!’ ‘Kim
ki onlar?’ ‘Hikâyelerini
içimize tutsak ettiğimiz, yaşadıklarını kimseye
inandıramayacağımıza inandığımız iki güzel ve gencecik insan
onlar… Şimdi bir harabe olan, yıllar önce kırk hanenin yan yana
ve barış içinde yaşadığı köyümüzün belki de hayatta kalmış
tek kişisiyim. Bu hikâye benle toprağa karışmasın istiyorum. Bu
yüzden söz ver bana! Aklında tutacağına, gittiğin her yerde
anlatacağına ve senin gibi hikâyecilerden kıskanmayıp onlara da
anlatmaları için aktaracağına...
İkisinin
başına gelenlerden sonra dört bir yana dağıldık. Biliyorum,
herkes benim gibi onları kendine bile anlatmadı. Lanetli
olduklarından, herkesi utanç içinde bıraktıkları için değil
oğul! Herkesi üzdükleri için de değil belki. Onların
yaşadıkları inanılmaz, kim bilir belki de bu yüzden...’ ‘N'
olur bir an önce başlayın lütfen!’ ‘Esercan,
gencecikti. İçtendi. Yiğitti. Elinden her iş gelirdi. İşini
yarına bırakmazdı. Ekmeğini herkesle bölüşürdü. İncecikti.
Bıyıkları yeni terlemişti. Kimsenin arkasından konuşmazdı.
Anasının, babasının nar tanesi, nur tanesi, bir tanesiydi.
Masalların, hikâyelerin sözünü ettiği ‘çocuk beklemek’
Esercan’ın ailesininki yanında hiçti hiç! Ben, bunun
tanığıydım. Onların Esercan’a sahip olmak için neler
çektiklerini, nasıl da sabırla beklediklerini bir anlatmaya
başlasam onlarca yolculuk gerekir, inan! Ebesi oldum onun. Kucağıma
doğdu. O gün, köyümüze Güneş başka gülümsedi. Tarlalar bir
başka oldu. Kuşlar daha bir güzel öttü. Sular bir başka coştu.
Gökyüzü başka mavileşti. Köyümüz şenlendi. Yüzü
gülmeyenler bile mutlandı. İçimiz aydınlandı. Otlar yeşerdi.
Çiçeklendik. Nasıl söyleyeyim sevincimizi. Gözümde canlanan o
güzellikleri gizli bir el bırakmıyor sanki kelimelerle sana
resmetmemi, anlıyor musun? Dilim çok istiyor bunu, ama gizli el
bırakmıyor oğul. Mutluluğumuz on yedi yıl, otuz beş gün sürdü.
On yedi yıl, on yedi gün gibi geldi bize.’ ‘Gün
ortasında Güneş tutuldu. Kara bir bulut köyümüzü kuşattı.
Ağzımızı bıçak açmaz oldu. Kulaklarımız işitmez oldu.
Deremiz akmaz, tavuklarımız yumurtlamaz, koyunlarımız,
ineklerimiz süt vermez oldu. Çeşmelerimizin suyu azaldı.
Tarlalarımız sarardı. Ağaçlarımız kurudu. Güneş bir daha
eskisi gibi doğmadı köyümüze. Üstümüze ölü toprağı
serpildi.
Esercan’ın
anası: Gitti yiğidim, gitti evimin direği deyince. Bu tümce dalga
dalga köyü sarınca... Kahrolduk. Gözyaşlarımızı sile sile,
yine de gözyaşlarımızdan ıslanmış olarak Esercanlara akın
ettik. O, yatağında bir top ışıktı sanki. Uyuyormuş gibi. Bize
oyun ediyormuş gibi.’ ‘Neden
ölmüştü?’ ‘Nasıl
olmuştu bu?’ ‘Hiç
mi hiç düşünmedik. Ne yapacağımızı bilemedik.’ ‘Günlerce
yatağından kaldırmadık. Başucundan ayrılmadık. Gece gündüz
nöbet tuttuk. Ha bugün ha yarın ayağa kalkar dedik. Canlıymış
gibi kokmuyordu. Sonunda araya büyüklerimiz girdi. Esercan’ı
mezarlığa götürdük. Yer, gök insandı. Çevre köylerden
gelenler olmuştu. Mezarında ateş yaktık. Ateşi günlerce canlı
tuttuk. Annesinin, babasının acısını paylaştık. Oysa acılar
paylaşılmıyor oğul. Acılar çekiliyor, yaşanıyor ve
çaresizlikten katlanıyor her insan acısına...’ ‘Hayat
yine de devam ediyor oğul. Onu içimizde yaşatmaya başladık.
İçimiz kan ağladığı hâlde, bizi içten ele geçiren
midelerimizin hizmetine koştuk.’ ‘En
büyük çileyi annesi çekti. Yine en büyük acıyı çeken,
acısına katlanan o oldu.’ ‘Benden
çok küçüktü. Bana abla derdi. Beni severdi. Ben de onu
severdim.’ ‘Esercan’ın
ölümünden sonra hep aynı siyah elbiseyi giydi. Üstünden bir
daha çıkarmadı. O elbiseyle gecesini, gündüzünü geçirdi. Bir
daha gülmedi. Kocasına karılık yapmadı. Hep onu düşünüyordum.
Aklımdan çıkmıyordu. Bir akşamüstü bana geldi.’ ‘Gözlerini
gözlerime dikti. Omuzlarımdan tuttu.’ Hem
ablamsın, hem de arkadaşımsın; sırdaşımsın. Oğlum senin
eline doğdu. Oğlum senin de oğlun sayılır bu yüzden. Karnımda
taşıdığım, canımla beslediğim, üstüne gelecekler düşlediğim
Esercan’ımın mezarına gitmek istiyorum, her gün. Dünyanın bin
bir türlü hâli var, yanımda olmanı istiyorum. Yol arkadaşım,
mezarlık yoldaşım olur musun? dedi. ‘Hiç
düşünmeden evet dedim. Bana bir çocuk veremeyen ama öldüğü
an’a kadar beni el üstünde tutan kocama daha yakın olacaktım
böylece. ‘Mezarlık
köyümüzden oldukça uzaktı. Bir yamaçtaydı. Evdeki işlerimizi
bitirdikten sonra köyün çıkışında buluşup mezarlığa
giderdik. Kocamın mezarındaki otları yolardım. Toprağını,
ağacını sulardım. Yanı başına otururdum. Niçin benden önce
öldüğünün hesabını sorardım ona. Dilimin döndüğünce de
ona iyilik dilerdim yaratanımdan. Sonra da kadersizimin yanına
giderdim. Mezarın otlarını tek tek, oğlunun canından diken
çıkarıyormuş gibi özenle çekerdi. Çiçekleri, sarıçam
fidanını gözyaşlarını da içine akıttığı suyla sulardı.
Mezarın her tarafını öper, boylu boyunca ona sarılıyormuş
gibi, mezarına sarılırdı oğlunun. Başucuna otururdu. Öyle bir
ağıt yakardı ki içimi dağlamakla kalmazdı. Kuşları, ağaçların
rüzgârdan dolayı türkülere duran yapraklarını, sararmış
otları, börtü böceği sustururdu. İçten söylerdi, köyde olanı
biteni, kendisi için söylenen güzel sözleri, ondan sonraki acılı
yaşamını… Kısacası gördüklerini, duyduklarını, içinden
geçirdiklerini bir bir dillendirirdi.’
‘Ağlamaktan
takatsiz kalırdık. Dönüşte birbirimize sarılırdık.
Birbirimizden güç alırdık. Gün kararmaya başlayınca köye
dönerdik.’ ‘Köyden
kimse önümüze çıkmadı. Kendinize yazık ediyorsunuz, ölenle
ölünmez demedi. Aksine herkes bize saygı duydu. Bizi görenler,
ermiş kişilermişiz gibi ne yapacaklarını, ne diyeceklerini
bilemedi. Önümüzde eğildiler. Yaşlısı, genci yol verdi ancak.
Mezarlığa gidip gelmemiz kaç gün oldu, kaç ay sürdü
bilemiyorum. Günlerin ikimiz için bir anlamı, önemi de yoktu.
Sevinmiyorduk dersem gün akşam oluyor diye inanma bana oğul. Günün
akşam olmasından büyük mutluluk alıyorduk ikimiz de. Çünkü
gün ne çok kararırsa sevdiklerimize gideceğimiz gün o kadar
yakınlaşıyordu bizim için, anlıyor musun?’ ‘Gördüğü
düşün gerçekleştiği günü hiç unutmam. O an gibi aklımda
şimdi her şey. Birlikte mezarlığa gidiyorduk yine. Bana iyice
sokuldu. Elini omzuma koydu. Başını hafifçe öne eğdi. Düşünü
bir masal anlatır gibi anlattı. O anlattıkça tüylerim diken
diken oldu. Buzdanmışım gibi üşüdüm. O an gözlerindeki
üzüntüyü gördüm.’ Düşümü
bir sen hayra yorarsın abla! Yanımda mısın, değil misin
bilmiyorum. Esercan’ın başucundayım. İçimin acısını,
dilimin çiçeklerini gözyaşlarıma katıyorum canım oğluma
gönderiyorum. Ama inanılmaz bir şey oluyor o an. Mezar, başucundan
ayakucuna kadar yarılıyor. İçinden boz bir yılan çıkıyor.
Gözlerini gözlerime dikiyor. Donup kalıyorum. Kaçamıyorum da.
Gözlerimi ondan alamıyorum. ‘Korkma,
oğlunum senin! Nasıl zarar veririm sana. Güzel annem, artık beni
rahat bırak. Mezarıma gelme. Mezarımda değilim, eğil de bir bak!
Yılanlaştım ben! Git! Ben ölmemişim gibi yaşa! Babamla ilgilen.
Hayatınızı güzelleştirin. İnan ki mutluyum! Artık kimse beni
ondan ayıramayacak. Ona sokulmama kimse engel olamayacak... Bundan
böyle mezarıma gelme ki ben de hayatımı yaşayım. Git güzel
annem, git artık!’ diyor. Sonra tekrar mezara giriyor. Mezar
birleşiyor, eskisi gibi oluyor...’ dedi.
‘Yalnızca
onu dinledim. Düşünü hayra yoramadım.’ ‘Mezarın
otlarını yoldu. Çiçeklerini, çam fidanını suladı. Her zamanki
yerine oturdu. Ağıta durdu. Bir adım gerisindeydim. Köyün,
kendisinin, babasının, Esercan’ın arkadaşlarının yaşantısını
bir bir söyledikten sonra sözü Sevcan’a getirdi: Sevcan’ı
biliyorsun değil mi? O, incecik dal gibi kızı istemediği birine
verdiler. Kız gönülsüz... Köyde bilmeyen yok ama... Haftaya
düğünleri var. Ah sağ olsaydın da ben de senin mürüvvetini
görebilseydim oğlum, dedi. Mezarı çepeçevre kuşatmış olan
taşların arasından soba borusu gibi boz bir yılan çıktı. Onun
tam karşısında durdu. Gözlerini ona dikti. Bir iki dakika sonra
da akıp uzaklaştı. Donup kalmıştım. Korkmuştum. Arkasından
seslendi: Güle güle oğlum! Hoşça kal e mi! Bir daha seni
rahatsız etmeyeceğim. Mezarına gelemeyecek olduktan sonra buralar
da bana haram olsun, duydun mu beni, dedi.’ ‘Bu
kadar mı? Esercan’ın annesine ne oldu?’ ‘Ne
olacak, ertesi sabah köyü terk ettiler. Kimse nereye gittiklerini
bilmiyor, buna ben de dâhilim.’ ‘Ya
Sevcan? Sevcan, kimi seviyordu?’ ‘Onun
kimi sevdiğini kimse bilmiyor. Sevdiğini içinde götürdü
garibim. Ama anlayamadığım Esercan’ın düşünde annesine
söylediği. Buna bir anlam veremiyorum. Çünkü köyümüz küçücük.
Gençlerin aşklarını, yavuklularını hep bilir, duyarız.
Esercan’la Sevcan’ın adları yan yana hiç anılmadı. Onları
kimse birlikte görmedi. Onların mektuplaştığı, gizli gizli
buluştuğu konuşulmadı. En küçük bir şey olsaydı duyulurdu,
ama... Ya bunlar uzaktan uzağa sevdi birbirini ya da kimselere
sezdirmeden buluşup anlaştılar. Yahut Esercan içten içe
sevdalandı Sevcan’a. Aklım almıyor bunların sevdasını ama
olan olmuş işte her ne olmuşsa. İçten içe tutuşup yandı oğlan
bence bir başka Kerem oldu, kim bilir Rabbimden başka.’ ‘Sevcan’ı
anlat artık n’ olursunuz!’ 2 ‘Sevcan,
iri ve siyah gözlü, beyaz tenli, kalem kaşlı, uzun ve ipek saçlı
bir güzeldi. Ağzı var dili yoktu. Güneş ve Ay onun güzelliğini
kıskanırdı. Yedi köyde o konuşulurdu. Adını duyan, onu görmeye
gelirdi. Annesi, babası, dedesi, ninesi has Yürük’tü. Herkes
onu da ailesini de severdi.’
‘Sevcan’ın
üç ağabeyi vardı. Üçü de onu hem severdi hem de gözleri gibi
korurdu.’ ‘Annesi,
her sabah büyük bir zevkle saatlerce onun saçını tarar ve
örerdi. Gözlerine bakardı. Bağrına basardı. Babası onu bir
başka severdi. Sevcan’ım dedi miydi dudaklarından binlerce
Sevcan dökülürdü. Ağabeyleri şakacıktan onu kıskanıyorlarmış
gibi yapardı. O, hemen araya girerdi. Sevginin eşit olamayacağını
söylerdi babası, oğullarına.’ ‘Sevcan
da Esercan gibi on yedisini yeni bitirmişti. Serpilip gelişmişti.
Gelinlik bir kız olmuştu. İsteyeni çoktu. Dünürcünün biri
gelir biri giderdi evlerine… Sonunda olan oldu. Hiç kimsenin
beklemediği gerçekleşti. O kadar isteyenin arasından hiç de akla
gelmeyecek birine verildi Sevcan. O genç de iyiydi, ama Sevcan’ın
dengi değildi. Köyümüzdeki bir başka Yürük’ün oğluydu.
Çoğu kıskandı onu, çoğu düşman belledi. Hatta bazıları
Sevcan’a haber gönderdi, gönlü varsa kaçırmak için. O, böyle
önerilere kulak asmadı. Nedense kaderine razı oldu.’ ‘Yedi
köye şan olacak bir düğün yapıldı, ama kimse de itibar etmedi.
Kalabalık daha çok Sevcan’ı görmek için toplanmıştı.
Yenildi. İçildi. Tüfekler, tabancalar patlatıldı. Koyunlar,
keçiler kesildi. Etli pilavlar dağıtıldı. Ayran ikram edildi.’
‘Yürükler
iyi insanlar. Geleneklerine, göreneklerine bağlılar, ama bu
gönülsüz düğüne niçin razı oldular bir türlü anlamadım.
Sordum, anlatamadılar. Kem küm ettiler.’ ‘Ve
an geldi. Yürük göçü yürüdü yüksek yaylalara. İşte olanlar
yaylalarda oldu. Yaylalar dünyanın dam başı sanki kocaman,
yemyeşil. Sular, bir başka akar o yaylalarda. Su sesi kuş
seslerine karışır. Yaylalar bayramyeri sanki. Başka yörelerden
gelen Yürükler, Yürüklere, koyunlar koyunlara, keçiler de
keçilere, çocuklar çocuklara karışmış. Herkes mutlu. Herkes
birbirine anlatacak bir şey buluyor, durmadan konuşuyorlar. Ama
Sevcan’ın ağzını bıçak açmıyor. Sorulanları duymazdan
geliyor. Kendisinden beklenen günlük işleri yapıyor, bir de
kocasına karşı karılık görevini… İçi kan ağlıyor, yüreği
parçalanıyor, ruhu daralıyor ama yine de ayakta durmaya
çalışıyor.’ ‘Kocası
ondan önce uyanıyor. Giyiniyor ve çadırdan çıkıyor. Şöyle
bir dolaşıyor. Annesinin, babasının çadırına gidiyor. Onlarla
konuşuyor. Sonra da çadırına dönüyor. Sevcan’ın hazırladığı
çorbayı içiyor. Keçileri çayırlara salıyor. Yaşamları böyle
sürüp gidiyor… Ama bir sabah onun saçlarının arasında boz bir
yılanın başını görüyor. Korkuyor ve bağırıyor. Yılan akıp
çıkıyor çadırdan ve taşların arasına dalıyor. Kayboluyor.
Sevcan’a soruyor yılanı. Sevcan, anlamsızca bakıyor sadece.
Konuşmuyor. Kocası çıldırıyor.’ ‘Yarın,
öbür gün, daha öbür gün derken her gün uyanıyor ve yılanı
görüyor. Korkudan ölüp ölüp diriliyor. Sevcan’ın saçlarına
uzanıp uyuyan yılandan kurtulmak istiyor. Obada ne kadar erkek
varsa nöbet tutuyor. Ama hiçbiri yılanın nereden ve nöbetçilere
görünmeden çadıra nasıl girdiğini öğrenemiyor, göremiyor.
Kimse onu öldüremiyor. Sevcan’ın kocası korkudan uyuyamaz
oluyor. Sevcan, bir şey biliyor ya da bilmiyor, ama kimseye yılandan
söz etmiyor. Ondan korkup korkmadığını bile söylemiyor.’ ‘Obadakiler
çareler düşünüyorlar.’ ‘Sonunda
bir çare buluyorlar. Yaşlı mı yaşlı bir kadına kulak
veriyorlar. Yaşlı kadın, Doğu Toroslar’daki obalarda derin
bilgili bir Bilge var, yaşlı mı yaşlı üstelik, zannımca bulsa
bulsa o çare bulur, bu olanlara, diyor.’
‘Vakit
kaybetmiyorlar. Atlara biniyor üç beş kişi. Birkaç gün sonra
Doğu Toroslar’lar. Yaşlı kadın Doğu Toroslar’daki yaylalara
ulaşıyorlar. Obalardan sora sora Bilge’yi buluyorlar. Çadırına
giriyorlar. Sevcan’dan, kocasından ve boz yılandan söz
ediyorlar. Bir çözüm istiyorlar ondan. Bilge, şöyle bir bakıyor
Sevcan’ın kaynatasına: Yılandan kurtulursunuz bu kolay ama
bedeli ağır bunun... diyor.’ ‘Kaynata
yanlış anlıyor onu. Çözümüne vereceğim her türlü bedel var,
diyor.’ Bilge:
"ilge: "ürlü bedel var!"r. O sözünü
ettiğiniz yılan Sevcan’a âşık olmuş… Zararsızdır. Oğluna
da, gelinine de dokunmaz. Beni dinlersen… diyor.
Kaynata
onun sözünü kesiyor: Yılan nasıl âşık olur?! Sözün kısası
o yılandan kurtulmak istiyoruz. Yılanın yavrusu bile sevilmez
derler. Çok soğuk bir hayvan... Obamızda huzur kalmadı. Oğlum
delirmek üzere. Bilge dede bir an önce çözümü söyle, diyor.
Adeta ayaklarına kapanıyor, yalvarıyor.’ ‘Bilge:
Bedeli öğrenmek istemiyor musunuz? diye soruyor.’ ‘Kaynata:
Hayır, çözümü öğrenmek istiyoruz, her bedele hazırız, diye
tekrarlıyor.’ ‘Bilge:
Otlardan Sevcan’ın yapısında ve boyunda bir maket yapın. Özenle
yapın ki maketi Sevcan’a benzesin. Onun yatarken giydiği elbiseyi
de o makete giydirin. Böylece kokusu makete siner. Sonra Sevcan’ın
saçlarını kökünden kesin. Peruk gibi maketin başına geçirin.
Çadırda, her zaman yattığı yere Sevcan yatağında uyuyormuş
gibi yerleştirin maketi. Ve Sevcan’ı obadan bir günlük uzaklığa
götürün. Böylece yılan maketi o sanacak. Oğlunuz da çadırda
olmayacak. Yılan günün ilk ışıklarıyla maketi fark edecek ve
ona sımsıkı sarılacak. Kahrolacak. Hasretinden çatlayıp
ölecek,’ diyor.’ ‘Kaynata:
Diline sağlık bilge dede, bedelini söyle hadi! diyor.’ ‘Bilge:
Bedel mi, daha sonra hadi güle güle, diye karşılık veriyor.’ ‘Atları
uçururcasına koşturuyorlar. Dereleri, tepeleri, ırmakları
dağları aşarak obaya dönüyorlar. Akşamı bekliyorlar. Sevcan’ın
her gece uyumak için giydiği elbiseyi alıyor ve ipek gibi
saçlarını kesiyorlar. Sevcan’ı ve kocasını, birkaç adam
eşliğinde bir günlük uzaklığa gönderiyorlar... Sevcan sadece
ağlıyor, gözyaşları sel gibi akıyor. Sessiz sessiz ve içten
içe kahroluyor. Dudaklarını açmıyor. Boyun eğiyor.’ ‘Bilgenin
söyledikleri aynen uygulanıyor. Sabırsızlıkla sabahı
bekliyorlar. Sabah oluyor. Yüzlerce meraklı bakış çadıra
yanaşamıyor. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Vakit öğlen
oluyor. Birkaç adam korka korka çadıra başlarını uzatıyor.
Birkaç saniye sonra da bağırıyorlar: Bilge’nin dediği olmuş!
diyerek.’ ‘Keçiler
kesiyor, eğleniyorlar. Ateş yakıyorlar. Ateşe maketi ve boz
yılanın ölüsünü atıyorlar. Ateşin etrafında oynuyorlar.
Sevcan’ı ve kocasını getirtmek için haberci gönderiyorlar...’ ‘ iği
oldu!"üle güle!"Sevcan daha çok içine kapanıyor.
Günden güne değişiyor, ama kocası fark etmiyor. Sevcan’ın
ayak parmaklarından başlayarak başına doğru derisi pullaşıyor.
Sevcan, boz yılanın pullarına benzeyen bu pulları saklıyor.
Kocasının birlikte olmak isteğine çaresizce katlanıyor
gecelerce. Vücudunu saran pullar memelerine kadar ulaşıyor. Artık
kocasından saklayamıyor. Kocası, pulları görünce hem korkuyor
hem bağırıyor. Hemen babasının çadırına gidiyor. Gördüklerini
anlatıyor ona. Annesinin ve babasının gözleri iri iri açılıyor.
Ona inanmak istemiyorlar. Giyiniyorlar ve çadıra koşuyorlar.
Sevcan’ın giyinmiş olduğunu görüyorlar. Kaynata, karısına
göğsüne bakmasını söylüyor ve sırtını dönüyor. Kaynana,
Sevcan’ın göğsüne bakıyor, korkunç bir feryat koparıyor.
Kaynatanın aklına Bilge’nin söyledikleri geliyor ve bu yüzden
sabahı zor ediyor. Günün ilk ışıklarıyla birkaç kişi de
yanına alarak Bilge’nin yanına gidiyor...’ ‘Bilge,
rahleden başını kaldırıyor. Kaynata hemen onun ayaklarına
kapanıyor. Karısının gördüklerini anlatıyor. Bilge: Bedel ağır
demiştim değil mi? diyor ona.’ ‘Kaynata:
Bedel ne ey Bilge?! diye soruyor.’ ‘Bilge:
Bedel Sevcan, diyor.’ ‘Kaynata:
Sevcan mı?! diye inliyor, titriyor yaşlı ve gün görmüş
ihtiyarın karşısında.’ ‘Bilge:
Evet; o, yılanlaştı artık! diyor.’ ‘Kaynata:
Olamaz öyle bir şey! Mümkün değil, çünkü… diye bağırıyor
ve çadırdan çıkıyor.’ ‘Bilge:
Öyleyse git de gerçeği gözlerinle gör e mi, çünkü onu
göremeyeceksiniz artık! diye haykırıyor arkasından onun.’ ‘Kaynata
atını soluksuz koşturuyor... Sonunda obaya varıyor. Meraklı
bakışlar altında oğlunun çadırına doğru yürüyor. Karısına,
korkulu gözlerle kendine bakan oğluna bakıyor, sonra da çadıra
giriyor. Gözlerine inanamıyor. Çünkü çadırda Sevcan’ı
bulamıyor. Çadırda onu andıran kocaman bir yılan derisi görüyor
sadece. Hayır! diye avazı çıktığı kadar bağırıyor.’
‘Çadırdan
çıkıyor kalabalığa bakıyor.’ O
çadırdan çıkıp gitmiş, görmediniz mi? Dağılın her bir yana
bulun onu, bulun Sevcan’ı,’ diyor.’ ‘Peki,
Sevcan’ı buluyorlar mı sonunda?’ ‘Ne
bulması oğul, ne bulması! Yer yarılmış da içine girmiş sanki.
Ne ölüsü bulunmuş ne de dirisi.
İşte
Esercan’la Sevcan’ın hikâyesi bu!’ ‘Çok
ilginç!’ ‘Sadece
ilginç mi oğul!’ ‘Durun
kalkmayın, daha soracaklarım var, inanın niyetim sizi üzmek
değildi...’ ‘Hoşça
kal hikâyeci, umarım verdiğin sözü unutmazsın.’ ‘Lütfen
yanımdan kalkmayın!’ ‘Bakın
güneş doğuyor. Onun ışıkları otobüse girince ben zaten
görünmeyeceğim, en iyisi zamanında kalkmak. Sen de içindeki
horozun sesine kulak ver de uyan artık.’ ‘Kusura
bakmayın beyefendi ışıkları söndürüyordum ama şoför öndeki
otobüsü sollayınca dengemi kaybettim üzerinize yıkıldım ve
sizi istemeden de olsa uyandırdım. Özür dilerim!’ ‘Yanımdaki
yaşlı kadın indi mi acaba?’ ‘Sizin
yanınızdaki koltuk yolculuğa başladığımızdan beri boştu
efendim. Sanıyorum siz düş gördünüz...’ ‘Ama…
Ben… Nasıl olur…’ Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR