Neyzen Tevfik 135 yaşında
Bafra’nın, aynı zamanda çok sayıda karikatürist çıkaran bereketli bir ova olduğunu biliyor muydunuz?
Şadi Dinççağ, Bedri Koraman, İsmet Lokman, Mesut Yavuz, Cemalettin Güzeloğlu, Kürşat Coşgun, (ne yazık ki tarikat batağına düştüğü için artık karikatür uğraşısını “boş iş” gören Selim Evsel), Haluk Mete ve Mustafa Bilgin memleketim Bafra’nın övünçleri midir, bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki, bu kişilerin tamamı bir başka Bafralıdan çok büyük övünç duyarlar: Neyzen Tevfik… Evet… Neyzen Tevfik Kolaylı… Bodrum doğumlu olmasına rağmen, ata yurdu Samsun-Bafra’nın Kolay köyüne kayıtlıdır büyük şairimiz. Kolay’a gidip, Neyzen’in büstü önünde saygılarımı sunduğum o gün, köyden ayrılırken, rastlantıya bakın, otomobilin radyosunda bir radyo sanatçısının neyinden yayılan dumanlı bir ezgiyle uğurlamıştı sanki bizi. Kendisinden, “Ne aradığı, ne istediği bilinmez, bazen Eflatun kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye iltica edecek kadar bedmest” diye söz eden Neyzen, bugün, 24 Mart 2014’te 135 yaşına girdi. Ölümsüz Neyzen Tevfik’in yeni yaşını saygıyla sevgiyle kutlarken, şairin günümüzdeki ardılı diyebileceğimiz, Bafralı ‘Güzeloğlu’ ailesinden Oktay Güzeloğlu’na getirmek istiyorum sözü. Tepeden tırnağa insan sevgisinden mürekkep bir insan evladı, kısa film yönetmeni, yazar Oktay Güzeloğlu… Neyzen Tevfik’in ruhunun kendisinde yaşadığına yemin etse inanılır. “Benim umutlarım erkek, acılarım dişidir / Bu Beyoğlu sokakları, ayaklarımın özkardeşidir” diyen Oktay Güzeloğlu yanına karikatürist Bülent Karaköse’yi de alarak, kafa dengi dostlarını topladı ve ‘Hiç’ adında bir dergi yayımlayarak şairimizin ruhuna selam yollamıştı bir dönem. Bilinir, Hiç, Neyzen Tevfik’in ilk şiir kitabının adıdır. Oktay Güzeloğlu, her gün yanıbaşımızdan geçerken görmediğimiz, fark etmediğimiz insanları gören, onların yüzünü gözünü seven, saçını başını okşayan, elini tutan, sırtını sıvazlayan, cebindeki üç kuruşu paylaşan, yarı yalvaç bir efsane adamdır… Bu insancıklarımıza, “sokak mobilyaları” gibi şiirsel bir adla seslenen Oktay Güzeloğlu, yaptığı söyleşilerle, dergilerde, kitaplarda, daha öncesinde yönettiği kısa filmlerde onları görünür kılmak için çırpınıp duran ‘gariban babasıydı’. Ta ki kendisi bir bakımevinin zorunlu konuğu olana kadar… “Yeni Sokak Mobilyaları” adlı kitabından kısaltarak alıntıladığım aşağıdaki söyleşiyi okursanız, bugünlerde sağlık sorunlarıyla boğuşan Oktay ağabeyim bunu, sağlığına kavuşsun diye okuyacağınız dua sayacaktır: Adı: Tülay Mesleği: Şair – Yazar – Senarist – Gece Kadını (…) Oktay Güzeloğlu (OG)- Tülay seni en az 10 yıldır tanıyorum. Senin bir de kumar hastalığın vardı. Devam ediyor mu? Tülay (T)- Parayı veren keriz olursa, oynarım. Severim kumar oynamayı falan filan işte… OG- Tülay sen kaç sene okudun? T- Hiç okumadım, desem… OG- Hiç okula gitmedin mi? T- Hiç… OG- Niçin? İstanbul doğumlusun değil mi? T- Evet… OG- Niye okula göndermediler, baban ne iş yapıyordu? T- Babam bizi annemle bırakıp gitmiş, görmedim. Annem fabrika işçisiydi, çaycılık yapıyordu. Tarlabaşı’nda oturuyorduk. Ama ben yeğenimi orta ikiye kadar okuttum… OG- Çok iyi yapmışsın, okuman ve yazmanda yararı olurdu. T- Gene yazar çizerim… OG- Nerede öğrendin ki? T- Kendi kendime… Ben sana bir şey söylesem inanır mısın? OG- Söyleyeceğin şeye bağlı… T- Biz ikinci katta oturuyoruz, bizim altımızda Yıldız abla oturuyor. Baba kız oturuyor. Bunlara bir tane mektup geliyor. İkisi de okuma yazma bilmiyor. Yıldız abla güzel kadın, babası da öyle, Mahmut abi. Kızı eve geç gelmiş, erken gelmiş bir şey demiyor, modern adam. Bir mektup gelmiş, annem diyor ki, “Yav ver bakim Tülay’a okuyacak mı” diyor benim için. Ben de alıyorum, “be bü be” yapıyorum, anlıyor musun? OG- Tabii okuyamıyorsun… T- “Bu bu şu şu şu” çözüyorum, okuyorum. OG- Doğrudur Tülay, sen öyle diyorsan öyledir. Mecburen inanacağız!.. Sen hiç okula gitmedin, kendi kendini yetiştirdin, sonra sanatçı oldun, kim seni sanatçı yaptı? T- Hiç kimse. Sanat insanın içinden gelen bir şeydir, doğuştan olan bir şey. Onun bunun öğretmesi ile olan değil. Bir üniversiteyi okuyabilirsin, matematiği, Türkçeyi öğrenebilirsin, sanatı okuyamazsın. Mümkün değil… OG- Çok güzel… T- Sanat insanın içinde olan bir şey. Çünkü bir şiir yazarsın; o şiiri derler ki bunun aruz ölçüsü yok, dört dörtlüğü yok, şuyu yok buyu yok, filan derler. Bunun örnekleri vardır, Orhan Veli’ler vardır… Orhan Veli bu aruzu, dört dörtlüğü bilmez, kendi kendine yazar… OG- Bir dakika Tülay, sen Orhan Veli’yi, falan nereden öğrendin? T- Kendi kendime öğrendim. Orhan Veli’nin nasıl öldüğünü kimse bilmezdi, ben bilirdim. Bir çukura sarhoş kafa düşüp öldüğünü ben biliyorum. Ben bunu anlattığım zaman bana gülüyorlardı… OG- Ben gülmedim, bunları nereden öğrendin diye soruyorum? T- Benim öğrenme merakım çok. Öğrenmeyi çok seviyorum. Ben sanatçıyım, kendimi sanatçı olarak görüyorum. Gerçekten görüyorum… Çünkü şairim, yazarım… (…) OG- Orhan Veli’yi nereden öğrendin? T- Orhan Veli’yi, çok küçüktüm, çocuktum. Eee, bir yerde çalışıyordum. Orada bazı konuşmalar oluyordu işte, Orhan Veli falan diye. Ordan benim aklımda kaldı. Ben onu araştırdım ve üslubunu aldım. Kitaplarını aldım, kitabından yola çıkarak, kimsenin bilmediği zamanda, eee kendim öğrendim. Onun düşüp, öldüğünü öğrendim, çok üzüldüm. O benim aklımda yer etti işte. Belki çok insan bilmez… OG- Doğrudur… T-Onun çok güzel şeyi vardır, şiirleri vardır. Türkan üzerine, çok şeyleri vardır. Ben onu çok analiz ettim, kendi adıma Türkan Şoray’a mal ettim. Çünkü Türkan Şoray o zaman güzelliğinin doruğunda, eee erişilmezliğinin ufkunda. Çok tatlı bir insandı. Onların yaşadığı zamanda Türkan Türkan’dı. Tekti çünkü gözlerden, dudaklardan o kadar bahsediyor ki o zaman ben Türkan Şoray’a mal ettim. OG- Neyse Türkan Şoray, Orhan Veli öldüğünde yeni doğmuştu. Ama sen öyle diyorsan öyledir! Maşallah Tülay kendini çok iyi yetiştirmişsin. Neden o b.ktan meyhanelerde oturuyorsun? T-Niye oturuyorum çünkü, bütün sevdiklerim orda. Bütün güzellikler orda. Senin gibi sevdiğim insanlar geliyor. İşte güzellik burda. İşte ben istiyorum ki, bu kadar çok meyhane olmasaydı, az olsaydı, herkes birbirini tanısaydı. Bu yalnız meyhaneler için geçerli değil, apartmanlar için de geçerli. Kimse kimseyi tanımıyor, modernleşmek uğruna durum böyle oldu. Benim doğduğum ev vardı, şimdi beton yığını olmuş. Ne o mahalleye gidiyorum, ne önünden geçiyorum, inan buna… (…) Mustafa Bilgin
Gercekedebiyat.com