Son Dakika

onur-bilge-ataturk-932024131937.jpg


Atatürk ‘İzmit Konuşması’[1] (19 Ocak 1923) kapsamında Osmanlı Devleti ve tarihine ilişkin görüşlerini açımlar. Bu büyük devrim önderinin çözümlemesiyle, Fatih Sultan Mehmet “azametli, kudretli ve bütün İslam ve Türk dünyasının hakkıyla iftihar edebileceği” bir padişahtır. Bu padişah, “kendi büyüklüğüyle orantılı azametli bir siyaset” izlemiştir. Doğu Roma’yı ele geçirdikten sonra “Batı Roma İmparatorluğu’nun tacıyla başını süslemek” istemiştir. Batı’ya doğru “geniş bir cephe üzerinde yürümüş ve başarılı olmuştur.” Dıştaki bu başarılara uygun düşen, “güçlü bir iç siyaset, güçlü bir iç örgütlenme, özellikle de esaslı bir iç yönetim” gerçekleştirememiştir.

Fatih iç politikada başarılı olabilmek için ele geçirdiği ülkelerdeki başka dinlerden ve ulusal kökenlerden olan halkların “her birine ayrı özerklik vererek, bunların tümünü korumayı ve bunların her birini kendi fetihlerine katmayı” yeğlemiş ve bunda da “başarılı” olmuştur. Fatih’in izlediği bu politika “kendisine özgü, kişisel bir siyasetti”; ancak “devlet siyaseti” değildi. Özellikle “o devleti kuran asli unsurun gerçek refah ve mutluluğuna yönelik bir siyaset sayılamazdı.” İzlenen politikanın “devlet politikası” durumuna gelebilmesi için, “Fatih’ten sonra gelenlerin de aynı siyaseti yıllarca, hatta yüzyıllarca” izlemeleri gerekirdi. “Hâlbuki böyle olmadı”; çünkü devlet politikasının “bir kişinin beyninden değil, asli unsurun vicdanından çıkması lazımdı.” Böyle olmadığı için, Fatih’ten sonra gelenler “kendilerine özgü, fakat başka başka siyasetler” izlemiştir (Cilt 14, s. 331).

Atatürk’ün bu önemli belirlemeleri, devlet politikası kavramının kökeni, niteliği ve ereği bakımından son derece önemlidir. Devleti oluşturan ve taşıyan güçler olmaksızın ve bu güçlerin benimsemediği, kararlılıkla sürdürmediği bir politika devlet politikası olarak nitelendirilemez.  

Atatürk’ün belirlemesiyle, örneğin, Sultan Selim, “Batı’yı bıraktı; Doğu’ya yöneldi. Hilafeti eline aldı ve İslam birliği siyaseti yaptı.” Kanuni, kendini “daha büyük bir kişi olarak gördü; hem Doğu ve hem de Batı’da fetihler yaparım dedi.”

Atatürk, Fatih, Selim ve Kanuni’yi ‘büyük yetenek ve güce’ sahip padişahlar olarak niteler ve daha sonra onlarla karşılanabilecek padişahlar gelmediğini dile getirir. Atatürk’ün nitelemesiyle, daha sonra gelenler “kişisel keyifleri, arzuları ve hırslarını”  öne çıkarmış ve ‘zorba, mutlak yönetim’  uygulamıştır. Bu zorba ve tek kişi yönetimi, Osmanlı Devleti’ni yıkıma götürmüştür (cilt 14, s. 331). 

‘ZORBA VE MUTLAK YÖNETİM BİÇİMİ’ OSMANLI DEVLETİNİ YIKIMA GÖTÜRMÜŞTÜR

Osmanlı devletini yıkıma sürükleyen “zorba ve tek kişi” yönetimi, yaklaşık yüzyıl sonra yeniden uygulamaya koyulmuştur. Atatürk’ün nitelemesiyle, “zorba ve mutlak yönetim biçimi”, giderek aratan ölçüde Türkiye’nin toplumsal kültürel ilerleme gücünü azaltmakta ve ülkeyi dünyanın uygarlık ve ilerleme birikiminden de koparmaktadır.       

Atatürk’ün deyişiyle, “hükümet şeklinde amaç, ulusun ve ülkenin korunması, refah ve mutluluğunun sağlanmasıdır.” Osmanlı yönetiminin yola açtığı durum şudur: Ülke, Anadolu baştan sona haraptır; “memlekette yol yoktur; hiçbir uygar kurum yoktur.” Ülkenin durumu ‘acı’ vermektedir. Halk “yoksul, sefil ve çıplaktır.”

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması sonucu, bağımsız yeni Türkiye devletinin kurulaması sonucunda, yoksulluğu ve ilkelliği ortadan kaldıracak devrimler başlatılmıştır; ulus ‘mutlu olabileceği’ konusunda ‘büyük umutlar’ taşımaktadır; çünkü bağımsızlığını ve egemenliğini eline almıştır.

Atatürk aynı söyleşide ekonomik gerilemenin nedenlerini şöyle açıklar: “Ulusumuzun çoğunluğu çiftçidir, çobandır.” Bunlar “çalışkandır, girişimcidir; her türlü sıkıntıya katlanırlar.” Ancak çiftçilerimiz bütün bu seçkin niteliklerini ‘tarlasında çalışmakla ürüne’ dönüştürememiştir; çünkü engellenmiştir. Üretmek yerine ‘seferlere’ gönderilmiştir. Sürüp giden savaşlar, ‘çiftçilerimizi geri bırakmıştır.’ Bundan sonra bu tür yanlışlıklardan sakınarak, çiftçiler etkinleştirilecektir. Ulus, halk ve çiftçiler “yalnız ulusal sınırlar içinde yaşam, bağımsızlık ve egemenlik için” silaha sarılacaktır. Yeni Türkiye, askeri politikasını, ‘savunma’ üzerine kuracak, “fetihler sevdasına” kapılmayacaktır (cilt 14, s. 340).

Atatürk’ün tek adam yönetimine ilişkin eleştirel çözümlemesi, Türkiye’nin bugününe de ışık tutamaktadır. Şu belirlemeler, tarihsel deneyimden çıkarımlanan uyarı niteliğindedir: Çağdaş ve uygar yönetimin her bakımdan amacı, “toplumun varlığını korumak” ve ilerlemesini sağlamaktır. Toplumsal ilerleme ve uygarlaşmanın olanaklı olabilmesi için, “bir adamın, bütün ulusa egemen olduğu, zorbalık ettiği, bütün bir ülkeyi malikâne kabul ettiği ve ulusu kendi buyruğuna koşulsuz bağımlı bir köle sürüsü gibi gördüğü” bir yönetimin olmaması gerekir. İnsanlık her zaman “zorbalarla” karşı karşıya kalmıştır ve bütün varlığını “bu zorbaların elinden kurtulmak” için kullanmıştır.

İnsanlık tarihinde her güzel şeyin karşısına “mutlaka fena bir şey çıkar” diyen Atatürk’ün diyalektik kavramını yansıtan sözleri, bu bugün de geçerlidir. “Hiç kuşku yok ki, ulusumuzun egemenliğini bir kişide yahut çok sınırlı sayıda kişilerin elinde tutmaktan çıkar bekleyen bilgisiz ve aymaz insanlar vardır… Efendiler, artık yeter, bu ulusun çektiği felaketler çoktur. Bu ulusa acımak gerekir. Bu ulusu şunun veya bunun çıkarı için şu ve şu yönlere, karanlıklara yöneltmek ayıptır, rezalettir ve günahtır. Bunu artık yaptırmayacağız” (Cilt 15, s. 68- 75). Atatürk’ün bu sözleri, tarihten ders almayan bir ulusun her türlü ilerleme girişimine karşın, yeniden gerileme eğilimine girebileceğini göstermektedir.       

Bu geniş ve verimli ülkeyi işletmek ve onun ‘cevherlerini, ulusun mutluluğunu sağlayacak servet durumuna getirmek’ zorunludur. Bu bakımdan nüfusun azlığı, ‘makine’ ile giderilmek zorundadır. Hemen yapılması gereken şey, tarımın makineleşmesidir; “bütün çiftçilerimizin makine sahibi olması, makine kullanmasını bilmesi ve makine yapmaya özgü kurumlara sahip olmasıdır.” Üretimi artırmak ve çeşitlendirmek gerektiğini sürekli vurgulayan Atatürk’e göre, elde edilen ürünün verime dönüştürülmesi için, ‘yollar ve demiryolları, otomobiller, motorlu taşıtlar’ olması gerekir. Ülkede tarım alanları vardır; çalışmak ve üretmek isteyen insan vardır. Üretim, ülke gereksinmelerini karşıladığı gibi, yurtdışına da satılabilir. Ancak ne yazık ki, ürün, ‘yol ve uygar taşıt araçları’ olmadığı için, bir kentten öbürüne taşınamamaktadır. Ekonomik kalkınmanın önündeki en büyük engel, en büyük eksik, ‘yolların ve taşıma araçlarının’ olmamasıdır. Ülkede kağnı ve deveden başka taşıt yoktur (cilt 14, s. 340- 341).

HUKUK / YARGI BARIŞ ve ÖZGÜRLÜĞÜN GÜVENCESİ OLMALIDIR

Öte yandan, bütün bunların yapılabilmesi için, “insanların huzur ve vicdan özgürlüğü” gereksinmesi vardır. Devlet ve toplum yönetiminde “adaletin mutlak egemen olması” zorunludur. Adaleti sağlayacak kurum ise, yargıdır. Adaletin olmadığı yerde keyfilik ve anarşi olur; orada “hükümet yoktur, orada hiçbir şey yoktur.” Adalet yasalarla dağıtılır. Bu nedenle, ülkenin yasalarının adaleti “hızla ve güven ile” dağıtmalıdır. Adalet dağıtımı, “bağımsızlığın temel direğidir.” Ulusun adalet ve merhamet duygusu yüksektir; ancak uygulama zaman zaman bunu zedelemektedir.

Zamanın değişmesiyle, hukuk da değişir; “hükümler de değişir ve değişmelidir.” Toplumsal gereksinmeler, koşullar gözetilerek ve ileri dünya ile karşılaştırılarak hukuk birikimi, çağdaşlaştırılmalıdır. 

UYGAR DÜNYAYLA BÜTÜNLEŞME İLERLEMENİN ÖNKOŞULUDUR

Atatürk’ün düşünsel derinliğini kanıtlayan belirlemesiyle, “Türkiye halkı, insanlık dünyasından soyutlanarak başlı başına yaşayamaz.” Türk ulusu, “bütün dünya ve bütün insanlık ile beraber yaşar ve yürür. Hiç olmazsa onlarla birlikte yürümeye zorunludur.” Yargı ve hukuk düzeni, bu ilkeye göre kurulmalıdır.

Kurtuluş Savaşı’nı kazanma ve bağımsız Türkiye’yi kurma, başlangıçtır, “elif demek için, ilk adımı atmak” için fırsat vermiştir. Dolayısıyla “asıl yapılacak şeyler barıştan sonradır.”
Şimdiye değin aydınlar, bilimciler ve yöneticiler bir şeyler yapmak için didinmiştir; ancak “başarı” sağlanamamıştır. Bunun nedeni, “kişisel programlar” izlenmesidir. Artık kişisel program bırakılacak, “bir devlet politikası, bir devlet programı” uygulanacaktır. Devlet programının “kapsayıcı, olumlu ve bağımsız biçimde herkes tarafından ileriye götürülmesi” zorunludur. Zaman, böyle bir programın temel ilkelerini geliştirme zamanıdır. Zaman bütün ulusun ortak çalışmasıyla böyle bir program oluşturma zamanıdır (s. 346).

Tüm ulus için yararlı bir programı geliştirmek için, her bireyin bilgisini ve uzmanlık birikimini birleştirmesi gerekir. Eğitim ve ekonomi programları başta olmak üzere, tüm ulusun refahını ve mutluluğunu sağlayacak program mutlaka en geniş katılımla oluşturulmalıdır. Bunun için bir politik parti gereklidir. Ancak politik parti, toplumun bir sınıfının değil, “bütününün çıkarlarını” savunmalıdır. Böyle bir politik parti kurulabilir.


[1] Yayım hazırlayanlar: Nevzat Kaymaz vd. (2007). ‘Atatürk’ün Bütün Eserleri’; cilt 14, s. 321- 351, Kaynak Yayınları İstanbul. 

 

Prof. Dr. Onur Bilge Kula
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler