Son Dakika

selim-esen-cumhuriyetimiz-2522024203902.jpg


Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri genellikle dengeye ve büyük ölçüde güçlü Avrupa devletlerinden birisi için sığınmaya dayalı politik bir yapıya dayanıyordu. Özgürlük umuduyla gerçekleştirilen 1908 İkinci Meşrutiyet hareketi de toplumun beklentilerine bir çözüm getirememişti. İktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, birtakım serüvenlere ve sert önlemlere yöneldi. Muhalefetteki Ahrar adlı ikinci parti, ülkeyi eyaletlere ayırmak istiyordu. Ekonomi, geniş çapta yabancıların ve azınlıkların elindeydi.

Yemen’de, Balkanlar’da, Sarıkamış’ta, Filistin Cephesi’nde, Galiçya ve Romanya’da büyük askeri kayıplarımız olmuştu. Devlet içten çürümüş, Yönetim yabancı güçlerin kuklası durumuna düşmüştü. Birinci Dünya Savaşı sonunda Müttefiklerin yenilgisiyle, Osmanlı devletine önce Mondros Antlaşması, arkadan Sevr Antlaşması dayatıldı. Böylece vatanın varlığı da artık tehlikeye girmişti.

Bu süreçte İttihat ve Terakki Partisi mensupları dağılmış; iktidar, Ahrar Partisi’nin devamı sayılan dinci ve işbirlikçi Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın eline geçmişti. Ne var ki, bu ikili yapı değişik adlara bürünerek Amasya’da ve Manisa’da eğitim gören şehzadelere göre de Osmanlı İmparatorluğundan bu yana hep süregelmektedir. Nitekim 1921 Mayıs’ında TBMM’nde devrimci ve tutucu olarak “Anadolu ve Trakya Haklarını Savunma Cemiyeti” ile “Kutsal Kurumları Koruma Cemiyeti” adlı iki grup oluştu. Bunlar sonradan Birinci ve İkinci Grup adlarını alacaktı.

Sonunda, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal eden Yunanlıların, işgallerini genişletmeye kalkışmaları üzerine, ülkede Müdafi Hukuk ve Reddi İlhak kuruluşları oluştu. Buna koşut olarak Ege Bölgesi’ndeki Türk halkı, hızla direnişe geçip Kuvayi Milliye adıyla anılan silahlı halk birlikleri kurmaya başladı. Bunları Trakya Paşaeli, Adana, Trabzon, İzmir ve Vilayet-i Şarkiye Müdafi Hukuk Cemiyetleri yönlendirdi.

Kısa zamanda Balıkesir, Alaşehir, Nazilli Kongrelerinde Kuvayi Milliye, bir halk ordusu biçiminde örgütlendi. Güney Anadolu’da Adana, Mersin, Urfa, Antep ve Maraş’ta özdeş amaçlı Kuvayi Milliye birlikleri kuruldu. Silahlarını askeri silah depolarından sağlayan Kuvayi Milliyeciler’in sayısı birden 15-20 bine ulaştı. Bu hareket, 1919 yılı mayısından başlayarak Mustafa Kemal’in ve Heyet-i Temsiliye’nin öncülüğünde çığ gibi büyüyerek, üç yıllık bir Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yurdu tüm düşmanlardan temizledi. 22 Kasım 1922’de her türlü yıkımın kaynağı olan saltanat hemen kaldırıldı.

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşmasıyla ülkemiz, bütün dünya ulusları arasında siyasal bağımsızlığına kavuştu. Ardından Ankara Başkent yapılarak, 29 Ekim 1923’te TBMM’nin oybirliğiyle aldığı karar sonucu, ulus egemenliğine dayalı yepyeni bir Cumhuriyet yönetimi kuruldu. Bu bir evrim değil, bütün boyutlarıyla bir devrimdi. Cumhuriyetin yapısı ulusal, üniter ve çağdaş olmak üzere üç temel ilkeye dayanıyordu. Bu arada bir simge olarak İstanbul’da bırakılan Halifelik kurumu, devletin başına sorunlar çıkarmaya başlayınca, onun varlığı da bir yasayla sona erdirildi.

Böylece Türk toplumu ümmetten ulusa, bireyler de kulluktan yurttaşlığa ulaştılar. Ne var ki, ulusal güçler Anadolu’da üç yıl süresince var olma yok olma savaşımı verirken, İstanbul’daki birtakım padişah yandaşları, işbirlikçiler ve hainler kurtuluş hareketinin hep aleyhinde çalıştılar. Bunlardan İstanbul hükümetinin İçişleri bakanı olan baş hain Ali Kemal’i halk, büyük utkudan sonra İzmit’te linç ederek yok etti. Yeni Cumhuriyet hükümeti de ilk iş olarak bir kararla bu tür ülke haini yazar, çizer ve politikacı 159 kişiyi, Yüz Ellilikler adıyla yurt dışına sürdü. Böylece Kerkük ve Musul dışında Ulusal Ant’ın (Misak-i Milli) bütün istekleri yerine getirilmişti.

1923 ve 1930 arasındaki yıllar, devletin kuruluşu ile ilgili yıllardır. O dönemde ülke tam güven içinde değildi. Dağlarda eşkıyalar kol geziyordu. İlkin yurdun bütün alanlarında güvenlik sağlandı. Lozan’daki Türk-Yunan nüfus değişimine ilişkin imzalanan sözleşme ve protokol gereğince, yaklaşık 500.000 Türk göçmen, Rumların bıraktıkları evlere yerleştirildi. 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplandı, karma ekonomi temel alındı. Topluma çağdaş bir biçim verebilmek için Türk hukuk devrimi yapıldı. Türk medeni, borçlar, ticaret, ceza, icra ve iflas yasaları düzenlendi. Miskinlik yuvası tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatıldı. Kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkı tanındı. Kılık kıyafette değişiklik yapıldı. Ölçüler, takvim ve hafta tatili günü değiştirildi. Çiftçiye büyük yük olan aşar vergisi kaldırıldı. 3 Mart 1924’te Öğretim Birliği yasası ile din işleri ve dünya işlerini birbirinden ayrı tutan laiklik ilkesi kabul edildi. Medreselerin varlığına son verildi.

Çok partili yaşama geçmek üzere 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuşsa da her ikisinden de olumlu sonuç alınamayınca kapatıldı. Ertelenen Musul sorununun Türklere geçmesini önlemek için İngilizler, Şeyh Said ve Koçkiri ayaklanmasını çıkardılarsa da Cumhuriyet hükümeti sert önlemlerle onların üstesinden geldi.

Cumhuriyet kurulduğunda, ülkede doğru dürüst karayolu yoktu. Bucak ve köy yolları genellikle ham yoldu. Çoğu kentlerde elektrik yoktu. Aydınlanma aracı olarak petrol (gaz) lambası kullanılıyordu. Ulaşım araçları; at arabası, kağnı, at, eşek ve katırdan ibaretti. Osmanlı imparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan demiryolu ağı 4.060 Km idi. Köy evleri düz damlı olup genellikle kerpiçtendi.

Toplum düzeni feodal yapıya dayalı tarımcılık ve hayvancılık bağlamındaydı. Ülkede ekonominin henüz iç bağlantısı kurulamamıştı. Kuraklık ve çekirge sürüleri yüzünden sık sık kıtlık çekiliyordu. Çoğu illerimizde lise, pek çok ilçemizde ortaokul yoktu. Giyim kuşam, bölgelere göre değişik görüntüler yansıtıyordu. Birçok yerleşme yeri içme suyundan yoksundu, kuyulardan yararlanıyordu. Yıllarca ardı ardına yaşanan savaşlar, insanlarımızı canlarından bezdirmişti. Bütün bunların yanı sıra sıtma, çiçek sayrılığı, şark çıbanı, verem ve frengi bölge bölge yaygınlaşmıştı.

Böyle bir ülke devralan Cumhuriyet hükümeti, Atatürk’ün “Topyekûn kalkınmanın lokomotifi demiryollarıdır” yönergesiyle önce demiryolu yapımına yöneldi; 2.048 Km yeni demiryolu döşenerek, yabancıların mülkiyetinde olan demiryollarıyla elektrik ve su şirketlerinin tümü de devletçe satın alındı.

Sonra… Kültürün dil, eğitim ve sanat işleri ele alındı. 1928’de yazı devrimi yapıldı. Aynı yıl Millet Mektepleri açılıp 1936 yılına değin 2,5 milyon kişi mezun edildi. Böylece 1923’te %13 olan okuryazar oranı 1936’da %25’e, 1980’lerde %90’a çıktı. Türk dilinin gelişmesi için dil kurultayları toplandı. Halk arasından il derlemeleri yapıldı. Türkçeye 12 ciltlik 21 bin sözcük, türetmelerden 4 bin, kitap taramalarından da 9 bin sözcük kazandırıldı. Okul kitaplarındaki 11 bin terim de Türkçeleştirildi.

Tarih ve Dil Kurumları kuruldu, Türk kültürü bilimsel bir yörüngeye oturtuldu. Okullardan Farsça ve Arapça dersleri kaldırıldı. 31 Mayıs 1933’te İstanbul Darülfünunu yerine Çağdaş İstanbul Üniversitesi oluşturuldu. 1936’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesiyle birlikte Konservatuar açıldı. 12 Haziran 1946’da yeni üniversiteler yasası kabul edilip üniversiteler özerkliğe kavuştu. Halk eğitimi ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla 1932’de Halkevleri ve Halkodaları açıldı. Türkiye 18 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. 1927’de İstanbul Radyosu deneme yayınlarına başladı. Atatürk, Cumhuriyete bağlı aydın ve sanatçıları yanına aldı.

Cumhuriyet hükümeti, “Yurtta barış, dünyada barış” parolasıyla, dünyada barışçı bir politika izledi. Bu görüşe uygun olarak, komşu devletlerle Balkan Paktı ve Sadabat Paktını imzaladı. 1936’da Montrö antlaşmasıyla Boğazları silahlandırmak hakkını elde etti. 1934 yılında beş yıllık bir kalkınma planı hazırlandı. O sürede Karabük Demir Çelik, Bursa Merinos, Paşabahçe Şişe Cam, Beykoz Deri ve Kundura, Nazilli Bez, Kırıkkale Silah Fabrikaları ile Eskişehir Gar Atölyesi oluşturuldu.

Devlet her yıl denk bütçeyle yönetiliyordu. Ülke çapında büyüme hızı 7.4’e ulaşmıştı. Ağrı, Menemen ve Dersim gibi şeriatçı kalkışmalar olduysa da hükümet onları şiddetle bastırdı. Devlet, tümüyle halkçılık temeline dayalı bir devletti. Projelerini iç entegrasyona bağlı ulusal yapılanmaya yönelik bir çizgide sürdürüyordu. Ulusçuluğu -dinci ve ırkçı ulusçuluk değil- yapıcı, üretici, ileriye dönük, usçu, birleştirici, laik ve çağdaş bir topluluk niteliğinde yorumluyordu.

Atatürk eğitimi dinsel, ulusal ve evrensel olmak üzere üçe ayırmış, bunlardan ulusal eğitimi yeğlemişti. Atatürk’ün eğitim için öngördüğü şu ilkeler, Cumhuriyet için temel oluşturdu:

Eğitim ulusal olmalıdır.

Düşünce eğitiminde bilim ve teknik kılavuz alınmalıdır.

İşe dayalı bir eğitime ağırlık verilmelidir.

Bilgiyi, bir süs ve baskı aracı olmaktan kurtarmak gerekir.

Bütün öğretmenler yurt çapında örgütlenmelidirler.

Kız ve erkek çocuklara bir arada karma eğitim yaptırılmalıdır.

Kendi yeteneklerimize ve çevre koşullarımıza göre bir öğretim izlencesi uygulamalıyız.

Osmanlı döneminde köy-kent arasında büyük uçurumlar vardı. Bu açığı kapatmak için öğretmen yetiştirmeye ağırlık verildi. İki milyona yakın köy çocuğundan ancak altıda biri okula gidebiliyordu. Önce dört ayrı yerde köy öğretmen okulu açıldıysa da gereksinimi karşılayamadı. Bunun üzerine askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapmış gençler, yedi aylık bir kurstan geçirilip 400 nüfuslu köylere eğitmen adıyla atandı. Daha sonra ilkokulu bitirmiş köy çocuklarını köy öğretmeni yetiştirmek üzere çok amaçlı örnek ve çağdaş köy enstitüleri kuruldu.

1947’de önce izlenceleri değiştirilen bu kurumlar, ne yazık ki tutucu ve gerici güçlerce 1954’te toptan kapatıldı. Ardından tüm öğretmen okulları üniversitelere devredildi. Bir süre sonra onlar da öğretmen liselerine dönüştürüldü.

Türkiye 1945’te çok partili yaşama geçti. Ama 1950’den başlayarak ülke, bir duraklama ve yozlaşma dönemine girdi. Ulusal sanayi kurulması yanında liberal bir dış ticaret politikası benimsendi. Ülke eğitim ve öğretimi Aydınlar Ocağı’nca yörüngesinden saptırılıp Türk-İslam sentezi görüşüne göre bir yapıya dönüştürüldü. Okullarda din dersleri zorunlu hale getirildi. Kuruluş döneminde, olağanüstü tehlikeler nedeniyle zorunlu olarak önce cumhuriyet, sonra demokrasi gözetilmişti. Bugün kimi kesimler, demokrasiyi cumhuriyetin önüne çıkarmayı öngörüyorlar. Oysa cumhuriyet ve laiklik, Türkiye için uluslaşmanın siyasal bir güvencesidir. Son çözümlemede cumhuriyet, toplumun iç dinamikleriyle demokrasiyi hazırlayan bir süreçtir.

Demokrasiye, yeniden yapılanmayla değil; ortak değerleri, yaşama geçirmekle ulaşılır. Gerçekte demokrasi bir sivil toplum dizgesidir. Demokrasinin öğretisi, düşün yapısı, kültürü ve siyaset anlayışı cumhuriyetin gelişen devamıdır. Yozlaşma döneminden sonra bugün, Aydınlanma akınına ilişkin evren ve toplumsal gelişmelerin usla kavranması süreci tıkandı. Devletin sosyallik ilkesi aşındı. Terör, topluma egemen oldu, öznesi belirsiz cinayetler yaygınlaştı. Kitler ve kobiler politize oldu. Cumhuriyet kültürü aşındı; tutucu, arabesk, emperyalist ve seçkinci kültürler ortaya çıktı.

Türk gençliği emperyalist ve alt kültürlerin etkisi altında türlü-çeşitli guruplara bölündü. Şimdilerde ise tinerciler, uyuşturucu bağımlıları, satanistler, kapkaççılar, agnostikler ve travestiler ortaya çıktı. Bütün bunlar, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşanan politikalardan uzaklaşmanın bir sonucudur.

Her şeye karşın bugün Türkiye’nin dünyada saygın bir yeri varsa, onu da Cumhuriyete borçludur. Ne ki, Cumhuriyeti yönetenler toprak yasasını uygulayamadılar, düşünce özgürlüğünü de yer yer kısıtlayarak moderniteden (çağcıllıktan), toplumculuğa bir türlü geçemediler. Günümüzde ise toplumculuğun (sosyalizmin) önünün kesilmesi için küreselleşme ve yeni dünya düzeninin dayatması sonucu ülkeye postmodernite egemen oldu.

Bu arada şeriatçılar, ikinci cumhuriyetçiler, totaliter düzen yandaşları ve yeni Osmanlılar gibi ulusal yapıya ters düşen görüşler ortaya çıktı.

12 Eylül Hareketi döneminde bu görüşler, daha da belirginleşti. Bir ara eğitim sorunlarına çözüm getirme adıyla Atatürk’ün Dil Kurumu’nu yıkma amacı taşıyan Ankara’da çok boyutlu bir şura toplandı. Orada eğitim sorunları yerine Dil Kurumu’nun yıkılma gerekçeleri öne çıktı. Bilinçli üyeler kürsüye çıkıp tarihsel nedenlere dayanarak, o görüşün yanlış olduğunu anlatmaya çalıştılar. Fakat dönemin Milli Eğitim Bakanı, asker kökenli Şura Başkanı Hasan Sağlam, konuşmacıların kürsüyü terk etmelerini söyledi.

Aslında halk her zaman doğrunun ve gerçeğin yanındadır. Ne var ki sözde aydınlarımız, ülkemizde yaşanan her türlü yeniliğin sinsice önünü kesmeye çalışıyorlar. Başka ulusların din adamları da kendi uluslarının çıkarlarını savunurken, bizdeki bazı din adamları da hep karanlık güçlere hizmet ediyor.

İnsan buna bir türlü anlam veremiyor, şaşıp kalıyor.

 

Selim Esen
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler