'12 Eylül'ü protesto müziği: Honki ponki…
Nereden mi çıktı bu Honki Ponki? İpucu: Şarkı, yazmaya (ve okumaya) değecek ölçüde, değişik ve ilginç. Anlatayım: Gazeteci-yazar arkadaşım Yaşar Sökmensüer, 7 Eylül 2019 günü Serbestiyet sitesinde yayımlanan yazısında 12 Eylül askeri erkinin şarkı yasaklarına değiniyordu. Ruhi Su’yu odak alan “Türkülerin Efendisi” (bence hem efendisi hem de emekçisi, çilelisi) başlıklı yazının konumuzla ilişkili (aslında tümü ilişkili) bölümü şöyle: “O günlerde iktidar da şarkılara, türkülere ‘siyasi marş’ muamelesi yapıyordu zaten. Ruhi Su radyoda-ekranda komple yasaklanıyor, yerine Hasan Mutlucan davudi sesiyle şahlanıyor, veriyordu mehteri. 12 Mart 1971 darbesinin ardından Şenay’ın ‘Hayat Bayram Olsa’ şarkısı bile komünizm propagandası ve bir grubun ‘marş’ı sayılmaktan kurtulamadı. TRT’nin yasaklı şarkılar listesine ilk üçten girdi. 12 Eylül’ün generalleri ise Şenay’ın 1980’de çıkan albümündeki şarkı (Honki Ponki - A.G.) sözlerinde suç unsuru bulamadı.” “Sözlerinde suç unsuru bulamadı” tümcesi bende bir çağrışımlar zinciri yarattı. (Beyaz Geceler’e denk getirerek) 2007 yılı Haziranında, ben, eşim ve iki arkadaşımızla (Yazar Ayfer Tunç ve o zamanki Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Sedef Ayalp) “Cruise” türü dev (5’i su altında, 17 katlı) bir gemi gezisine katılmıştık. Kopenhag’dan bindiğimiz gemi, Baltık Denizinde kıyısı olan İskandinav ülkelerinin başkentlerinde birkaç saatlik molalar vererek, gezip görmemize olanak veriyordu. Bir gece iki gündüzlük Sen Petersburg (Leningrad) konaklamasının ardından dönüşte Estonya başkenti Talin ve Polonya’nın Gdansk liman kentinde birkaç saat dolaşmıştık. Talin’de rehber eşliğinde bir park gezdirilmiş ve bir müzisyen yontusunun önünde durulmuştu. Rehber, bağımsızlık simgesi müzisyenin (adını söylemişti elbette) orada, Sovyet egemenliğini protesto eden şarkılar çalıp söylemeye başladığını, katılımlarla giderek kitleselleşen ve gösteriye dönüşen girişiminin bağımsızlığa temel oluşturduğunu anlatmıştı. Gösterilerin yasaklara karşın sürdüğünü, Sovyet askerleri kuşattığında ve/ya dağıtma girişiminde bulunduğunda, şarkıları sözsüz olarak, melodisini mırıldanarak veya ıslıkla çalarak sürdürdüklerini özellikle vurgulamıştı. Dinlerken, ister istemez Güney Amerika, özellikle Arjantin ve Şili gelmişti usuma. Estonya, tarihinde birçok komşu ülkenin egemenliği altında yaşamıştı küçük bir ülke. Hitle ordularının işgaline uğramış, ardından “kurtarıcısı” Rusya’nın Sovyet sistemine katılmıştı. Sovyetler dağılırken 1991’de gerçek anlamda bağımsızlığa kavuşmuştu. Halkı mutlaka çok çileler, acılar çekmiş, kayıplar vermiştir. Acılar elbette karşılaştırılamaz, yarıştırılamaz, her ateş düştüğü yeri yakar. Ancak belirtmeliyim ki, rehberin anlatımından, yabancı güçlerin bile, diktatörlerin kendi halklarına yaptığı zulüm ve işkenceleri yapmadığı, bırakın Şili’de Victor Jara gibi parmaklarının kesilmesini, öncü müzisyenin tutuklanıp uzun süreli hapse bile atılmadığı anlaşılıyordu. (Oysa Ruhi Su, işten atılmış, yasaklanmış, işkence görmüş, hapis yatmış, 12 Eylül’ün yurtdışı yasağı yüzünden kanser tedavisin yaptıramadığı için yaşamını yitirmişti.) Şarkılar o zamanlar Estonya’da, gitar çalan parmakları, daha sonra ıslık çalan dudakları kesilen Jara gibi zorunluluktan değil ama baskı nedeniyle ıslıkla çalınıyordu. Yabancı egemenler bile, Şili ve Arjantin’de diktatörlerin yaptığı gibi, susturmak için parmak, dudak kesmiyor, karşıtlarını uçaklardan atmıyor, kaybetmiyor ama zorla susturmaya, dağıtıp sindirmeye uğraşıyordu. Tümünde de müzik, bir direnme aracı, bir özgürlük çağrısı olarak çağıldıyor, karanlığı dağıtmaya katkı sunuyordu. Bir şarkıya bağlayacağım için müzikten örnekler verdim ama tüm kültür-sanat dallarının genelde baskıya, şiddete, zulme, sömürüye karşı olduğu bilinmektedir. Bu alanda yaratıların, baskıları kırma, karanlıkları dağıtma toplumsal ilerleme sağlamada öncü ve itici işlev gördüğü bilinmektedir. Brecht Hitler faşizmine tiyatroyla direniş örgütlemiş, Picasso’nun Gurnica, Munch’ün Çığlık tabloları direniş simgeleri olmuşlardır. Döneminin yanlışlarını, kötülüklerini, olumsuzluklarını estetik dille sergileyip eleştiren ve değişime, çıkışa katkıda bulunan yüzlerce edebiyat yapıtı saymak olanaklıdır. Kimileri yanarak ama yanarken ışıklar saçarak “karanlıkların aydınlığa çıkmasına” etki etmiştir. Ülkemizde de benzer ve/ya farklı zulüm ve işkencelerin yapıldığı dönemlerde benzer ve/ya farklı yaratıcı direnişler geliştirilmiştir. 1971 faşist askeri müdahalesi ve uygulamalarına karşı direnişe, fıkra, müzik ve “fısıltı gazetesi” damga vurmuştu. Fıkraların büyük bölümü, cuntanın seçtirdiği, asker kökenli cumhurbaşkanıyla ilgiliydi. Diğerleri ise ya generallerin kendisini hedef alıyor veya darbe destekçilerini ve siyasetçileri konu ediyordu. Bir kitapçık dolduracak denli çok bu fıkralardan yalnızca birine yer vereceğim: İsmet İnönü Ulus’ta Atatürk Anıtı’nın önünden geçerken bir ses duymuş, “İsmet, İsmet, atımı getir!” diye. Kulağı az duyduğu için inanamamış önce. Ses birkaç kez yinelenince, Atatürk’ün sesini tanımış, heyecanla geri dönüp Köşk’e koşmuş, durumu cumhurbaşkanına anlatmış. O da inanamamış, “hadi gidip birlikte dinleyelim” demiş. Anıtın yanına yaklaşınca aynı ses bu kez kızgın bir tonda çınlamış: “İsmet, ben sana atımı getir dedim, öküzümü değil!” Gazeteler ağır sansür altındaydı; sakıncalı bulunup son anda yasaklanan yazılar nedeniyle bazıları, sayfaları boş veya yazı ve boşluklardan satranç tahtası gibi çıkıyordu. Bu ortamda “fısıltı gazetesi” devreye girmişti. Gazete taşımak da tehlikeli duruma geldiğinden “fısıltı gazetesi” tiraj rekoru kırıyordu. Bu işin deneyimli uzmanları DP geleneğinden gelen Demirel’ciler etkindi bu alanda. Fısıltıları, tüm gazetelerin ulaştığından fazla kişiye ulaşıyordu. 12 Eylül baskıları çok daha ağırdı ama benzer karşı çıkışları önleyemediği gibi, diktatörlük başı Kenan Evren, kulağına gelen her fısıltıyı (ki ihbar ve istihbarat çok yoğun olduğundan duymadığı şey yoktu) radyo ve televizyondan dile getirip yanıtlayarak sağır sultana bile duyuruyordu, iyi ki… Yasak, toplatma ve yakmalara kaşın kitaplar, baskı ve engellemelere karşın tiyatro, müzik ve diğer düşün, kültür-sanat uğraşlarıyla birlikte 12 Eylül karanlığına direnmiş ve çıkışa katkıda bulunmuştur. Bu uğurda ağır bedeller de ödenmiş, acılar çekilmiştir. Bu bağlamda, ayrık ve ilginç bir örnek olan “Honk Ponki”ye gelince… Sözlerini merak edenler You Tube’dan bulabilirler. Örnek olarak, ilk beş satırı şöyle:“Honki ponki toni nok/ Çalona bimbo bori rok/ Muşi muşi hubobo kozi zok/ Çiki çiki şayne tiki tak tok/ Demedim demedim bir şey demedim/ Derdimi kimseye söylemedim” O tarihlerde herkes gibi ben de “apolitik, zırva bir eğlenti şarkısı” olarak değerlendirmiştim. Sonra gündemden düştü, unutuldu. Şimdi, verdiğim örnekler, TRT’de yasakla birlikte ortaya çıkan “arabesk patlaması”, Deniz Gezmiş darağacına yiğitçe yürürken arkadaşlarının ıslıkla “aranjuez” çalması bağlamında bu şarkıyı bambaşka bir gözle değerlendiriyorum: zekâ ve yaratıcılık ürünü, boyundan büyük şeyler anlatan bir karikatür bu şarkı; sözlerinin anlamsızlığı ile anlamı çoğalan. Yazılı, sözlü en ufak bir eleştirinin, sızlanmanın bile yasak olduğu, ötesi işkence ve hapis nedeni olduğu bir ortam, bundan daha iyi nasıl anlatılabilir. Demek ki, bazı durumlarda anlamsızlık anlam, dilsizlik dil, susku çığlık olabilirmiş. Şenay’ın 1980’de yazdığı şarkının TRT yasaklarını protesto amaçlı olduğu biliniyor. Ancak, dönemin tüm baskı, yasak ve sansürlerine hem zekice, hem de mizahi, yaratıcı ve sert bir eleştiri olabildiğine hiç kuşku yok. Üstelik “suç unsuru” bulma olanağı tanımadan. Kendini ebedi sanan baskıcı yönetim uygulayıcıları, önünde sonunda gidicidir. İnce mizah gibi “vakvakları ürkütmeden” yapılan akıl ürünü, varsıl içerikli başkaldırılar ise, umut aşıladığı ve alay edip gönül ferahlattığı, hatta eğlendirdiği, güldürdüğü için kalıcıdır. Ali Günay
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR