Son Dakika



Öyle birdenbire olmadı bu.

Bulunduğumuz yerleri terk etmek zorunda kalışımız epeyce zamanımızı aldı.

Sonra nereye mi geldik? Başlıkta nerede durduğumuz açık seçik biçimde görünüyor: Gri bir hayatın kucağındayız artık. Bize ait olmayan, aklımızın ucundan geçmeyen ne kadar alışkanlık, yaşam ve ilişki biçimi, düşünce artığı varsa tıka basa, ağzımızdan burnumuzdan gelinceye kadar yuttuk, kustuk ve dibe çöktük.

Üstümüze başımıza sinmiş grilik şu haberle birlikte son haline büründü: Darbe girişimi sonrası açığa alınan 80 binden fazla memur hemen ihraç edilmeyecekmiş. Yapılan ihbarlar, toplanan deliller, itiraflar, bağlantılar işten atılmayı gerekli kılacak suç unsurunu oluşturmuyorsa, şüpheli, gri memurluk kapsamına çekilerek üç yıl boyunca yakından izlenecekmiş. Gri memurların çok şüpheli, şüpheli ve az şüpheli olmak üzere üç gruba ayrıldıklarını da belirtelim.

Gri hayatlarımızın çok şüpheli, şüpheli ve az şüpheli gri memurlarıyla beraber artık şahtık, şahbaz olduk.

Bence ülkemiz adı konmamış, tanımı yapılmamış rengine sonunda kavuştu. Geride kalan süreçte inatla, hırsla, kinle atılan adımlar, bundan kuşkuya düşemeyeceğimiz kadar sağlam bir alt yapı kurdu, geliştirdi ve 15 Temmuz gecesi öldürücü vuruşunu yaptı.

Ardımıza baktığımızda devletin, yaşamın ve insanın çökertilmesine yönelik irili ufaklı (Aşağılayarak, hakaret ederek, yok sayarak, değersizleştirerek, canından bezdirerek, doğduğuna pişman ederek) her girişimin, bugün varlığını kabullenmek zorunda kaldığımız grileşmeyi besleyip büyüttüğüne tanık oluyoruz.

Hadi devletin altının üstünün oyulduğunu gözlerimizle gördük de, yaşamın ve insanın çökertilmesi neyin nesi?

Bence en az diğeri kadar, hatta ondan da tehlikeli bir olgu bu. Çevremdeki birçok kişinin benzer durumda olduğunu gözlüyorum: Kendisini doğup büyüdüğü topraklara ait hissetmemekle başlayan köksüz duygular cehennemi. Sizi buralara bağlayan ne varsa, göz göre göre içinizden sökülüp alındıkça boşluğa doğru kayıp sürükleniyorsunuz. O halde boşluğa yuvarlanmanın geçmişini, sondan başlayarak toparlayalım:

Cumhuriyet tarihinin en kanlı darbe girişimi gerçekleşiyor; bunun arkasında Amerika’nın bulunduğunu tepedeki isim, üst akıl diye bağırarak adres gösteriyor ama ülkenin diğer yarısı sokaklara çıkıp kahrolsun Amerika, kahrolsun emperyalizm diye haykıramıyor. Beş milyon insanın katıldığı söylenen Yenikapı mitingindeki kalabalıkların, Erdoğan platformda konuşurken Kâbe’yi tavaf eden bir kitle görüntüsü vermekten öteye geçememesi ne acı. Bu muydu yani 280 insanımızı katledenlere yönelik gösterilmesi kaçınılmaz tepki? Köküne kadar emperyalizm, köküne kadar faşizm kokan bir darbenin özünü mehteran müziği eşliğinde, dini motiflerle, milliyetçi söylemlerle sarıp sarmalayarak gizlemek. Faşizm lafını da ben uydurmuyorum. O gece kendi halkını bombalayan jetler, ezip parçalayan tanklar, kurşun yağdıran helikopterler faşizmin bundan başka bir şey olamayacağını kafamıza vura vura kanıtladılar.

Düşünebiliyor musunuz tüm bu yaşananlara karşı tepkileri içlerinde boğulanların halini?

Üstelik geçmişte Cemaat’in bütün acımasızlığıyla ezdiği kesimdi onlar. Yavaşça kopuyorsunuz sonra. Neyim, kimim, ne oldu benim düşünce yapıma, inançlarıma, değer yargılarıma diyerek içine gömüldüğünüz sorgulamalar, sizi büyük bir yalnızlığın eşiğine küt diye bırakırken hızla grileşiyorsunuz.

Sonra bu kanlı kavgadaki yerinizi sorguluyorsunuz. İktidarın kilit isimlerinin Cemaat’e yönelik bilmiyormuşuz, anlayamamışız, hatalıymışız, aldatılmışız türünden açıklamalarına bakıp ürküyorsunuz. Oluşumuna en ufak katkıda bulunmadığınız, aksine karşısında dikildiğiniz bu felaketin bedelini hep beraber ödemeye zorlanmanızı grileşerek izliyorsunuz. Darbeye, Cemaat’e yardım ve yataklıktan içeri alınan gazeteciler de aynı şeyi söylüyorlar: Gerçek yüzünü 15 Temmuz gecesi gördük. Bilseydik içinde yer almazdık. Hatta onlardan hali vakti yerinde, ekonomik gücü tartışma götürmez birisine savcılık sorgulamasında niye Hizmet Hareketi’nin gazetelerinde yazdığı sorulmuş, o da ekmek paramı kazanmak için diye yanıtlamış.

Kendimi sorguluyorum hemen: 2009’da 18 yıl emek verdiğim televizyondan düşüncelerim nedeniyle kovulduğumda niye Cemaat’e ait bir medya kuruluşunda çalışmayı aklımın ucundan bile geçirmedim, denemedim, düşünmedim? Galiba ekmek parasına ihtiyacım yoktu. Bodrum’da yakalanan o gazeteci gibi açıkta demirlemiş teknem, ölünceye kadar alacağım milletvekili maaşım, Boğaz’da villam olduğuna göre, para kazanmışım, kazanmamışım ne gam! 2002’de başlayan sürecin temel göstergelerindendir muhalif gazetecilerin farklı yönetmelerle işsiz bırakılarak yaşamın dışına itilmeye zorlanmaları.

Mesleğini yapamayan, yazamayan, bunu gerçekleştirebileceği bütün olanakları elinden alınmış birisinin grileşmeden ayakta kalması mümkün müdür?

Bakın bu rengi bir kanser gibi hücrelerimize, düşüncelerimize, evlerimize, iş yerlerimize, sokaklarımıza kadar yayan başka neler yaşadık.

Hatay Reyhanlı’da, Ankara Garı’nda, Atatürk Havalimanı’nda IŞİD; Merasim Sokak’ta, Güven Park’ta ve son olarak Diyarbakır’da PKK sıradan hayatların sıradan insanlarını, yani işinde gücünde, ekmeğinin peşinde koşturanları katlettiğinde de taş kestik, grileştik.

Kana, gözyaşına, çığlığa ne kadar alışırsanız alışın, vicdan hiç ummadığınız anda sızıntı yapar, içindekini damlatır ve o sırada siz grileşirsiniz. Güneydoğu’da terörle mücadele altında kentlerde taş üstünde taş bırakılmazken, milyonlarca insan evini yurdunu terk edip güvenli bölgelere kaçarken ne sözler verilmişti: Buraları yeniden inşa edeceğiz. Sıfırdan, pırıl pırıl kentler kuracağız. Ne oldu şimdi, bilen var mı? Evsiz, barksız kalan milyonlarca ailenin kaderlerine terk edildiğini görüp, vicdanın çatladığı yerden akıntı yapmaması mümkün mü?

O süreçte Diyarbakır’dan bir öğretmenin gece Kanal D’deki şov programına telefonla bağlanıp, buralarda çocuklarımız ölüyor demesinin üzerinden aylar geçti. Daha sonra o boy pos, ense surat yerinde şovmenimizin ekranlara çıkıp, öğretmeni konuşturduğu için özür dilemesinin üzerinde de çok zaman geçti. Şimdi onu reklamlarda sıkça görüyorum. Ne yani, köşesine çekilip yas mı tutacaktı? Çocuklar öldüyse öldü, hayat devam ediyor. İşte tam bu sırada, onun ekranlarda sırıtan yüzüne bakarken vicdanım sızıntı yapıyor, grileşiyorum.

Kocası Cemaat’in prenslerinden, kendisi de prensesi sayılan ünlü kadın romancımız yıllarca onların gazetelerinde yazdı. Arkasına aldığı müthiş medya desteği ile kitapları yok sattı. Bence isteyen istediği yerde yazsın. Hiçbir gazeteci yazdığı yer adres gösterilerek suçlanmamalı. Ama gazetecilerin, aydınların, yazarların bir vicdanı olmalı; kimsenin dürtmesine, neden diye sormasına gerek kalmadan gereğini yerine getiren bir vicdan. Boy gösterdikleri yerlerde ne işe yaradıklarını, işlevlerini, kullanılıp kullanılmadıklarını ölçen, tartan bir vicdan.

Yani içeriye alınanların Cemaat’le ilgili söyledikleri gerçekten yüz kızartıcı: Öyle olduklarını bilmiyordum, pişmanım, 15 Temmuz gecesi farkına vardım.

Bu açıklamaları okurken yalan söylediklerini gördükçe, yine grileşiyorum. Buna ilişkin çarpıcı bir ayrıntı daha verip, yaşamı ve insanı çökerten grileşmelerimize son noktayı koyacağım. Cemaat yapılanmalarının özellikle yoksul kesim üzerinde dini değerleri kullanarak etkinlik kurduğu, güç sağladığı gerçeği sanırım kafalara dank etmiş durumda. Bu anlamda Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın darbeci yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan’ın söylediklerini bir kez daha anımsayalım.

"Ben fakir bir ailenin çocuğuyum. Babam çok fakir bir çiftçiydi. Tarlamız, bağımız bahçemiz yoktu. Cemaat ve onun abileriyle ilk defa ortaokul döneminde tanıştım. İyi ve geleceği parlak bir öğrenciydim. 1989’da Işıklar Askeri Lisesi'nin sınavlarına girdim. Sınavı kendi bilgilerimle kazanacağımdan emindim. Fakat yine de bana sınav olmadan önce, gece yarısı Bursa merkezde bir Cemaat evinde soruları verdiler."

Oturduğum sokağın ana caddeye açılan köşesinde, özellikle yazın çevre ilçelerden sebze getirerek satan pazarcıyla, Genelkurmay yaverinin kaderi de 15 Temmuz gecesi birleşti. Pazarcı sokağı kimseye kaptırmamak için (Çünkü insan trafiği açısından verimli bir noktaydı orası.) sabahın 5’inde gelip arabasında uyuyordu. Saç sakal birbirine karışmış, gözler hep kan çanağı gibi, eller kürek büyüklüğünde yorgun bir adam işte.  Darbeden sonraki cuma arabada başkası vardı, kendisi gelememişti. Hafta başında aynı yerde karşılaştık, yoktun dedim, önce sustu, kuşkuyla yüzüme baktı, kararını verdi anlattı. Oğlu askeri lisede öğrenciymiş, darbeden dolayı şimdi Silivri’de cezaevinde yatıyormuş. Cuma günleri yalnız kalmasın diye annesiyle ziyarete gidiyorlarmış. Hiçbir suçu yok derken başını önüne eğdi. Üç domates, beş biber, altı salatalık satıp çocuk okuyordu bu adam. Yine ellerine baktım, kurumuş tarla gibi parça parça, kirli ve yorgun. Bir kez daha grileştim o an. Cemaat’in görünen yüzü, medyadaki sözcüleri, şık hanımlar, şık beyler, hani şu ifadelerinde bilmiyorduk, yanılmışız diyenler ya da kitapları çok satan romancımız yazdıklarıyla, televizyonlarda söyledikleriyle ülkemin yoksullarını, bizim sokağın köşesindeki pazarcıyı hangi anlamda etkilediler? Bunları düşünürken grileşmemek mümkün mü?

Bakın bunların çok sıradanmışçasına görünen başka bir geçmişi var aslında.

Ben böyle sanatın içine tükürürüm diyerek heykelleri yıktıranlar, kadınların yüksek sesle gülmesi, kahkaha atması ayıptır, günahtır diyenler, Kabataş’ta başörtülü bacılarının dövüldüğünü, tacize uğradığını iddia ederek yalan söyleyenler ve böylelikle kitlenin yarısını, diğer yarısına karşı kışkırtanlar ülkenin 15 Temmuz gecesine doğru ilerlemesine katkı sundular.

Kabataş’ta yaşanmamış bir olayı gördüm, kasetini izledim diyerek yazan, çizen gazeteciler İsmet Berkan, Balçiçek Pamir gibi isimler de, ülkemizde yaşamın ve insanın çökertilmesine el birliğiyle zemin hazırlayanlardır.

 Nasıl mı grileştik?

İşte böyle!

Nasıl mı köksüzleşerek kendimizi boşlukta hissetmeye başladık?

İşte böyle!

Ya şimdi?

Şimdi ülkenin iki yakasını, o iliklenmeyecekmiş gibi görünen gömleğin düğmesini iliklemenin zamanı.

Yakanın bir ucunda bizim sokağın köşesindeki pazarcı, kadınların yüksek sesle gülmeleri günahtır diyenlere inananlar, diğer ucundaysa 15 Temmuz darbe girişimi sonrası meydanlara çıkamayıp kahrolsun emperyalizm, kahrolsun faşizm diye bağıramayanlar var.

Son söz: Tüm griliklere karşın bu gömleğin iki yakası iliklenmeli

Nasıl mı?

Vicdanımızı, insan olduğumuzu, yaşamın vazgeçilmez ve devredilmez bir değer taşıdığını yeniden anımsayarak ve anımsatarak.

Ferhan Şaylıman
gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)