Yeni Ortaçağ ve Milliyetçilik Teorileri / Mehmet Ulusoy
Avrasya ve ezilen dünyada, sosyalizmle milliyetçilik arasında kopmuş olan ilişkinin yeniden kurulması hayati önemdedir. Bu durumda, Türk Devrimi programının temel unsurları olarak milliyetçilik, devrimcilik, halkçılıkla Aydınlanmayı ve sosyalizmi bir bütünlük içinde inceleyip Türk okuruna sunmak da ...
Küreselcilerin iddia ettiği gibi, uluslar ve ulusal devletler, toplumların gelişmesini, özgürleşmesini engelleyen gerici yapılara dönüşmüş ve tarihsel işlevleri sona mı ermiştir? Dün 19. ve 20. yüzyılda, üretici güçlerin, bilimin, teknolojinin, insanın üretme ve yaratma yeteneğinin; emeğin özgürlüğünün, temel insan hak ve özgürlüklerinin gelişip serpilmesinin, yetkinleşmesinin siyasi biçimini, yatağını oluştururken, bugün bütün bu gelişmelerin önünde bir engel mi oluşturmaktadır? Yoksa bütün bu iddialar, küreselci ideolojik operasyonlarla, neoliberal yalanlarla ve postmodernizmin bilim ve tarih dışı teorileriyle yaratılan yanılsamalar, uydurmalar mıdır? Ulusu, uluslaşmayı, ulusal bağımsızlığı ve ulusal devleti savunmak, ulusalcılık/milliyetçilik, Türk milliyetçiliği, ilerici/devrimci niteliklerini yitirdi mi? Yoksa "Yeni bir Ortaçağ"ı insanlığa dayatan küreselci gerici dalgaya karşı daha bir önem mi kazandılar? Avrupa Birliği gibi "uluslar üstü" siyasal yapılanmaların ve Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi siyasal, ekonomik, kültürel örgütlenmelerin görünüşteki başarılarına ve iletişim teknolojisinin ulusal sınırları aşan etki alanına rağmen, ulusal devletlerin, insanlığın özgürleşme ve gelişme yatağını, çerçevesini oluşturmaya devam edip etmediği ve ulusalcılığın ilerici/devrimci işlevini koruyup korumadığı, içine girdiğimiz 21. Yüzyılın olgularını dikkate aldığımızda, kuşkusuz son derece önemli. (...) Emperyalist merkezlerde olsun, ezilen dünyada olsun, ulusal devletlerin miadının dolduğu tezi, milliyetçiliğin/ulusalcılığın, her biçiminin gerici, şoven nitelikte olduğu iddiası, entelektüel dünyada sanki enternasyonal yeni bir teori, yeni bir toplumsal proje ve idealin başlangıç ilkesiymiş gibi karşılandı, benimsendi, kutsandı. Özellikle liberal sol, sosyalist ve sosyal demokrat çevrelerde bu "enternasyonal" yalan bir amentü haline getirildi. Tarihinden ve köklerinden kopan ve liberalleşen sol, demokrasi ve özgürlüklerin kâbesi haline getirdikleri AB'yle bütünleşme hayalleri içinde, bir türlü atamadığı ve aşamadığı, Batı'dan gelen her şeyi en iyi, en doğru ve en bilimsel olarak görüp benimsemeye koşullanmış Tanzimatçı genleriyle, bu teorileştirilmiş büyük yalanların uzun süre etkisi altında kaldı. Bunlar, bazı okurlar için, aradan henüz çok zaman geçmemiş olmakla birlikte, artık herkesçe bilinen, geçmişe ait yavan bilgiler olarak algılanabilir. Çünkü, özellikle ülkemizde tarihin temposu öylesine hızlı ki, on yıl, yirmi yıl öncesinin sorunları, tartışma konuları yaşanan olağanüstü hızlı toplumsal siyasi süreç içinde ya büyük ölçüde çözülmüş oluyor ya da çözülmemiş olsa da "eskiyor", "bayatlıyor" ve "gündemden düşüyor". Gerçekten, 1990'lardan 2008 krizine kadarki dönemde yoğun olarak yaşanan yukarıdaki tartışmalar, solun önemli bir kesimi ve yurtsever aydınlar için, küreselci teorilerin iflas etmesiyle noktalandı. 2008'den bu yana geçen son beş altı yıl içinde de, Türkiye halkı ve Ortadoğu halkları, ulusal devlet yıkıcılığına ve ABD'nin bu doğrultudaki stratejisi Büyük Ortadoğu Projesi'ne, Türkiye'de ve Mısır'da büyük ayaklanmalarla, Suriye'de ve Irak'ta ulusal direnişlerle ve savaşlarla cevap verdi. Özetle, 21. yüzyılın ilk on yılındaki büyük toplumsal, siyasi pratiklerle, "Ulusal devletlerin sonu geldi", "Milliyetçilik gericidir" vb. teorileri çürütecek geniş bir olgular yığını ortaya çıktı. Dahası, yine bu olgulara ek olarak, gerek 20. yüzyıl deneyimleri ve gerekse mafyalaşan emperyalizmle birlikte yükselen "Yeni Ortaçağ" dalgası, 21. yüzyıl tarihine hâlâ ulusal ve demokratik nitelikteki devrimlerin damgasını vuracağını göstermektedir. Ne var ki, toplumsal pratik dediğimiz hayat laboratuvarı, bir tezi kanıtlayan bir tartışmayı sonuca bağlayacak olguları ortaya çıkarsa da, bunu, dünyaya kaba gözlem ve yüzeysel bilgi verileriyle bakan ortalama insanın görmesi, kavraması ve bilince çıkarması oldukça zor. (...) Yakın tarihimiz, bir avuç aydının sahip olduğu çok önemli bilgilerin, toplumun eğitilmiş kesimlerine bile zamanında ulaşamadığı, kavranamadığı, dolayısıyla gelişmelere zamanında müdahale edilemediği için ne büyük bedellere mal olduğunun kanıtlarıyla dolu. Bu bakımdan, bırakalım ortalama Türk vatandaşını, düşünsel ve siyasi hayatı belirleyen Türk aydınının ezici çoğunluğu açısından bile bu tarihi önemdeki sorun kafalarda, bilinçlerde çözülmüş ve aşılmış değil. Tutarlılığın değil, tutarsızlığın ve ikili/çatışmalı kimliğin moda olduğu, değer kazandığı günümüzde düşünsel sığlık ve zihni tembellik ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. Küçük, bireysel çıkarların yönlendirmesiyle zihinlerdeki çelişki ve tutarsızlıklar bastırılarak, ciddi bir muhasebe, iç hesaplaşma yapılmadan, dün karşı çıkılan ulusalcılık, ulusal bağımsızlıkçılık bugün benimsenebiliyor. Hem sevindirici hem de düşündürücü bu sorunun tek bir ilacı var: Tarihi daha bütünsel bir bakışla kavramaya çalışmak. (...) Küreselleşme saldırısının ulusal devletlere yönelik yarattığı büyük yıkıma bir tepki olarak milliyetçiliğin, dünya çapında en güçlü akım olarak yükseldiğini, özellikle 2008 krizinden sonra Batı toplumlarında da canlanmaya başladığını görmekteyiz. Son 20 yıl içinde bu konuyu teorik olarak inceleyen çok sayıda kitap yayımlandı; çoğu dilimize de çevrildi. Bir yandan, çokuluslu Sovyetler Birliği'nin dağılmasının da etkisiyle siyasi birim olarak ulusal devlet ve ulusçuluk tekrar önem kazandı. Diğer yandan, ulusal devletlerin geleceği tartışılır hale getirilirken etnik milliyetçilik temel bir seçenek olarak parlatılıp teorileştirildi. Bütün bunlar, 21. yüzyıla girerken sorunu yeniden ele almayı zorunlu hale getirdi. Bu zorunluluğu belirleyen daha temel bir etken, kapitalist emperyalist sistemde yaşanan yapısal değişim ve dönüşümdür. O da, emperyalist sistemin asalak karakterinin en uç noktasına varması; yani, ABD'nin başını çektiği tefeciliğe ve haraççı sisteme dönüşerek mafyalaşmasıdır. Bu haraççı tefeci mafyasal yapının toplumsal ve ideolojik kültürel cephesi ve çerçevesi ise, Aydınlanma ve modernitenin toplumsal ve kültürel değerleri tasfiye edilerek canlandırılan Yeni Ortaçağ sistemidir. (...) Avrasya ve ezilen dünyada, sosyalizmle milliyetçilik arasında kopmuş olan ilişkinin yeniden kurulması hayati önemdedir. Bu durumda, Türk Devrimi programının temel unsurları olarak milliyetçilik, devrimcilik, halkçılıkla Aydınlanmayı ve sosyalizmi bir bütünlük içinde inceleyip Türk okuruna sunmak da kaçınılamaz bir görev haline gelmiştir. TANZİMATÇI SOLCULUK ve TÜRKİYE'NİN ÖNCELİKLERİ Türkçülük, tarihi kökleriyle ve bütün boyutlarıyla iyice anlaşılmadan ne Türk Devrimi'nin ve onun bir kolu ve devamı olan Türkiye sosyalizminin temel siyasal toplumsal kavramları ne de önümüzdeki süreci açıklamakta bize kılavuzluk edecek Türkiye'nin özgünlükleri anlaşılamaz. Türkiye'nin özgünlükleri vurgusunu özellikle yapıyoruz; çünkü Türkiye solunun genlerindeki bir türlü atılamayan Tanzimatçı virüs ve ideolojik kültürel çapsızlık, sığlık nedeniyle, Türk toplumunun ve Türk Devrimi'nin kendine has özellikleri hep ihmal edildi. Türkçülüğün tarihi incelendikçe görülecektir ki, bütün başarılar ve başarısızlıklar, Jöntürk devrimciliği dediğimiz özgünlüğü yakalayıp yakalayamamakla bağlantılıdır. Vurgulamak istediğimiz bir başka nokta, Türkiye'nin çağdaşlaşma ve demokratikleşme dinamiklerinin, başka deyişle özgür ve bağımsız yurttaş bireylerden oluşan bir topluma yükselmesinin koşullarının tamamen uluslaşmasının tamamlamasına bağlı olduğudur. Türkiye sosyalizminin düzeyini göstermesi açısından önemli tarihi belgeleri oluşturan, Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli'nin 1965-70 dönemindeki, milliyetçilikle milli demokratik devrim ve sosyalizm ilişkisine bakışlarını içeren makaleleri, bu açıdan son derece öğreticidir. Aynı şekilde Doğan Avcıoğlu'nun ve Yön dergisinde yazan Kemalist ve sosyalist bütün yazarların da soruna yaklaşımları Kıvılcımlı ve Belli'den farklı değildir. Kıvılcımlı'nın sadece şu derinlikli cümlesi bile her şeyi bütün öğreticiliğiyle anlatıyor: "Türkiye'nin en az 40 yıllık yanılgısı ve yenilgisi, milliyetçilik sözcüğünün sosyalizmden başka hiçbir anlama gelemeyeceğinin bir türlü kavranılmak istenmeyişinden doğmuştur." KÜRESELCİ YALANLAR ve MİLLİYETÇİLİK Küreselcilerin ileri sürdüğü, milletin ve milliyetçiliğin tarihsel misyonunu tamamladığı, toplumların gelişmesini engelleyen gerici ideolojik ve siyasi yapılara dönüştüğü iddiasını Ulusal Devrim ve Küresel Karşıdevrim kitabımızda kapsamlı olarak incelemiş ve yanıtlamıştık. Bu çerçevede konumuzla ilgili teorik bazı noktalara değinebiliriz. Küresel Karşıdevrimin etkilerinden farklı olarak, ondan önce de, dünya solunda olsun Türkiye solunda olsun, milliyetçiliğe bakış genellikle hep sorunlu olmuştur. Bunun önemli bir nedeni, Sovyet ve Çin devrimleri ve diğer devrim pratiklerine, Lenin'in, Mao'nun teorilerine rağmen, 19. yüzyıl Marksizminin aşılamamış olmasıdır. (...) Marx ve Engels'in Komünist Partisi Manifestosu'nda, ulusal sorunun çözüldüğü ve kapitalizmin yeterince gelişip egemen toplum biçimi olduğu Avrupa'da burjuvazinin, milliyetçiliğin arkasına saklanarak uyguladığı baskıya ve savaş kışkırtıcılığına karşı, hem onların milliyetçiliğinin sahteliğini hem de işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını vurgulamak için ortaya attıkları "İşçilerin vatanı yoktur" sözü kullanıldı. Ama Manifesto'daki, aynı işçi sınıfının ancak bütün toplumu temsil etme yeteneğine sahip ulusal bir sınıf düzeyine yükselerek devrimi gerçekleştirebileceği vurgusu ise, hep görmezden gelindi; ya da ezberci, şabloncu kafalar bunu kavrayamadı. Bilindiği gibi, Marx ve Engels, işçi sınıfının önderliğinde yeni bir toplumsal teori ve öğreti geliştirmeye yoğunlaşmışken, biraz da, Avrupa çapında, burjuvazinin önderliğindeki ideoloji ve pratiğiyle esas olarak çözüldüğü ve çözülmekte olduğu için, ulusal sorunla teorik olarak pek ilgilenmediler. Aslında, onların döneminde, Avrupa dışındaki dünya uluslaşma sürecine henüz girmediği ve ulusal sorunda çözümü dayatılan yeni tartışmalar gündeme gelmediği için bu doğaldı. Oysa 20. yüzyılda, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 80'i sömürge ve yarı sömürge durumundaki Asya, Afrika, Latin Amerika ve Rusya coğrafyasındaki halklar tarih sahnesine yeni girmekte ve ulusal sorunun merkezini oluşturur hale gelmektedir. Bu nedenle, doğal olarak ulusal sorunun, milliyetçiliğin asıl kapsamlı, çok boyutlu tartışması 20. yüzyılda gündeme geldi. Gerçek böyleyken, 19. yüzyıl Marksizminden çözüm beklemek, Newton fiziğinden, nükleer fiziğin problemlerine çözüm aramak gibi beyhude bir çabadır. Kuşkusuz Newton fiziği de nükleer fiziğin bazı temel yasalarını içermektedir; aynı şekilde 19. yüzyıl burjuva demokratik devrimlerinin bazı temel özellikleri de uluslaşma açısından evrenseldir. Ancak, 20. yüzyıla girerken Avrupa merkezli kapitalizm çok önemli bir değişim/dönüşüm yaşadı; başka ulusların pazarlarını ele geçirip sömürgeleştirmeyi hedefleyen emperyalist bir sisteme dönüştü. Böylece emperyalist Avrupa ulusları/devletleri gericileşerek geri ulusları ezen, sömüren, yağmalayan devletler haline geldiler. İki büyük emperyalist savaşta görüldüğü gibi, Batı'da milliyetçilik bu gelişmiş emperyalist kapitalist devletlerin gerici saldırgan (şovenist) siyasetlerinin aleti oldu. Dolayısıyla gerçekte, 20. yüzyılın milliyetçiliğini incelemek, ezilen dünyanın ulusal kurtuluş savaşlarını ve uluslaşma süreçlerini incelemektir. Dahası bu da yetmez; çünkü Avrupa'dan, Avrupa tarihi ve toplum yapılarının, Avrupa devrimlerinin kalıpları, şablonları ya da daha bilimsel deyişle Avrupa devrim modelleriyle ezilen dünya devrimlerine, uluslaşmasına bakmak, son derece yanıltıcı, gerçeklerden uzak sonuçlara yol açmıştır; açmaktadır. Örneğin son otuz yılda ülkemizde ve ezilen dünyadaki, antiemperyalist uluslaşma ve milliyetçi hareketlerle ilgili Batı merkezci liberal nitelikteki araştırmaların, analizlerin ezici çoğunluğunda, bunlara "ırkçı", "faşist", "Batı karşıtı", "demokrasi karşıtı", hatta "soykırımcı" yaftası yapıştırılmaktadır. Diğer yandan, emperyalizme karşı olmayan ve PKK gibi tamamen ABD-AB denetimindeki etnik ayrılıkçı hareketler ise, ilerici, özgürlükçü olarak tanımlanmaktadır. Yugoslavya'da, ABD güdümlü, SüperNATO'nun örgütlediği Hırvat, Arnavut, Boşnak etnik milliyetçiliği, "insan hakları", "demokrasi" için savaşan özgürlükçü/ilerici olarak tanımlanırken, küreselci etnik bölücülüğe karşı vatanın bütünlüğünü savunan Miloşeviç'in temsil ettiği Yugoslav milliyetçiliği gerici, faşist ilan ediliyordu. Bütün çağdaş kavramları sahteleştiren ve tersyüz eden, büyük yalanlara dayanan bu küreselleşme operasyonunun maskeleri günümüzde artık düşmüştür. (...) Neoliberalizmin küresel karşıdevrim programının uygulamaya konduğu 1980'lerden sonraki süreçte ise, "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" ilkesi, "Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" biçiminde sloganlaştırılarak, emperyalizmin etnik ve cemaatçi tarikatçı bölünmeyi kışkırtmasıyla ulusal devletleri parçalamanın bir aracı olarak kullanılmaya başlandı. (Burada "ulusların" yerine "halkların" kavramının kullanılması, ulusal devletleri yıkmayı hedefleyen küreselleşme programı için kritik bir göstergedir.) Geçtiğimiz 30 yıllık küresel karşıdevrim sürecinde başını ABD'nin çektiği küreselleşmenin temel unsuru olarak "etnik özgürlükçülük" ya da "etnik milliyetçilik" bugün, ne içerik olarak ne de oynadığı siyasi rol açısından özgürleştirici, devrimci bir niteliğe sahip değildir. Tam aksine, ulusların/uluslaşmanın özgürleştirici, demokratikleştirici özelliğine karşı, bölücü ve ortaçağın toplumsal ve ideolojik kültürel yapılarını canlandırıcı, Yeni Ortaçağ'ın temelini oluşturan gerici bir rol oynamaktadır. Küreselleşme saldırısının hedef aldığı büyük ulusal devletlere karşı Yugoslavya'da Boşnak, Arnavut ve Hırvat, Karadağlı, Makedon etnik milliyetçiliğinin, Türkiye'de Kürt etnik milliyetçiliğinin, Rusya'da Ermeni ve Çeçen etnik milliyetçiliğin emperyalizmin piyonu olarak nasıl kullanıldığı ortadadır. Büyük Ortadoğu Projesi'nin hayata geçirilmesi olan Irak'ta Kürt-Arap, Kürt-Türk, Şii-Sünni bölünmesi ekseninde Suriye'de Hıristiyan-Müslüman, Alevi-Sünni, Kürt-Arap bölünmesi ekseninde kışkırtılan çatışmalar, katliamlar; keza Mısır'da ve Türkiye'de din, mezhep ve tarikat ekseninde planlı olarak yaratılan bölünme ve çatışmalar, hepsi de Batı merkezlerinde üretilen "kültürelcilik" veya "çokkültürlülük" adı altında yürütülen program ve uygulamalardır.
YORUMLAR