Son Dakika




Uzun zamandır ülkemizde pozitif hukuk çerçevesinde yapılan yargılamalar, bir yandan yargıçlık mesleğininin diğer yandan ve aynı zamanda Hukuk eğitiminin tartışılmaya açılmasını ve üzerinde düşünülmesini gerekli kılmaktadır.

 

Hangi meslek söz konusu olursa olsun, her mesleğin kendine özgü amacının, bilgi gövdesinin ve uygulamasının olduğundan söz edilebilir. Örneğin hekimlik ve öğretmenlikte olduğu kadar hukukçulukta da (özel olarak yargıçlıkta da) birbirleriyle ilişkilerinde bir bütün olan bu üçlünün iş başında olduğunu görmek zor değildir.

 

Meslekler, sürekli olarak ve her defasında hep gerçekleştirilmek istenen bir amaca yönelmişlerdir. Örneğin Hekimlik mesleği söz konusu olduğunda amacın Sağlık, öğretmenlik mesleği söz konusu olduğunda Eğitim olduğu söylenebilir. Bunun gibi genelde hukukçuluk, özelde de yargıçlık mesleğinde ise bu amaç Adâlettir. Ancak sağlığın, eğitimin ve ad?letin ne oldukları en başta genelgeçer ve kesin bir bilgi olarak ortaya konamadığından, mesleklerin amaçları her defasında somut olarak belirlenmeye ve yeniden tanımlanmaya muhtaçtırlar. Amaçların önemi, o meslek adamlarıyla1 birlikte o mesleklerin taşıyıcıları olmalarından ileri gelir. Hekimliği sağlık, öğretmenliği eğitim kavramından ayrı düşünemeyeceğimiz gibi, yargıçlığı da adâlet kavramından ayrı düşünemeyiz.

 

Ancak şurası unutulmamalıdır ki, kendilerine özgü bir bilgiler bütünü üzerine kurulmuş olması gereken uygulamaları yapanlar, adına ister hekim, ister öğretmen, istersek yargıç diyelim hep kanlı canlı yaşayan kişilerdir. Şöyle denebilir : Nasıl bir hekim, nasıl bir öğretmen, nasıl bir yargıç olunduğu/olunacağı, nasıl bir kişi olunduğuna bağlıdır. Aristoteles’in dediği gibi “… yapma gücüne sahip olduğumuz şeyleri, ancak onları yapma gücüne sahip olduğumuz tarzda yapabiliriz”.

 

O halde meslek adamlarının kişiler olduğunu unutmadan, o meslek adamının kişi olarak o mesleği icra etme anlayışından söz edilebilir.

YARGIÇ NE YAPIYOR?

Yargıcın yaptığına ya da eylemine felsefî-bilgisel olarak üç aşamada bakılabilir: Bunlar yargıç kişinin bilgilenme, yargılama ve karar verme aşamalarıdır.2

 

Bilgilenme, “suç” işlemiş kişinin eylemi hakkında bilgilenmedir. “Suç” ise biçimsel olarak bakıldığında, belirli bir ilişkide yapılmaması gerekeni yapmış olma ya da yapılması gerekeni yapmamış olmadır. Ancak buradaki önemli soru, yapılması ya da yapılmaması gerekenin neden ve neye göre yapılması ya da yapılmaması gereken olduğudur. Bu konuda ölçüt, genel olarak pozitif hukuk ya da örneğin ahlâk gibi çeşitli normatif sistemler olabiliyor. Bütün bunlar da yeterli olmadığı zaman belirleme yargıcın görevi oluyor. Bu bakımdan olan bitenle ilgili bilgi sahibi olmak oldukça önem kazanmaktadır.

 

Yargıcın bilgilenmesinin, kendisine sunulan olay ya da durumla ilgili verilerin doğruluğunun soruşturulması, aynı zamanda da o durumun ya da olayın içinde yer alan kişilerin eylemlerinin nedenlerini öğrenme biçiminde yürüdüğü söylenebilir. Şunu vurgulamak gerekir ki, yargıcın, kişinin söz konusu eylemini anlaması, anlayamaması, ya da yanlış anlaması, onun eylem ve yaşantı olanaklarının, yani görüp geçirdiklerinin ve tecrübelerinin bilgisine de büyük ölçüde bağlıdır.

 

Yargılama, yargıcın karşısında “sanık” olarak bulunan kişinin, nedenlerini bildiği eylemi ile “yapılması/yapılmaması gereken” arasında ilgi kurması ile başlar. Yargıç bu ilgiyi kurarken hareket noktasını “sanık” kişi ile ilgili elde ettiği bilgilerin yanında kişi olarak kendinden gelen nedenler belirler. Bunlar yargıcın yargıçlık anlayışını, yani yargılamayı kimin ya da neyin adına yaptığını ve değerlendirmesinin ne tür bir değerlendirme olduğunu gösterir. Böylece yargıç kişinin, yargılayacağı kişinin eylemine karşı, bir yargılama ölçütü de oluşturacak olan tutumu oluşur.

YARGIÇLIK MESLEĞİ

Yargıçlık anlayışlarını somut biçimde gördüğümüz yer, yargıçların yargılama eylemleridir. Bu bakımdan felsefî -bilgisel olarak, yaşanan yargılama eylemlerine bakarak üç yargıçlık anlayışından söz edilebilir.

 

Bazı yargıçlar, mensubu oldukları (yada kendilerini mensubu olarak Hissettikleri) “grup” adına yargılarlar. Adına yargıladıkları şeyler, o grubun istemleri, o grubun koyduğu normlar, yasalar, ilkeler ve kurallardır. Çünkü kişi (yargıç), aldığı hukuk eğitimindeki bilgiler ne kadar nesnel ve “tarafsız” olmayı gerektirecek nitelikte olursa olsun, kendisini o gruba karşı “sorumlu” hissedecektir. Şayet yaşarken kendisine dönük bir değerlendirme yapabilirse onun, hayatı boyunca bir ikilem içinde ve zihnen huzursuz olarak yaşayacağı söylenebilir.

 

Böyle bir sorumluluk anlayışının arkasında o yargıç (kişi) tarafından düşünülmüş olsun veya olmasın çeşitli biçimlerde, küçüklü büyüklü beklentiler bulunabilir. Burada korunmaya çalışılanın ve o grubun normları, kural ve ilkeleri bağlamında somutlaşanın, belirli bir birliktelik ve buna bağlı toplumsal ilişkiler anlayışı olduğu görülebilir. Böylece “suç” kavramı da tanımlanmış olmaktadır. Yani “suç”, grubun normlarına, ilke ve kurallarına uyulmadığında ya da en azından saygılı olunmadığında oluşmaktadır.

 

Bu tür bir yargılama anlayışında yargıç kişinin baktığı şey, kişinin eylemi ve bu eylemi yaparken içinde bulunduğu durum değil, kişinin davranışıdır. Yoğun bir arka planı bulunan eylem, tek bir yapma olan davranışa indirgenmiş, yani yargılama davranış üzerinden yapılmıştır.3

 

İkinci tür yargıçlık anlayışı, eylemin belirli bir ögesine indirgenmesi bakımından birincisine benzer. Burada yargıç insan olma adına, insanın değerinden kaynaklanan istemler, değer korumaya yönelik genel ilkeler adına kişi eylemlerini yargılar. Örneğin çeşitli Hümanizm anlayışları söz konusu genel ilkeleri insanın değeri adına farklı biçimlerde taşırlar. Yargıç kişi de kendisini bir “hümanist” olarak insana karşı sorumlu duyabilir. Bu tür bir yargılama, üzerinde fazla düşünülmediği için genel olarak son derece olumlu karşılanır ve çoğu kez “örnek” gösterilir. Çünkü yargıç kişinin “vicdânının sesini dinlediği”, böylelikle de “tarafsız” davrandığı düşünülür. Bu yargıçlık anlayışının ve burada “suç”u belirleyen temel ilkenin, yapılmaması gereken şeyin insanın değerini korumaya yönelik genel ilkelere uymamak olduğu söylenebilir.

 

Bu tür bir yargılama anlayışında genel ilkeler olarak insana verilen değer (değer bilgisi) rol oynamaktadır. Ancak değer bilgisi yeterince açık değilse, yani yargılanan kişilerin bütün eylemlerinde mutlak olarak böyle bir ilkeden hareket ediliyorsa ve yargılanan her bir kişinin her bir eyleminin diğerinden farklı olduğunun bilinci yoksa, değer bilgisi yargılanmanın sadece sözde kalmış bir ögesi durumuna düşer ve bu durumda yargıcın, baktığı eylemi ezbere değerlendirdiği, eyleme değer biçtiği, ya da o eylemi yargılamak için gerekli olan ama yeterli olmayan bir ögesine indirgediği söylenebilir. Çünkü adâletsizlikler karşısında kişilerin haklarını vermek, adâleti sağlamak, ancak ve ancak adaletsizlik durumlarının ve bu durumlar içindeki kişilerin yeterince tanınmış ve biliniyor olmasını şart koşar.

 

Üçüncü tür yargıçlık anlayışına gelince, burada yargıç kendisini insanın değerini bilerek yargıladığı kişiye/kişilere karşı sorumlu görür. Bu, içinde kişilerin ve bu kişilerin oluşturduğu o tek eylem durumunu doğru anlamayı istemeye atılmış bir adımdır. Bu yargıçlık anlayışı, yargılanan eylemin yapıldığı durumda, o koşullarda başka ne gibi eylem olanakları olduğunun/olabileceğinin bilinmesini gerektirir. Öyle ki yargıç, yargıladığı kişinin neden başka türlü eylemediğini, yapılabilir olanı neden yapmadığını anlayabilsin. Burada “suç”u belirleyen, yapılabilir olan ama yapılmayan/yapılamayandır. Yapılabilir olan, o ilişkide yüklenilmiş sorumluluğun o koşullarda gerektirdiklerinin yerine getirilmesine yol açacak nitelikte ise, demek ki yapılan eylem o koşullarda yapılmaması gereken bir eylem olacaktır.

 

Kısaca özetlenirse, üzerinde durulan birinci tür yargıçlık anlayışında “suç”, “yapılmaması gereken” doğrudan doğruya eylemin bir davranış kavramı altına sokulması (örneğin “yaralama” gibi…) ve genelleştirilmesiyle oluşur. İkinci tür yargıçlık anlayışında ise “suç”, “yapılmaması gereken” açısından, her durumda insanın değerini koruduğu söylenemeyecek genel ilkelerin ölçüt alınmasıyla oluşmaktadır denebilir.

 

Yargıçlık anlayışlarının burada ele alınan üçüncü türünde ise, “suç”un oluşumunda, doğrudan doğruya yargılama konusu olan eyleme yönelme söz konusu olmaktadır. “Yapılmaması gereken” için, eylemin o belirli ilişkide ve o belirli koşullar bütününde yapılabilir olanın yapılıp yapılmadığı bir ölçüt olarak alınmaktadır. Sadece o ilişkide, o durumda o eylemin yapılıp yapılmaması ve diğer yapma seçenekleri göz önünde bulundurulmaktadır.

 

Bilindiği gibi, yargıcın karar verme adımı, o durumu eylemiyle oluşturmuş kişinin “suçlu” olup olmadığının belirlenmesi adımıdır. Bu belirleme, ilk iki yargıçlık anlayışında bir akıl yürütmeye dayanmaktadır : Öyle ki, eylemi belirli koşullarda yapan gerçek kişi ve onun gerçek eylemi değildir söz konusu olan. Burada söz konusu olan, yüzü olmayan bir kişi (kavramı) ve onun yapmış olabileceğinin düşünüldüğü, kavramsal olarak içi boş olan davranışıdır. Örneğin “dayak atmak” gibi… Dikkat edilmelidir ki burada yargılanan, dayak atan kişi ve attığı gerçek dayak değil, genelde dayak atan kişi ve dayaktır. Yargıcın karşısında yüzü olmayan boş bir özne vardır.

 

Üçüncü tür yargıçlık anlayışında ise yargıcın, o eylemi yapan kişiden gelen çeşitli gerçek belirleyicilerin ışığında bir muhasebe yapması, yani o belirleyicilerin yeniden gözden geçirilmesi söz konusu olmaktadır.

YARGICIN TARAFSIZLIĞI NEDİR

Yargıçların ve yargılama işinin “tarafsız” olması istenir ve beklenir. Aslında bu istemde ya da beklentide ne istenmekte ve ne beklenmektedir?

 

Bu istem, bir yargıcın tutumunun belirleyicileriyle ilgilidir. Bir yargıcın tutumunun, yargıladığı olay veya durumda yer alan “taraf”lardan birisiyle olan özel ilgisi ya da ilişkisinin kararında etkili olmaması, bir başka deyişle o durumda yargıcın değer atfetmeye dayalı bir yargı vermemesi istemidir. Bu “özel ilgi” ve “özel ilişki” yaşarken çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilmektedir : Örneğin yargıçla “hemşehrilik” ilişkisi veya yargılanan kişinin yargıcın fakülteden sevdiği veya sevmediği “hocası” olması durumu vb…

 

Böyle bakıldığında “tarafsızlık”, yargıcın eyleminin oluşmasında bulunmaması gereken bir belirleyiciye dayandığı için, tarafsızlık istemi, yargılamanın pozitif koşullarına ilişkin bir şey söylememektedir. Yargılamanın pozitif denen koşulları, yargılamada değerlendirme ölçütü olarak karşımıza çıkar. Bunlar genellikle “tarafsız”olma konusundaki istemin “nesnel ölçütlere ya da normlara göre yapılması” istenir.

 

Ne var ki, nesnel ölçütler ve geçerli normlara göre yapılan yargılama, doğru yargıçlık yapmanın, yani belirli bir etik ilişkide bir eylemin yapılmaması gereken bir eylem, yapanın da suçlu olup olmadığına karar verebilmenin pozitif koşullarından biri değildir. Çünkü belirli bir ilişkide yapılanın, yapılmaması gereken olup olmadığını geçerli normlara göre belirleyen bir yargıç, o eyleme yalnızca son oluşturucusu olan davranışa bakarak ve ona doğru ya da yanlış bir ad takarak, o normlar açısından değer biçmiş olacaktır. Genel bir norm ölçüt olarak kullanıldığında ise, yargılama ezbere bir yargılama olur. Dolayısıyla “nesnel normlar”a göre yargılama genellikle sanıldığı gibi, doğru yargılamayı en azından tek başına sağlayamaz.4

 

İnsanlar yaşarken karşılarında mesleklerin taşıyıcıları olarak kişileri bulurlar. Kişiler o meslek için aldıkları eğitimle ve kişi olarak sahip oldukları özelliklerle o mesleği canlı kılarlar ve o mesleğin öyle bir meslek olmasını sağlarlar. Bu durum yargıçlık mesleği için de doğrudur. Buradan hareketle, yazının başında da söylendiği gibi, nasıl bir yargıç olunduğu, nasıl bir kişi olunduğuna bağlıdır.

 

Bugün sayıları daha çok bir toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanmadan artmış olan Hukuk Fakültelerinde verilen hukuk eğitiminin ve özel olarak da yargıçlık eğitiminin, titizlikle ve bilgisel temelli müfredatlar üzerinde veriliyor olduğunu kabul etsek bile, buna eklemlenmesi gereken bir eğitimin, kişi eğitiminin yani etik eğitimin eksikliğinin varlığını görmek ve bunun üzerinde düşünmek gerekmektedir.


1 “Adam” sözcüğü cinsiyet içermeyen nötr bir sözcüktür. Ama günümüzde feminizmin etkisiyle sözcüğe cinsiyet yüklenmiş, bir ayırımcılığa kapı aralayabileceği düşünülmeden, örneğin “bilim adamı” yerine “bilim insanı” ya da “bilim kadını” sözcükleri kullanılır olmuştur.

2 Bu yazı İoanna Kuçuradi’nin Etik kitabı temel alınarak yazılmıştır. Ayrıca genel olarak Etik ve bu bağlamda yargıç konusunda bkz. İoanna Kuçuradi, Etik.

3 Eylem ve davranış ayırımı için bkz. Kuçuradi, Etik.

4 Kuçuradi, Etik, s.149.

 

Prof. Dr. İsmail H. Demirdöven
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)