Ücretini ödemeyi unutan yolcu / Aydanur Saraç
Başka ücretini ödemeyen var mı?
Aslında biliyor kaptan, arkada dörtlü koltukların sol pencere tarafında oturan yolcu – yaklaşık on, on beş dakikadır! -göndermemişti parasını. Diğer yolcular ödeyerek koltuklarına geçmelerine rağmen o, arabaya binmiş sallanan bir dal gibi arkaya yönelmişti hemen. Kızarmış ve de ağrılı bir yüz ifadesiyle. -Ücretini dedim! Sanki yolcu inip gidecekti… -Duymuyordur! Kulaklıklarını takmayı unutmuştur belki de, dedim sessizce. Hayata başlamanın bin bir hali vardı. Ve karşınızdaki insanın yanında değilseniz asla bilemezdiniz onun hangi geceden vardığını sabaha. Ancak tahmin yürütme şansınız olabilirdi. Benimki şöyle; doğduğu evde geçen çocukluk rüyasıyla güne tam uyanacakken, birkaç gündür kesilmiş suyun -kapatmayı unuttuğu mutfak çeşmesinden- gelesi tutmuş ve de su salona kadar sızmıştır. Pekâlâ olabilir. Ya da kötü bir telefon haberiyle uyanmış olması da muhtemeldir elbette. Hayır, bir şey var onu pencerenin dışında bir hayata bırakan. Orada ama yok. Tüm içerdeki konuşmalara, kaptanın homurdanmalarına, radyodan gelen uzun ve de kasvetli şarkılara kapatmış kendini de, saati geldiğinde uyanacak sanki!. Ne enteresan olur böyle bir özelliğimizin olması. İstediğinde kendini aç kapa, aç kapa! Ama değil böyle de değil. Yanındaki hanıma bakıyorum, hani şöyle sezdirecek iki cümle kursun diye ama nerde, olaydan çok daha uzak, o da onun baktığı hayatın tam tersi yöne ayırmış gözlerini bakıyor. Elindeki cep telefonuna gelen o çok hoş, işveli- cilveli mesajlara dalmış gitmiş görünüyor. Nereden mi vardım bu sonuca? Değilse, bir insanı diğerinden uzaklaştıran başka ne olabilir ki? Çeliştiğimi düşünüyorsunuz biliyorum. Birkaç cümle yukarıda “asla bilemezsiniz” demiştim. Ama tahmin hakkımı kullanabilirim öyle değil mi? E, genç olunca ve de moda dergilerinden fırlamış ikoncanlar gibi geçince düşünsel sokağımın içinden – tabi tanrı başka dert tasa vermesin- sadece işi süslenmek olsun genç hanımın olsun da, bu kadarı da fazla. Kulağındaki çıstak çıstak şarkıdan, okuduğu her neyse onun verdiği şevkten yanında öldürseler birilerini umursamayacaktı. Cam kenarındaki hanım, ezik, ruhu perişan, olduğu yeri unutan biri değildi, eski ama temiz giyinmiş, taşradan geldiği çok uzun yıllar olmuş, kent hayatına alışmış ama sonradan kapanmış bir hanım gibiydi. Kaptan bir kez daha “başka var mı parasını ödemeyen” diye hafifçe yükselti sesini. Boşuna çabaydı bana kalırsa. Henüz kendi iç meselesinden sıyırıp içini, toparlanamayacaktı hanım. Sessizce, kaptana “duymuyor, sanırım yorgun, iki lirayı alın değmeyin belli ki içinde bir huzur yakalamış” dedim. Kaptan yüzüme uzun uzun baktı, “Peki!” Dedi. Peki! Neden yüzüme uzun uzun baktı ki şimdi bu adam. Neydi yüklemem gereken anlam. Takılmam gerekir miydi? Sanmıyorum. Ama biliyordum ki hayatımda ne zaman gayrı ihtiyari bir durum olsa kendi anlamıyla geliyordu. Artık hanımın nerde ineceği –nedensiz de olsa- çok ilgilendirmeye başlamıştı beni. Öyle gömülmüştü ki kendi yalnızlığına, bir kuş konsa o dala, incinecek diye saatlerce kalabilen bir yürek taşıyordu. Öyle olmalıydı. Dikmen Caddesi boyunca devam eden yolculuğumuz süresince öyle çok hikâyeler yazmıştım ki ona özel. En kötü senaryoda sürekli işe gönderilen bir temizlikçiydi kadın ve de kocası kazandığı parayı başka bir kadınla yiyordu. Hani vardır ya, vakur, kolu kırılsa da yeni içinde saklayan kadınlar. İçini sürekli başka güçlerle iyileştirdiğini gördüğünüz. Öyle işte. Olamaz mıydı? Pekâlâ olabilirdi. Polisevi, sonra, Yolağzı, Kuyubaşı Durağı, Bankalar… Derken yolcular inmeye başlıyor ve yenileri biniyordu dolmuşa. Hiç bir kıpırdama yok, hiç bir tepki yok. Kaskatı bir ölüyü taşıyoruz arka koltukta sanki. Elbette iki durak önce inmeli ve de evde olmalıydım. Ama hayır. Neden böyleydi? Bir şey yapabilme fırsatı yakalar mıydım? İçimi sevinçle doldurup eve dönebilir miydimin de hesabını yapıyorum elbette. Arabada süslü kız, arkadaki hanım, ben ve kaptan varız. İnsanlar bir sure birlikte yol alınca, o yabancılık kırılıyor artık. Ve hatta yeni yolcuların yanında kıdemli bir tarafınız da oluyor. Dolmuş, Keklikpınarı’na doğru yönelmek üzere iken soldaki büyük marketin tam karşı paralelinde bir yolcu daha alıyoruz. Dikmen Pazarı’na varınca, yeni bir yolcu daha durduruyor dolmuşu. Ve ondan sonra Atatürk Sitesi’ne kadar da yolcu almıyoruz ancak bir önceki yolcu ileride –Park Evleri’nde- inmek istediğini belirtince kaptan yolcuyu indiriyor ve çalan telefonunu açmak için sağ taraftaki para kutusuna doğru bir hamle yapıyor. Şaşırmak bir insanı bu kadar mı değiştirir. Bu kadar mı yumuşatır yüzündeki öfkeyi. Adam, değnekçi olduğunu düşündüğüm, kişinin sorularına bu haliyle yanıt veriyordu. Hemen arka koltukta oturduğumdan çok az da olsa şunları duyabiliyordum. -Arabada orta yaşlar da bir kadın var mı, şu şu kıyafetler var üzerinde. - Esmer, ince orta boylarda, zayıf, ve de kol çantası yok. -Kadın unutma hastalığına mı tutulmuş ne.! * -Evet ağabey, arka koltukda o tariflere uygun biri oturuyor, dedikten sonra biraz daha konuşup, tamam, sorun değil, dönerim, deyip telefonu kapatıyor. -Allah Allah ne hastalıklar var yahu, kim olduğunu da bilmiyormuş. Uğrun uğrun oğlu arayıp durmuş bu zamana kadar. -Oysa bir çörek alıp döneceklermiş. Oysa bir çörek! Arabayı sola çekip durdu. Yerinden kalkıp arkaya doğru yöneldi. Arkadaki genç hanım da ineceği durağı çoktan geçtiğini ancak bu şekilde fark etmiş oldu. Kulaklıklarını çıkardı, cep telefonunu kapattı ve yüzümüzde bir süre öylece kaldı. Ama kaptanın ilgilendiği cam kenarındaki hanımdı elbette. Yaklaştı. Döndü, bana baktı. “Siz bakın lütfen “dedi. Kızılay’dan itibaren hangi öykünün parçası olduğunu merak ettiğim bu hanıma bakmam istenmişti. Öyleyse bakmalıydım. Hanımı cam kenarından aynı sıradaki koltukların üzerine uzattık, başına koymak için yastık aradık ama genç kız ondan beklenmeyecek bir yüreklilikle “benim dizlerime koyabilirsiniz başını, alışkınım ben” dedi. Yolculuğumuz boyunca ilk defa biri ile ilgileniyordu. Yüzü asıldı, ağlamaklı ses tonuyla, “aaaa hayır ya! Karşı apartmanın zemin katında oturan duacı teyze bu” dedi. Duacı Teyze. Belli ki başı-dişi ağrıyanlar onu biliyordu. Emin misin? diye sorduk kaptanla aynı anda. O emindi durumdan. Peki, bir hastaneye gitmemiz gerekmez miydi? ama oğlu olmadan olmazdı. “Duacı teyzenin” esmerliği açılmaya başlamıştı, elinde tuttuğu parası; o kıvrandıkça nemlenmiş, küçülmüştü, çenesinde büyüyen çiçekli gamzesi – kuşkusuz çocukken yapılmış dövmeydi bu- veda sözleri gibi son cümlesini söylemişti. Ama insan neyle karşılaşacağını bilemiyordu elbette. Her şeye hazır olunamıyordu. Tüm gerçekler özellikle hüzüne gelip dayanan gerçekler, sadece ve sadece o anın adını alıyordu. Sessizliğin, dalıp gitmenin, umursamaz gibi davranmış olmanın, bir anlamı vardı, Ne garip! Nasıl ağır bir yükle baş başa kalacağımızı, kaptan kalan tek yolcuyu da Atatürk Sitesi’nin önünde bırakıp Güvenpark’a geri döndüğümüzde fark edecektik. Kim bilebilir ki, düşünsel zenginliğinizin yarattığı oyun, uğramadığınız bir yol da zaman kaybettirecek ve bir sabah alınan nefes sonsuz bir evrene karışacak. Oğul –annesinin kısa bir sure önce karın bölgesinde başlayan ağrısına ilişkin özel tıp merkezinde muayenesini ettirmiş eve gitmek üzere oradan ayrılmışlardı- annesi haşhaşlı çöreği çok severmiş, almak için elinden tutup onu da götürmüş ancak cebinden para çıkarmaya çalışırken bir saniyelik ilgi kaybı ile hanım, bizim olduğumuz arabaya binmişti. Ama bunların hiç birini bilinçli olarak yapmamıştı. Ve tek ve de kıymetli bir oğlu olduğunu da unutmuştu kuşkusuz… Biz varmadan ambülâns çağrılmıştı zaten, ölüm saati ve tarihi yazıldı sonra. Genç hanım da hanımın oğluna eşlik edip birlikte gittiler. Öyle ya! O ölümlere alışkındı ve birini daha alıştırmaya çalışmak yormayacaktı onu. Aydanur Saraç Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR