Sosyoloji, bir bilim dalı olarak geçen yüzyıldan bu yana Avrupa’da görülmeye ve Batı düşüncesi içinde bugünkü yerini almaya başlamıştır. Yurdumuz Üniversitelerinde ise Ziya Gökalp’in çabalarıyla, daha XX. yüzyılın ilk yıllarında bağımsız bir ders konusu olarak programlara konulmuştur. Öbür Batı bilimleriyle karşılaştırıldığı zaman sosyolojinin Türkiye'ye büyük bir gecikme olmadan girdiğini rahatça söyleyebiliriz.

Sosyoloji, 1789 Fransız Devriminden sonra Batı’da başlayan çok yönlü bir toplumsal gelişmenin ürünüdür. Bu gelişmeler, Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkisi altına almakta gecikmemiştir. Bu açıdan sosyolojinin büyük bir gecikmeye uğramadan yurdumuza gelişini açıklamada önemli bir zorluk bulunmamaktadır.

Türkiye’de önceleri çeşitli konularda Avrupa’nın değişik ülkeleriyle işbirliği imkanlarım aramak biçiminde başlayan Batıcılaşma akımı, kısa süre içinde bizlerin de Batılılar gibi düşünmemiz ve yaşamamızla ancak İmparatorluğun kurtarılabileceği görüş ve inancına dönüşmüştür. Bunun sonucu Batı düşünce öğe ve dalları Türkiye’ye ithal edilmeye başlanmıştır. Bu arada sosyoloji de yurdumuza girmiştir. Böylece teknik alanlarda başlayan Batı bilim ve düşüncesinin Türkiye’ de kökleşmesi toplum bilimleriyle de bütünleşmiştir.

Bu yüzden sosyolojinin Batı’da da çok yeni bir bilim olması nedeniyle, daha ilk günlerinden sosyolojinin bütün gelişmelerini yakından izleyebilmemiz mümkün olmuştur. Çok kısa bir süre içinde sözgelişi Durkheim sosyolojisi en geniş biçimiyle yurdumuzda tanınabiliyordu. Sosyoloji ile ilgili çeşitli konu ve sorunlar tartışılıyordu. Ayrıca Türkiye'de henüz Batı sistemleri dışında bir sosyoloji geleneği doğmadan, Batı düşüncesinin üstünlüğü tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Sonuçta yurdumuzda sosyoloji, Batı’daki gelişmelere yakından bağlı kalmış ve bu gelişmelerle sınırlanmıştır.

Öbür toplum bilimlerimizde durum daha farklıdır. Batıcılaşma dönemi ile birlikte Batı tarih anlayışı Üniversitelerimiz ve düşünürlerimiz arasında ne denli yaygınlaşırsa yaygınlaşsın yine de geride güçlü bir Osmanlı tarih geleneği ve bu geleneğin belirlediği konu ve yöntemler bulunuyordu. Böylelikle Batı anlayışının bütün baskılarına karşılık Türk tarihçiliği günümüze kadar kişiliğini korumasını bilmiştir. Aynı şeyi sözgelişi edebiyatımız için de söyleyebiliriz.

Hemen belirtelim, sosyoloji için durumun daha değişik olması, Batı sosyolojisinin yurdumuza gelişinden önce Türklerin sosyolojinin kendisine konu aldığı olaylarla hiç ilgilenmediği sonucunu çıkarmamıza izin vermez. Ancak sosyoloji, daha kuruluşunda kendisinden önce yapılmış bütün çalışmaları inkar ve mahkum etmekle başlamıştır. Yurdumuzda da bu görüşün benimsenmiş olması sosyolojimizin Türk düşünce geleneği ile ilişki kurmasını engellemiş, Batı’da sosyolojinin gelişmelerini izlemekten başka bir yol bırakmamıştır.

Sosyolojinin Batı'da doğuş ve yurdumuza giriş koşullan, Türkiye’deki sosyoloji çalışmalarını yakından kayıtlamıştır. En azından çıkış noktasında Batı düşüncesinin bir ürünü olan sosyoloji, önce kendisinin Türkiye'ye ithalini doğrulayabilmek için öncelikle Batı'nın üstünlüğünü ve Türkiye’nin kurtuluşu için Batılılaşmanın şart olduğunu savunmaya koşulmuştur. Öyle ki Cumhuriyet ile başlayan dönem hem Batılılaşmamızın gerekliliği ve kaçınılmazlığının bir kanıtı ve hem de bu yöndeki başarı ve eksikliklerimizin bir ölçüsü olarak tanıtılmıştır. Türkiye’de sosyoloji, bugün de bu çabasının dışına çıkabilmiş değildir. Başka ve değişik kavramlar kullanmasına karşılık uygarlıkta ya da ekonomide Batı’ya göre geri kaldığımız ve Batı’ya nasıl yetişmemiz gerektiği konularım işlemektedir. Bir yerde sosyolojinin Batı’dan hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan yurdumuza aktarılışının doğrulanması olan bu çabanın yanında, sosyoloji çalışmaları olarak ancak çeşitli el ve ders kitaplarına ya da Batı sosyoloji kavram ve kalıplarının Türk toplumuna yakıştırılması zorlamalarına tanık olmaktayız.

Baykan Sezer

Sosyoloji, görüldüğü gibi Türkiye'de önce Batı düşüncesinin ulaştığı yeni çözüm ve sonuçları bizlere tanıtmayı ve Batı'nın, Batı düşüncesinin üstünlüğünü savunmayı üstlenmiştir. Bu nedenle biz Türkiye’de sosyolojinin konusunun ne olduğu ya da ne olması gerektiği sorununu tartışmadan önce, sosyolojinin ne olduğu ve tanımı üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar görüyoruz.

Sosyoloji için çeşitli tanımlar ileri sürülmüştür. Biz konunun bütünü içinde daha iyi kavranabilmesi için en basit tanımdan yola çıkacağız. Sosyolojiyi toplumların ve/ veya toplum içindeki olayların incelenmesi olarak tanımlayacağız. Bu tanıma göre Türkiye’de sosyoloji araştırma ve çalışmalarından ilk bekleyeceğimiz, Türk toplumunun ve Türk toplumunda görülen olayların incelenmesi olmaktadır.

Daha bu ilk adımda karşımıza aydınlatılması gerekli bazı konular çıkmaktadır. Türk toplumu genel toplum kavramlarının ve yasalarının karşımıza çıkan özel bir biçimi midir? Yoksa Türk toplumu kendine özgü birtakım özellikleri olan, anlaşılabilmesi için ayrıca bir inceleme gerektiren farklı bir gerçek midir?

Bu sorulara doğru yanıt verebilmemiz konusunda, sosyoloji bilgilerinden umulan yararları bilmek bize yardımcı olabilir.

Sosyoloji, bizlere yalnızca toplumu ve toplum olaylarını tanımamız ve tanımlamamız konusunda yararlı olmaktadır. Sosyolojinin görevi toplumu ve toplum içindeki olayları saptamak, tanımlamakla başlar ve bu işlemle sınıflanır. Bu işlemde sosyolojinin katkısı, getirdiği yeni kuram ve yöntemlerle toplum olaylarının daha yakından ve daha mükemmel biçimde tanınabilmesine yardımcı olmaktır. Sosyolojinin geliştirdiği yeni kuram ve yöntemlerle, çeşitli olaylar arasında var olduklarını önceden sezemediğimiz ilişkileri kavrayabilmemiz ve sonuçta da toplum ve toplum olaylarını daha iyi tanımamız sağlanmaktadır.

Bu durumda Türk sosyolojisinin önünde birkaç yol bulunmaktadır. Ya Batı sosyolojisinin getirdiği tanım ve açıklamalar evrenseldir. Bu nedenle de bu tanımları yurdumuza aktararak ve olaylar arasında Batı sosyolojisinin kurmuş olduğu ilişkileri bizde de geçerli sayarak Türkiye gerçeklerini tanıyabilmemiz mümkün olacaktır. Ya da Batı sosyolojisinin yalnızca yöntem ve genel kuramları evrenseldir. Her ülke kendi özellikleri içinde ele alınması gerekli bir konudur. Bu durumda genel açıklayıcı yeni kuramlar geliştirmeye gerek kalmadan Türkiye’nin bu özelliklerini tanıtan bilgileri, Batı sosyolojisinin ışığı altında toplamakla istenilen sonuca ulaşılabilecektir. Bir başka olasılık da Türkiye'nin kendisine özgü sorunları olması ve bu sorunların çözümlenmesinin yeni ve özel yöntem ve açıklamalar gerektirdiğidir.

Sosyolojinin görev ve yararları ile ilgili bir başka görüşe göre ise sosyoloji olayların doğru saptanmasıyla yetinmez; sorunlara geçerli çözümler önermekle de yükümlüdür. Toplumların daha iyi tanınması, toplum ilişkilerinin doğru olarak öğrenilmesi sorunların bilinmesi ve tanınmasına yardımcı olduğu için önemlidir. Önerilecek çözümlerin toplumda umulan sonuçları vermesi, ancak toplumların daha iyi tanınmasıyla mümkündür.

Bu durumda da karşımıza birkaç farklı anlayış çıkmaktadır. Toplumların bugün içinde bulundukları sorunlar evrenseldir. Bu nedenle de sosyolojinin önerdiği çözümler, bütün günümüz toplumları için geçerlidir. Batı sosyolojisinin önerdiği çözümleri yurdumuzda uygulamaya girişmemiz için bir engel bulunmadığı gibi başka bir çıkar yol da yoktur. Bu açıdan önerilen çözümlerle ilgili herhangi bir eleştiri ya da düzeltmenin bütün toplumları kapsaması ve onlar için de geçerli olması gerekmektedir.

Baykan Sezer

Bir başka anlayışa göre ise toplumlar arasında farklılıklar ve ayrılıklar bulunabilir. Ancak sosyolojinin getirdiği çözümler bu farklılıkları aşabilecek niteliktedir. Bu nedenle içinde bulunan koşullara bakılmaksızın önerilen çözümlerin benimsenip iyi uygulanması sonucunda bugün önemli gözükebilen farklar aşılabileceği gibi karşılaşılan ya da karşılaşılması olası sorunlar da sağlıklı bir çözüme böylelikle kavuşmuş olacaktır.

Üçüncü bir anlayış ise toplumlar ve toplumların karşılaştığı sorunlar arasında farklılıklar bulunduğu gibi bu sorunların gerektirdiği çözümlerin de birbirlerinden farklı olacağını savunmaktadır. Bu yüzden her toplum, kendisini tanımak ve sorunlarına çözüm bulabilmek için ayrı bir yol izlemek zorundadır.

Bu kısa açıklamadan da anlaşılabileceği gibi Türkiye’de sosyolojinin ilk ve ana sorunu, önce Batı sosyolojisi ile ilişkilerini iyi belirleyebilmesi ve Türk toplumunun ve gerçeklerinin aydınlanmasında takınılması gerekli tutumun ne olduğunu saptayabilmesidir.

Sosyoloji, daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye'ye Batı'nın ve Batı düşüncesinin üstünlüğüne yurdumuzda bazı çevrelerde belirmeye başlayan bir inancın sonucu olarak girmiştir. Bununla da yetinilmemiş, kurtuluş umudunun Batı uygarlığına kayıtsız katılmamız olduğu ileri sürülmüştür.

Türkiye'nin Batı'nın üstünlüğünü kabullendiği yıllar, Batı’nın dünya üzerinde tartışmasız bir egemenlik kurduğu yıllara rastlar. Bu yıllarda Batı elinde tuttuğu büyük güçle dünyanın geleceğini bundan böyle ancak kendisinin çizebileceğine inanmaktadır. Yeryüzünde görülebilecek dengesizlikler, Batı'nın dünya üzerindeki yayılışının tamamlanmamış olması ya da Batı'nın kendi bünyesinde bulunan çelişkiler ile açıklanmaktadır. Birinci durumda Batı'nın dünya üzerinde yayılışının tamamlanmasıyla dengesizliklere bir son verilecektir. Bu dönemde Batı, kendi yayılışı ile uygarlığın yayılışını bir tutmakta ve Afrika’daki, Asya’daki varlığım sömürgelerine uygarlık taşımak olarak açıklamaktadır. İkinci durumda ise Batı bünyesinde bulunan çelişkilerin çözümünü yine Batı kendi bünyesinde taşımaktadır. Bu nedenle dünyanın geleceği ve bu arada bütün birbirine benzer ya da farklı dünya toplumlarının izleyeceği yol, Batı’nın kendi içinde ve Batı siyasetinin dünya üzerinde göstereceği gelişmelere yakından bağlı kalacaktır.

Bütün bu görüşler, Batı'nın belli bir dönemde dünya üzerindeki yer ve önemini yansıtmaktadır. Ancak bu görüşleri mutlak gerçeklerin dile gelişi saymak en azından tartışma götürür. Bu görüşlere dayalı bir sosyolojinin her şeyden önce Batı’nın üstünlüğünü kanıtlayabilmesi gerekmektedir. Batı üstünlüğünün belli tarihi koşulların ürünü siyasi bir üstünlük olduğunu kanıtlamak da yeterli değildir. Bu tarihi koşulların değişmezliğini, gelecek dönemlerde de geçerliliğini göstermek gerekmektedir. Ya da bu üstünlüğün tarihi koşullardan bağımsız Batı'nın kendi bünyesinden kaynaklandığını ortaya çıkarmak gerekir. O zaman da tarihi koşullardan bağımsız Batı bünyesinin nasıl gerçekleştiği sorusu akla gelmektedir. Üstelik Batı üstünlüğünün saptanması da sorunu çözümlemez. Batı'nın üstünlüğü sonucu yurdumuzda karşılaşılan sorunların çözümünün Batı'ya benzemekte olduğunun gösterilmesi gerekir. Üstünlük dağılımında yeni bir dengenin kurulması da sorunun bir çözümü olabilir. Yeni bir aşamada kendi kişiliğimizi koruyarak üstünlük eşitsizliğini aşabiliriz. Bu nedenle de tek çözümün Batı üstünlüğünün mutlak olduğu inancını paylaşmak olduğu görüşünü tartışmadan benimsemek güçtür.

Batı üstünlüğünün mutlak olduğu görüşünün benimsenmesiyle de sorunlar bitmemektedir. Ya toplumumuz Batı ile aynı gelişme çizgisi üzerinde bulunmaktadır. Batı’nın üstünlüğü aynı gelişme çizgisi üzerinde bizden ileride bulunmasından kaynaklanmaktadır. Batılılaşmamız, bu durumda kendi gelişme çizgimizde hızlanıp Batı’yı yakalamak olmaktadır. Bu nedenle Batılılaşmak yurdumuzda herhangi bir sorun doğurmayacaktır. Ancak aynı gelişme çizgisini izleyen çeşitli toplumlar arasında bulunan farklılıkları açıklamak gerekmektedir. Aynı gelişme çizgisi üzerinde Batı ilerlerken biz niçin ve nasıl geride kalmışız? Ve yine aynı gelişme çizgisi üzerinde Batı'ya nasıl yetişebileceğiz? Bütün bunlar sorulması gerekli sorulardır.

Ya da Batı'dan ayrı bir gelişme çizgisi izliyoruz. Batı, başka bir geliş. me çizgisi üzerinde bulunduğu için bugünkü üstünlüğünü elde etmişti; Batılılaşmak isterken kendi gelişme çizgimizden değişik bir gelişme çizgisine nasıl geçebileceğiz? Gelişme çizgileri tarihi birikim ve koşulların ürünü olduğuna göre bir temelden yoksun olarak bu çizgiyi nasıl sürdürebileceğiz?

Bütün bu sorulara karşılık bulabilmek için her şeyden önce Türk toplumunu Batı ile karşılaştırmamız gerekmektedir. Böyle bir karşılaştırmayı yapabilmek için Türk toplumunu ve Batı’yı doğru ve en geniş bir biçimde tanımak zorunluluğu bulunmaktadır. Batı toplumları üzerine gerekli bilgiyi Batı sosyolojisi bize vermektedir. Ancak kendi toplumumuz için bu bilgileri nereden ve nasıl bulacağız?

Bu konuda da çoğu kez Batı sosyolojisine başvurulduğunu görüyoruz. Bundan çıkarılabilecek anlam, toplumumuzun Batı toplumlarının bir benzeri olduğudur. Arada ancak ölçü ve nicelik farkları bulunmaktadır. Bu durumda Türkiye’de sosyolojinin yerini ve gereğini kuşkuyla karşılamamız gerekmektedir.

Eğer Türk toplumunun Batı toplumlarından nicelik farklarından öteye karşımıza nitelik farkları da çıkaracak özellikleri bulunuyorsa Batı sosyolojisinin bize öğretebileceklerini tartışmamız kaçınılmazdır. Batı sosyolojisi ancak Batı’ya benzemeyen yönlerimizin saptanmasında, toplumumuzun Batı’ya benzer ve benzemediğinin ölçülmesinde yararlı olabilir. Batı mutlak ölçü sayılmadığı sürece bu yararın önemi de çok sınırlı kalır.

Türk toplumu ve gerçeği, bizim için yakından ilgilenilmesi gereken bir konudur. Türk toplumu ve gerçeğinin bütün özellik ve ayrıntılarını bilmek zorundayız. Bu konuda bize yardımcı olacak olan da sosyolojidir. Ancak bugün yurdumuzda Batı sosyolojisini adım adım izlemiş ve kendi geleneğinden yoksun bir sosyoloji ile karşılaşıyoruz. Sosyolojimizin bugüne değin ortaya atmış olduğu görüşlerin en azından bir sınanması gerekmektedir. Bu görüşler görüldüğü gibi birkaç noktada düğümlenmektedir. Bu kısır döngüden kurtulabilmek ancak bu görüşlerin gerçek önünde sınanmasıyla mümkün olacaktır.

Türkiye'de sosyoloji, sorunlarını ortaya koyarken aynı zamanda kendi gelenek ve yöntemlerini de kurmak zorundadır. Ancak o zaman gerçekten Türk toplumuna ışık tutabilir. Yöntem, gerçeklerin anlaşılması amacıyla izlenmesi gerekli yoldan başka bir şey değildir. Karşımıza çıkan sorunları göre biçimlenecektir. Yöntemin gerçeklere değil de gerçeklerin yönteme uyacağını sanmak mümkün değildir.

Türk sosyolojisi, sorunları bütünlükleri içinde ele almak ve böylece olayların gerçek anlamlarını su yüzüne çıkarmakla da yükümlüdür. Bu nedenle görevleri arasında yeni açıklayıcı kuramlar geliştirmek de bulunmaktadır. Sosyolojimizin gerçekleştireceği çeşitli bulgular ancak genel kuramlar aracılığıyla doğru bir yoruma kavuşturulabilecektir.

Türkiye, yeryüzünde bütün ilişkilerden soyutlanmış Robinson Crusoe adası örneği bir ülke değildir. Genel dünya koşullarının ve içinde bulunduğu dış ilişkilerin anlaşılmasında Batı sosyolojisi ile yararlı alışverişi olacaktır. Fakat bu durum, Türk sosyolojisinin kendi varlığından vazgeçmesi ve karşılaşılacak bütün sorulara Batı sosyolojisi içinde yanıt aram için yeterli bir neden değildir. Türk gerçeğinin Batı'dan aktarılmış hazır kalıplara direnci, yurdumuzda sosyolojinin kendi araç ve gereçlerini geliştirmesini zorunlu kılmaktadır.

(1)Türkiye’nin ana sorunu Batı ile ilişkilerini iyi belirleyebilmek olduğu gibi, Türk sosyolojisinin sorunu da Batı sosyolojisi ile olan ilişkilerini iyi belirleyebilmektir.

Prof. Dr. Baykan Sezer
(Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, Doğu Kitabevi, İkinci baskı, Ekim 2020. s.7-14)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)