Sait Halim Paşa şöyle diyordu: "II. Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı, yine kendi çağdaşları bir Sultan Hamid'in meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdi."(1)

Yine Sait Halim Paşa'ya göre, Meşrutiyetin, toplumun sosyal determinizm kanunlarına tabi olması şarttır. Bir milletin siyasi şekli ve faaliyeti ancak ve ancak tarihi ile, mazisi ile, tabi olduğu sosyal ve siyasi usullerle ortaya çıkar. Benzer görüşlere, Türkiye'de, Doğucu-İslamcı akımın başlıca temsilcilerinde rastlanabilir (M. Akif bunlar arasındadır).  Bu akım, son yüz yıl içinde Osmanlı Toplumuna yön vererek onu kurtarmak amacında olan iki ana akımdan biridir.

Diğeri Batıcı-laik akımdır. Bu sonuncu akım tarihi gelişme içinde, İslamcı akımın sözde ve devamlı anti-tezidir. Batıcı akımın önemli yanı, gerçek bir tezin çıkmasını önleyen bir akım olarak gözükme- sindedir. Gerek Doğucu-İslamcı ve gerekse Batıcı-laik akımın alt grupları da vardır (Türkçülük, vs. gibi). Türkiye'de halen her iki akım da birbirine karşıt düşmüş bir halde yaşamaktadır.

Bunlar arasındaki kavga ya da sürtüşme hem Osmanlıların son döneminde ve hem de Cumhuriyet döneminde halk için bir kurtuluş yolu getirememiştir. Bununla beraber, Sait Halim Paşa, Mehmet Akif gibi İslamcılar kendilerine ilerici denen Batılaşma yolunu seçenlere (Tanzimatçılara, Yeni Osmanlılara ve Jön Türklere, C.H.P.'ye vs. ye) göre daha tutarlı görünüyorlar. Ve bu bakımdan saygıdeğerdirler.

Batıcı-laiklerin, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde iktidarda iken yaptıklarına, getirmeye çalıştıkları kurumlara bakarsak şunları görüyoruz: Batıcılar, batılaşalım derken Batı'nın özellikle askeri, siyasi, eğitim ve bazı kültür kurumlarını aktarma yoluna gitmişler, bu arada laikliği bir kurtuluş ilkesi olarak görmüşlerdir. Batının çok uzun süren tarihi bir gelişim ile ancak vardığı kapitalist düzen gibi bir düzenin yaratılmasının iç ve dış olanağının kalmadığı bir ülkede, Jön Türklerin istedikleri gibi burjuvalar yaratılamayacaktı. Batı'nın ekonomik yapısına has, onun giderek ortaya çıkardığı kurumları taklit etme yoluna girilebilirdi ancak.

Böylece batılı anlamda bir "Civil Toplum" kurulabilir sanıldı!

Oysa bu yönden batılaşma, yabancı bir sosyal sistemin, giderek emperyalist olacak kapitalizmin ekonomik tabanı üzerindeki ideolojisine, onun çıkarlarına uygun bir ortam yaratabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Kapitalizm kendisine açık bu ortamdan kolaylıkla yararlandı. Kapitalizm çıkarları için kendine has yoldan Türkiye'ye rahatça girdi.

İslamcılar ise, islam kurumlarını yaşatmak ve batının üstün tekniğini ekonomik hayata uygulamak isterlerken, batılaşma hareketini "taklitçi", "kopyacı" olarak niteliyorlardı. İslamcı denen akım, dini kılığına rağmen, bazı sınıfları, daha doğrusu bazı üretim gücü sahiplerinin ideolojisini biçimlendiriyordu.

Fakat ilerde göstereceğimiz gibi, bu akımla bir doktrin çerçevesine sığdırılmak istenen geniş kitleler olacaktı ve bunlara dayanarak, onlardan yararlanarak iktidara gelenler de olacaktı! Batı'da devletin sınıfsal yapısı açıkça görülebilir. Oysa, tarihi oluşum içinde sınıfsal yapısı açıkça görülemeyen bir devlette, batıcı-laik grup, ortaya çıkan anarşik ortamda iktidara konabilen bürokratlardı. Osmanlı koşulları altında gelişen bu bürokratlar, bir sınıf olamıyordu. Ellerine geçirdikleri artık ürünü tekrar üretime yatırarak bu yoldan bir artık ürün elde edebilecek sınıfa dönüşemiyorlardı. Belki içlerinden tekil olarak bazıları bunu yapıyordu. Fakat grup olarak hayır. Üretim aracı gücü sahibi olmadan ve giderek bu sahipliği sağlamlaştırıcı ve üretim güçlerini geliştirici üst yapı kurumları ortaya çıkmadan artık ürünün bir kısmını devamlı alabilmenin olanağı yoktu. Bu ilişkilerle batıcılar grubu, aydın kesimini temsil eder görünseler de, halkla, hiç değilse bazı sınıflarla tamamlaşan organik bir bağlantı kuramayacaklardı. Ve gerçekte çoklukla halka karşı düşebileceklerdi. İşte bu batıcı grup, zaman zaman ele geçirdikleri iktidarda olsunlar, muhalefette olsunlar, batıdaki kategorik tarihi gelişme modeline ters düşen bir yönde yürümek zorunluluğu içinde batılaşmaya çalışmıştır. Batıcı akımın bu özelliklerini, batı açısından bakarak değerlendirdiğimizde, onda batının çıkarlarına aracı olmak durumuna düşmüş bir akım niteliğini buluruz. Batı gelişmesi içinde sözde bir akımdır bu. Fakat Türkiye'ye has özellikleri, sebepleri elbette vardır. Osmanlı ve Türkiye tarihine has bir anlamda bürokrat olarak kabul edeceğimiz bu grup, üretim güçlerinin daha süratli gelişimini engellemiştir. Hatta bazı dönemlerde (özellikle Tanzimat'ta) açıkça, üretim güçlerinin azalmasına, hatta tasfiyesine dahi sebep olmuştur.

Batıcı akım bu yoldan:

a) Hem doğucu-İslamcı, hatta halkçı diyebileceğimiz akım içinden gerçek bir sınıf hareketinin doğmasını engellemiştir. Ve bununla:

b) Hem de mevcut düzenin temelden reddi (negation) ne gidebilecek bir oluşumun gelişmesini devamlı olarak engellemiştir. Bu tarihi bir misyondur. Kanıma göre, Türkiye'deki sınıf meselelerinin anlaşılmasında anahtar bu noktadadır.

Çünkü bu iki aklinin (batıcı-medeniyetçi-laiklik ile doğucu-İslamcılık) çekişmesi kaçınılmaz olarak tali ve daha çok ideolojik kurumlar üzerinde süregelmiştir. İşte bu tali çekişmeler zaman zaman son derece şiddetli de olmuştur. Temel çelişkinin belirlenmesini ve çözümünü günümüze kadar engelleye gelmiştir. İşte bu engellemedir ki, ister istemez sonunda, kapitalizmin Türkiye'de çıkar sağlamasını kolaylaştırmıştır. Hatta yine, bu tali kavga ile başarılan engelleme, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı'na rağmen, Türkiye'nin, kapitalizmin kıskacına tekrar girmesinde rol oynamıştır.

Diyeceğim ki, Türkiye kapitalist olmadan Batılaşamaz. Ve dolayısıyla, Batıcıların istediği gibi laik de olamaz. Gerçekte Batıdaki gibi kapitalist (Japonya dahil) bir ülke olamadığı sürece ' (ki bunun olanakları artık tarihi olarak yoktur), diyeceğiz ki: Bugün anayasası, adalet mekanizması, laiklik ilkesi NATO'su ve ikili anlaşmalarıyla olsa da; Osmanlıların son döneminde ve Meşrutiyet'te olduğu gibi halifelikle olsa da(2) bugün mevcut düzenin ekonomik temelinin çok farklı olacağı düşünülemez. Ve buna bağlı olarak büyük halk yığınlarının kaderi de köklü biçimde değişemez. Çünkü, hilafet gibi, laiklik de siyasi, hukuki, askeri ve eğitim kurumları da sebep olmaktan daha çok sonuçturlar.

Fakat bu, onların ayrıca temele etki yapabilecek derecede sebep olmalarına engel değildir. Bazı hallerde bu etki çok önemli de olabilir. Nitekim, onların bu etkileri, Osmanlıların son yüzyılı içinde ve Cumhuriyet döneminde, yukarıda değinildiği gibi temel çelişkinin ortaya çıkmasını ve belirlenmesini engelleyici rol oynamışlardır. Ancak, bu rolün, Osmanlılarda ve Cumhuriyette önem kazanmasını, ekonomik gelişmeyi engelleyici olmasını, iki hûsusa dikkat edince, kolayca anlayabiliriz.

Bu engelleyici rol:

a) Batı kapitalizminin bu rolü destekleyici koşulları altında oynanabilmiştir

b) Açıkça bir sınıfsal yapı göstermeyen ve esas olarak içsel sebeplerle anarşiye düşüldüğü zaman, adeta havada asılı gibi duran devletin, batıcı-laik bürokratlar tarafından ele geçirilebilmesinde (kapılmasında) ve kullanılmasında oynanabilmiştir(3).

Sözü edilen siyasi, hukuki, askeri, dini vs. kurumların temele karşıt etkisine rağmen daha çok temele bağlı birer sonuç oldukları kabul edilecektir.

İşte aşağıda, önce, özet olarak bu daha çok sonuç oluşun nedenlerinin açıklanması gerekiyor. Ancak bu açıklamadan sonradır ki konumuz, Batılaşma akımının yeni kılığı ile ortanın solu adı altında 1965'te ortaya çıkan biçimine gelecektir.

BATIDA KAPİTALİST KURUMLARIN ORTAYA ÇIKIŞI

Osmanlılar Batının üstünlüğünü daha 16.yy'ın ikinci yarısından itibaren görmeye başlamıştı. Daha sonra ona karşı çıkabilme çaresini Batının bazı kurumlarını almaya heves etmekte aramışlardı. Bu kurumlar, askeri, siyasi, hukuki ve eğitime ait olmak üzere, zaman içinde gelişen kapitalizm denilen sosyal sisteme has idiler. Bunların ortaya çıkması, güçlenmesi, değişmesi, sermaye mallarına sahip kapitalist sınıfın ortaya çıkışma, güçlenmesine bağlıydı.

idris küçükömer

16. ve 17. Yüzyıllar, kapitalizmin merkantilist denilen aşamasında önemli bir dönemdir. Bu dönemde burjuvazi, tarihi arenada gittikçe güçlenen, daha doğrusu biriken sermayenin sahibi bir sınıf olarak görünüyordu. İşte bu sınıf, sermaye birikimi ile ortaçağ feodalite düzeninde gedikler açarak onun kapitalizme dönüşmesine yol açmıştı. Feodalite düzeni içinde daha önce ortaya çıkan burjuvalar, ülkelerarası ticaretle birlikte (lonca sistemi yanında) sınai imalatı da geliştirerek sermaye birikimini artırmaya başlamışlardı. Bu daha çok ticaret sermayesi ve tefeci sermayesi idi. Fakat bu birikimin kapitalist nitelikte bir birikim olabilmesi ve daha büyük ölçüde devamı, feodalite düzenine ait kurumlar yüzünden köstekleniyordu.

Peki, kapitalist gelişme, feodalite kurumları ile neden uyuşmuyordu? Bilindiği üzere, her düzende üretim yapılmaktadır. Üretim belli bir teknolojik seviyede üretim araçlarının (toprak, ilkel madde, alet, makine gibi) emek tarafından kullanılmasıyla yapılır. Emeğin ve bu araçların tümüne, mevcut teknolojik seviye ile birlikte üretim güçleri denilir. Belli teknolojik seviye üzerinden yapılan üretimde, bu araçlarla insanlar arasında insan davranışım etkileyen ilişkiler vardır. Ayrıca toplum üyeleri arasında da belli ilişkiler vardır. Üretim ilişkileri denilen bu sonuncu ilişkilerin durumu, bize üretim araçlarının halkta nasıl bölüşüldüğünü yani üretim araçlarının kimlere ait olduğunu ve buna bağlı olarak da elde edilen ürünlerin halk arasında nasıl bölüşüldüğünü gösterir.

Şu halde, herhangi bir düzende üretim ilişkilerinin temelinde, üretim güçlerinin belli seviyesine dayanan, üretim araçlarının mülkiyet şekillerinden herhangi birini bulabiliriz. Tarımsal üretimin esas olduğu feodalitede asıl üretim aracı olan toprağın mülkiyeti, kapitalist sistemde ise sermayenin mülkiyeti insanlar arası ilişkileri belirleyicidir. Bir toplumda esas üretim aracına sahip olanlar, üretim yoluyla elde edilen artık ürüne de sahip olabileceklerdir. Bu çıkarların bilincine varan egemen sınıflar onların korunmasına yarayacak ideolojik kurumları devamlı olarak kurmaya, bu yapıya uygun düşen mevcutları yaşatmaya çalışacaklardır. Aslında kapitalizm gelişirken bu kurumların bilinçli kurulması şart da değildi. Üretim güçlerinde gelişme, toplumda bu kurumların kurulması yönünden itici olacaktır. Onların bağrından doğmasına sebep olacaktır. Bu kurumlar genel olarak önünde sonunda kime karşı olacaktır? Böylece üretimin artırılabilmesi için sahip olmayanlar mevcut koşullar altında sözleşme yapmaya, daha doğrusu koşulları kabul etmeye zorlanacaklar dır. Bu zorlamayı, birey "içine doğduğu", büyüdüğü toplumda kolayca göremez şüphesiz. Görmenin de koşulları vardır: Üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle karşılıklı karmaşık durumu, bize sınıf egemenliğini, sözü edilen egemenliğini sözü edilen zorlamayı görebilmenin ve sınıf çatışmasının seviyesini gösterecektir.

Böylece zaman içinde, egemenler lehine gerekli kanunlar yapılacak; adalet mekanizması bunun emrine verilecek, polis, ordu, eğitim buna göre biçimlendirilmeye çalışılacaktır. Eskiden kalan kurumlar bu hizmeti kabul edecek ya da bu role uyacak biçimde değiştiği ölçüde geçerli olacaklardır. (Doğuşundan ikiyüzelli yıl sonra Roma’nın resmi dini olan Hıristiyanlık ortaçağ koşullarına uyabilmiş, daha sonra kapitalizm tarafından da kullanılmıştır.) Bu yoldan egemenlerin çıkarlarıyla çelişen kurumlar kaldırılacak, yasaklar konacaktır. Gerekli siyasi, hukuki, askeri, vs. kurumlar da egemenlerin çıkarlarına hizmet ederken ve mevcut üretim ilişkileri içinde geriye, temele doğru karşı etki yapabileceklerdir. Fakat bu üst kuramların fonksiyonunun ayrıca uzun ya da kısa bir dönem otonom olabileceğine daha önce değinmiştik. Bu otonominin sürdüğü zaman aralığı (lag), sonra kapanabilir, kurumun otonomisi kalkabilir ve temelle bağımlı olabilir(4). Bu bağımlılığı ulusal seviyede göremediğimizde uluslararası seviyede rahatça görebiliriz.

İşte bu kurumlar bir süre üretimin, daha doğrusu üretim güçlerinin gelişmesini sağlayabilir. Fakat yeni bir gücün gelişmesi karşısında, onu engelleyici olabileceği kabul edilen genel bir kuraldır. Aşağıda ikinci bölümde Osmanlıların kapitalizme neden geçemediği anlatılırken gösterileceği gibi, üretim ilişkileri yeni bir gücün ortaya çıkmasını devamlı olarak engelleyebilmektedir. Bu batıdaki kapitalist gelişmeye benzememektedir. Nitekim feodalite kurumları, burjuvaların sermaye birikimini ve daha büyük üretimi engelleyici, daha doğrusu feodalite düzeninin kapitalist düzene dönüşümünü, başka bir deyişle, gelişen üretim güçlerinin gerektirdiği yeni sosyal organizasyonuna dönüşünü köstekleyici olmuştu.

Fakat kapitalist sınıfın gelişmesini durduramamıştı. Bugünün başlıca batı kurumlarının kökü, batıda bu tamamen durdurucu olamayan köstekleme ile beliren çelişmeden doğmuştu. İşte bunu anladığımızda, bizdeki batılaşma hareketinin batıdaki anlamda nasıl köksüz olduğu aydınlanır.

Ortaçağ feodalite düzeninde, toprağa sahip feodaller egemendi. Bu feodallerden biri de kraldı. Fakat kral diğer feodaller üzerinde tam egemen değildi. Ayrıca kilise (papalık) de dini feodalite olarak egemenliğe ortak idi (5). Toprağı, toprağa bağlı serf denen köylüler işleyerek üretim yaparlardı. Üretim genel olarak Pazar için değildi. Kırsal feodal bölgede, tarım üretimine yarayacak küçük imalat kesimi de vardı. Yani kırsal bölgeler kapalı ekonomi niteliğinde idi. Şehirlerde lonca zanaatkarları ayrıca sanayi imalatı yaparlardı. Lonca kuralları, üretimin miktarını, kalitesini, fiyatını, meslek seçmeyi ve eğitimi sınırlamıştı.

Daha çok mübadele merkezlerinde, uluslararası ticaretin yapıldığı yerlerde kurulup büyüyen şehirlerde ticaret ve tefeci sermayenin sahibi olarak burjuvalar ortaya çıkmıştı. Bunlardan bir kısmı, zamanla kredi Verme yolu ile lonca sistemini etkisi altına alacak; kırsal bölgelerde ev sanayiinin kurulmasında başrolü oynayacak; sonra ev sanayiinden, bir işyerinde çok miktarda kol emeğini bir araya getirip manüfaktürü (imalathaneyi) geliştireceklerdi. Bu yoldan da verimlilik artacaktı. Bu oluşumda sermaye özel elde toplanırken, emek gücünü satanlar miktar olarak artacaktı. Şehirler bakımından en ilginç gelişme, belediye örgütünün kurulmasıdır. Belediye örgütünün üst kuruluşu meclisleridir. Bu meclislere şehirde oturan soyluların, ruhbanın, çeşitli zanaatkâr loncalarının, ticaret ve imalathane burjuvazisinin temsilcileri, sınıflar olarak katılırdı. Bunlar arasında da çatışmalar vardı. Şehirlerin belediye örgütünün silahlı muhafız ya da askerleri de meydana gelmişti. Bu güç, hem şehrin iç düzeni ve hem de civar feodallerin baskısına karşı kullanılacaktı. Nihayet bu şehirler geliştikçe otonomilerini artıracak, bazıları bağımsız cumhuriyetlere dönüşecekti.

Burada iddia edeceğiz ki, batıda bu bağımsız şehirlerin ortaya çıkışında en önemli etken şudur: Feodalitenin içine kapalı üniteleri bütün Avrupa açısından anarşik bir parçalanmayı gösterir. Avrupa'da feodal üretim ilişkileri, merkeziyetçi olmaya elvermeyecekti. Merkezi teokratik mutlak krallıklar, ancak burjuvaların tarihi arenada rol oynamasıyla, yeni feodalite düzeninin bozulmaya başlamasıyla ortaya çıkabilecekti. İşte merkezi krallıkların ya da merkezi mutlak otoritenin bu yokluğudur ki, şehirlerin büyürken selflere, köylülere de melce olan ekonomik otonom şehirler haline gelmesine sebep olmuştur. Oysa Osmanlı üretim ilişkilerinin merkezi devleti bu gibi otonom tüccar şehirlerin ortaya çıkmasına engeldi. Buna ileride değineceğiz.

Kilise kuralları feodalite yararına, serfler ya da köylüler aleyhine olduğu için zaman zaman gelişen köylü isyanları hem feodaliteye ve hem de katolik kilisesine karşı yönelmişti. Şehrin belediye meclislerinin, krallara, feodallere ve onların ideolojisine karşı direnmeleri, krallık çapında genel meclisleri (parlamentoları, Etats Generaux) yaratacaktı. Doğuda benzeri olmayan böyle bir gelişme ile ortaya çıkan bu kurullar, giderek burjuvaların politik arenası haline dönüşecekti. İsteklerini orada ileri sürecek, gereğinde ihtilal hareketlerini orada başlatacaklardı. Ortaçağın büyük şehirlerini süsleyen belediye binaları ve hatta büyük katedrallerin başlıcaları belediye örgütü tarafından yapılmıştır. Bu dahi önemli şehirlerin ekonomik gücünü göstermektedir. Avrupa'da gözüken mahalli idarelerin kaynağı, bu şehirlerin yönetiminde bulunabilir.

Bölgeler arasında gümrük duvarları sıkı idi. Kilisenin, düzene uyan, yani feodal üretim ilişkilerini pekiştiren, feodallerin toprak üzerinde ve onu işleyenler üzerinde egemenliğini sağlayan dini ideolojik kuralları vardı. Fakat egemenler olarak, kral, feodaller ve feodal kilise arasında sınıf içi çelişkiler de vardı. Burjuvalar bu çelişkilerden yararlanacaktı.

Kral, feodalleri tabi kılmak ister, feodaller buna direnirlerdi. Feodaller şehirleri tabi kılmak ister, şehirler buna karşı direnirlerdi. Papalar bütün feodal düzenin merkezi olmaya çalışır, kralları tabi kılmak ister, krallar buna direnirlerdi; köylü isyanları, bu katolik kiliseye, feodaliteye direnme biçiminde görünürlerdi.

İşte bu koşullar altında, burjuvalar elinde sermaye birikiminin daha da artabilmesi ve bu servetin feodaller, krallar tarafından gasp edilmemesi için bir sürü başka koşul da gerekliydi.

 a) Daha büyük imalat yapabilmek daha doğrusu daha fazla meta üretimi yapabilmek için daha büyük iç piyasa genişliği sağlanabilmeli idi. Bunun için iç gümrük duvarları kalkmalı idi. Kırsal tarım kesiminde, manüfaktür için gerekli ilkel maddeler (yün gibi) üretimi gelişmeliydi. Bunun için çiftlikler büyümeli, kapitalist nitelik kazanmalıydı. Böylece, kırsal bölgelerle manüfaktürün tamamlaşması sağlanmalıydı. Burjuvalar bu tip çiftliklerin gelişmesini zamanı gelince teşvik edecekti. Üretimi kısıtlayan lonca sisteminin kurallarına bağlı kalınmamalıydı. İç piyasa dışa karşı korunmalıydı. Dışarıya daha çok satabilmek ve altın, gümüş biçiminde servet ithal edebilmek için de dışarıdan da ucuz ilkel maddeler sağlanabilmeliydi. Sömürgecilik ülkeyi zenginleştireceği için denizaşırı ticaret (aslında büyük ölçüde yağma, esir ticareti) kral tarafından korunmalıydı. Bunun için gereken tekelci dış ticaret imtiyazları verilmeliydi. Bunlar merkantilist denilen sistemin gerekleriydi. Gariptir ki, serbest ticaret doktrinine doğru adım, bu merkantilist devlet himayeciliği gerekliliğinden tek yanlı olarak atılacaktı.

b) Başlangıçta burjuva imalathanelerinde ucuza çalıştırılan işçiler daha çok köyleri terk edip kaçan serflerdi. Bunları toprağa bağlayan feodalitenin siyasi, hukuki kuralları kalkmalı; bu insanlar "hür insan" olarak ülke içinde hür dolaşabilmeliydi.

Yani burjuvalar, köylüden gelmiş ve birbirine rakip işsizler yığınından istediği kadarını ucuz olarak işe alabilmeliydiler. Böylece, üretim maliyetini düşürerek artan kâr ile sermaye birikimini hızlandırabilmeliydiler. Bu da seyahat ilkesini doğuracak, daha doğrusu zorlayacaktı. İnsanlar, bir yere bağlı olmaksızın ekonomik çıkarlarını arttırabilmekte serbest olmalıydılar.

Fakat daha sonra, şehirlere serfler yerine, yer yer feodalitenin yıkılmasıyla ortaya çıkan köylüler gelecekti. Bunlar topraklardan kovulacak ve üretim araçlarından ayrılacaktı. Aslında bir ortaçağ kurumu olan serflik bazı ülkelerde kalkmaya başlamıştı (İngiltere'de 15. yüzyılda kalkmıştı). Serfler, toprağa tasarruf eden köylüler haline dönüşüyordu. Gelişen manüfaktur için gerekli ilkel maddeleri içerden sağlamak üzere kırsal kesimin de gelişmesi kaçınılmaz oluyordu. Bu eğilim ile özellikle koyun beslemek için köylüler kovularak toprakları ellerinden alınacak ve ortak meralar, kamu mülkii olan topraklar, az sayıda güçlü insanın mülkiyetinde tekrar toplanmaya başlayacaktı (yeni aristokrasi). Burjuvalar bu gelişmeyi desteklerken iki hususu birden sağlayacaktı:

a) Biri, yukarıda değinildiği gibi, içeride ilkel madde bulmak ve kırsal kesimle tamamlaşmak,

b) İkincisi ise, topraklarından kovulan köylüler sayesinde emek gücünü düşük ücret karşılığı arzeden daha fazla işçi bulabilmek.

Demek ki, bir yandan üretim araçları özel ellerde birikir ve temerküz ederken, diğer yandan da ücret karşılığı emek gücünü arzeden bir işçi sınıfının doğup, giderek büyümesi lazımdı. Ve özel ellerde üretim araçları sermayeye dönüşürken, bu sermaye insanlar arasındaki ilişkileri gösteren, tayin eden başlıca bir kurum niteliği kazanacaktı. Kırsal bölgelerde kapitalist nitelikte çiftlikler kurulması, köylülerin mülklerine el konup kovulması, aslında büyük mülkiyet için küçük mülkiyete olan bir tecavüzdü.

Kırsal bölge ile manüfaktür arasındaki tamamlaşma gelişirken, bir yandan kırlar köylülerden temizlenmeliydi, öte yandan da bir aralık kurulmuş ev sanayii de tasfiye olmalıydı. Böylece manüfaktürün daha da gelişmesi için iç pazar da temizlenmeli idi.

c) Kilisenin ekonomik hayata müdahalesi azaltılmalı idi. Faiz meselesi önce Protestanlık hareketi ile büyük ölçüde çözülüyordu. Protestanlık feodaliteye, özellikle Katolik kilisesine karşı burjuva ideolojisi olarak çıkıyordu. Gelişen yeni güçlerin, burjuvaların, işçilerin ve bu arada köylülerin egemenlere karşı mücadeleleri bir sapma olarak mezhep kavgalarına dönüşüyordu. Dini reform hareketi gelişmişti. Din ve mezhep farkları artık insanlar arasında bir ayırıma sebep olmamalıydı.(6) Teokratik egemenliğe karşı laiklik ilkesi ortaya çıkarılacaktı.

Ortaçağın sonlarında meydana çıkan köylü isyanlarını, şehirler ve burjuvalar destekleyecekti. Çünkü bu isyanlar, daha önce de değindiğimiz gibi, ya Katolik kilisesine karşı ya da feodallerin bütün mallarının ellerinden alınması ile feodaliteye karşı idiler. Ve bunları bir programa da bağlamış oluyorlardı. (J. Wycliffe doktrinine bağlı(7) Wat Tyler, John Ball İngiltere'de, J. Huss Çekoslovakya'da, v.b.) Rönesans, gelişen burjuvazinin bireyci, laik görüşlerinin sanat dünyasındaki gelişimi oldu. Bireycilik, hümanizma hareketi içinde savunuldu.

d) İnsanların (aslında ülke çapında politik yetkileri olmayan burjuvaların), kralın, feodallerin ve ruhbanın yanında, bazı politik haklan olmalıydı. Özellikle vergilerin konma kararlarının alındığı kurumlarda, parlamento ya da genel meclislerde kararları etkileyebilmeliydiler. Bunun için söz ve düşünce özgürlüğü olmalı; ekonomi, eğitim, din, aile meselelerinde fert serbest olmalıydı. Kısaca daha sonra insan hakları diye adlandırılacak bazı hakları bulunmalıydı. Ve devlet bu haklara dokunmamalıydı. Bunun için de burjuvaların politikayı etkileyebilmek üzere rey hakkı olmalıydı. Toplum içinde devlete gereği gibi katılmadan olamıyorlardı. Devlete tam katılmalıydılar. Belediye meclislerinde bulunmak yetmezdi. Ekonomik özgürlüğün sonucu olarak mülkiyet hakkı üzerinde durulacak ve bunun gasbedilmeyen doğal bir hak olduğu ileri sürülecekti. Aslında bunun gerisinde bir azınlığın (burjuvanın) giderek büyüyecek mülkiyeti korunmak isteniyordu. Bunun için gerekli bir "sözleşmenin" yollan aranıyordu.

Aslında bunlarda, Hobbes, Locke gibi politika felsefesi düşünürlerinin, liberal politika teorisindeki deyişle Civil toplum yaratma çabalarının kökleri bulunmaktadır. Burjuvalar bunları kolayca elde edemeyeceklerdi.

Merkantilist düzenin gelişme dönemine ancak kral ve feodaller ve kilise, şehirler ile köyler arasındaki çelişkilerden yararlanarak girdiler. Bunu başarmak için kralı, diğer feodallere ve kiliseye karşı mali olarak desteklediler. Bu yoldan krallık merkezileşti. Krallığın toplarıyla bazen şatoları dahi yıkılan feodaller, tam denilebilecek bağımsızlıklarını kaybetti. Papalığın krallar üzerindeki gücü kırıldı. Böylece bir yandan burjuvalar için kısmen geniş iç pazar sağlanırken, öte yandan da teokratik milli devletler ya da krallıklar kuruldu. (İngiltere, Fransa, İspanya krallıkları gibi). Merkantilizmin dış olanaklarından, yani yeni kıtaların keşfi ve yağmasından, Doğu Hindistan'ın v.s. ülkelerin tekelci imtiyazlarla donatılmış şirketlerle (Doğu Hint Kumpanyaları gibi) sömürülmesinden dış ilkel birikim sağlanıyordu. Bu dıştan birikim oluşurken, içerde de kapitalist nitelikte büyük çiftlik ya da malikânelerin kuruluşu ile de ilkel birikim sağlanıyordu. Bu yeni toprak rejimini burjuvalar desteklediler. Fakat ekonomik olarak güçlenen burjuvaların, daha doğrusu özel ellerde birikmiş sermayenin ya da üretim ilişkisinin, kral (ve asilzadelerin) çıkarlarıyla çelişen ve zamanla kesinleşen emirleri olacaktı. Yani, büyümekte olan sermayenin sahipliği (mülkiyeti) kendi kurallarını getirecekti. Nitekim büyüyen krallıkların gittikçe artan giderleri için başvurulan başlıca kaynaklardan biri, istenildiğinde burjuvalardan alman vergilerdi. Öyle ise, burjuvalar, egemenlik gücünü tanrıdan aldığını iddia eden kralların egemenliğini sınırlamak zorunda idiler. Bunlar, demokratik denilen söz, oy özgürlüğünü elde etmek ve parlamentoda karar, yani politik güç sahibi olmakla sağlanabilirdi. İşte bunun için sıçramak üzere şaha kalkan burjuvalar ihtilale de başvurdular. Önce, İspanya Krallığına karşı Hollanda'nın zenginleşmiş burjuva şehirleri baş kaldırdı. Uzun süren savaşlar sonunda 1609'da ilk burjuva cumhuriyeti kuruldu.

İngiltere'de parlamenterler uzun süren iç savaşı kazanarak I. Charles'ı 1649'da idam ettiler. Yüz yıl sonra Fransa'da 1789 ihtilali oldu. Böylece, biriken sermayeye sahip olan burjuvalar, ya da üretim güçlerinin gelişmesini isteyen toplum, giderek kapitalist üretim ilişkilerini pekiştiren siyasi, hukuki, askeri, v.s. kurumları kuracaktı.

Bu arada teokratik egemenlikten laiklik ilkesine geçildi. Mutlak teokratik egemenlik ortadan kalktı. Ve sermaye sahipliğinin emirleri artarak devam edecekti. Bilindiği gibi üç devrim de gerçek bir demokrasi getirmedi. Oy ve seçilme hakkı bütün halka değil, üretim araçları sahiplerine sağlanıyordu. Sermaye sahipleri asıl egemen sınıf olmaya yöneldiler. (Bu arada İngiltere'de gözlendiği gibi, politik ve kısmen ekonomik güç büyük çiftlik ya da malikâne sahibi asilzadelerle bölüşüle geldi.) İnsanlar artık gittikçe gelişen kapitalist toplum içine doğacak, orada büyüyecek, eğitilecekti; şartlandırılacaktı. Bununla Civil Toplum kuruldu, dendi! Aslında burjuvalar, kendi sınıfsal egemenliklerini kısmen asilzadelere, işçiler ve köylülere(8) karşı, politik, hukuki bir sözleşmeyle sağlamaya gidiyorlardı(9). Ancak tarihi gelişmelerle bu sözleşmenin koşullan değişecekti.

Daha sonra birikim ve geniş pazar, sanayi devrimini getirdi. Bu bir yandan makineli ve kitle halinde üretim ve öte yandan da işçi sınıfının bir gecikme ile büyümesi demekti. Fakat büyük çapta sermayenin içeride olduğu kadar, dışarıda da yeni emirleri (siyasi, hukuki, askeri, v.s. alanlarda) olacak demekti. Bu yoldan, bildiğimiz emperyalizme geçiş dönemine girildi. Batıda üretim güçlerinin daha da gelişebilmesi, henüz kapitalist öncesi üretim düzenlerinde kalmış ülkelerde metropole bağlı pazar tutmayı, ilkel madde kaynaklarına sahip olmayı ya da kontrol etmeyi gerektiriyordu. Öyleyse kapitalist öncesi üretim düzenindeki ülkelerde ekonomik, politik, eğitim, v.s. alanlarda işbirlikçiler aranmalı ve yaratılmalıydı. Bunun için, kapitalizmin bazı üst yapı kurumlarının benzerlerinin kurulması oralarda teşvik edildi (Osmanlılarla batıl aşmak için Batı kurumlarının alınmaya başlanmasının tam bu döneme düşmesi, bir rastlantı değildi elbet). Kapitalizm bunu yapacak iç grupları da (Osmanlılarda olduğu gibi) buldu. Bu arada kapitalist ülkelerde sanayi devrimiyle büyüyen fakat fakirleşen işçi sınıfı, kendi varlığı için kapitalizmin emirlerine karşı çıkışlar yaptı. Başarılı sayılamayacak devrim denemelerine girişti. Ve nihayet işçiler, kapitalist düzenin esasta temeline dokunmaksızın bazı kazançlar, tavizler alarak(10) kapitalizmle büyük ölçüde tamamlaştılar. Bu tamamlaşma ile işçiler sınıf bilincinden uzaklaşırken, tamamlaşmanın maliyetini kısmen kendileri yükleniyorlardı da. Fakat asıl maliyet ya da yük sömürge,yarı-sömürge halklar üzerine yıkılıyordu. Yani gittikçe büyüyen işçi sınıfının talepleri, sömürgelerden yapılan istismar ile nisbi olarak karşılanabilir oluyordu. Böylece Batıda sınıflar ve gruplar arasında geçici ve nisbi bir denge kuruluyordu. Devlet sanki toplumdaki sınıflardan ayrı, otonom, bitaraf, sınıflar üstü imiş gibi duruyordu. Kapitalistler şimdilik bunu başarmış gözüküyor. Aslında mülkiyet ve sınıf meselelerini, geçici olarak sömürge ve yarı sömürgelere ihraç etmiş bulunuyorlar. Buradaki nisbi dengenin geçici olduğunu kabul ediyorum. Çünkü doğu blokunun büyümesi ve az gelişmiş ülkelerin ekonomik bağımsızlığı kazanmaları için sömürgeciliğe karşı verdikleri savaşlardaki başarıları, kapitalist ülkelerin onlara yüklediği maliyetten kurtulmalarına sebep olacaktır.

Mehmet Akif, İstiklal Marşı'nda şöyle demişti:

"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?"

Sömürge ve yarı sömürge milletlerin kurtuluş savaşları işte bu canavarın dişinin sökülmesine yönelmiş savaşlardır. Böylece kapitalistlerin emperyalizm yolu ile dışarı ihraç ettikleri sınıf meseleleri geri gelecek, yani emperyalizm geri tepecek ve nisbi denge bozulacaktır. Nitekim halen batıda gözlediğimiz rahatsızlıklar, bu geri dönüşün işaretleridir bence! (Mali kriz ve öğrenci hareketleri gibi. Bunların tali sebeplerini, sınıf meselelerinin geri dönüş ortamı içinde ancak yerine koyabiliriz.(11)

İşte işçilerin kapitalistler yanında parlamentolara girmelerine kadar oluşan bir geçici nisbi dengeye dayanan düzen, batıda "Refah Devleti" deyimiyle anılan (aslında çeşitli kategoride sömürge halkları sırtından) kapitalist ülke işçilerini de sistemle tamamlaştırmayı sağlayan düzendir.

Bu arada kapitalizm niteliğini değiştirerek uluslararası tekelci kapitalizm'e dönüştü. Tekelci kapitalizm ile emperyalizm(12) birbirinin sebep ve sonuçları olagelmişlerdir. Tekelci emperyalist kapitalizm yüksek teknolojisiyle, az sayıda büyük firmalarıyla karşımıza çıkar. Öyle ki firmaların gerisinde endüstri ve finans kurumlarının birliği gözükmektedir. Bu firmalara bazı marksistlerce (Sweezy, Baran, Monopoly Capital) "çok milletli firmalar" denilmektedir. Fakat aslında bunlar, başta Amerika olmak üzere kapitalist metropollerin, dünyanın yaklaşık olarak 2/3'sini kontrol etmek üzere çeşitli ülkelere uzanmış karmaşık ekonomik egemenlik kollarıdır. İşte bu uluslararası tekelci kapitalizme ve onunla beraber kurulmuş nisbi dengeye karşı, Doğu Bloğunun ve sömürgecilikten kurtuluş savaşları veren az gelişmiş ülkelerin birer köklü engel olduklarını söylemiştik. Bu karşı güçlerin gelişme süreci içinde uluslararası kapitalist düzenin yeni nitelikte emirleri olacaktı (Yabancı sermaye, NATO, ikili anlaşmalar v.s. yoluyla). Bu emirler hem gelişmiş ikinci sınıf kapitalist ülkelere ve hem de az gelişmiş ülkelere verilecekti. Bunların neler olduğunu tartışmaya geçmeyeceğim. Fakat "ortanın solu" hareketini değerlendirebilmek için önce Osmanlılarda kapitalist düzene neden geçilemediğini, tarihin, batıda gözlenenden farklı bir süreç içinde, adeta geriye doğru nasıl oluştuğunu açıklamak gerekli.

Dipnotlar:

(1) T. Zafer Tunaya, islamcılık Cereyanı, s. 56.

(2) Çünkü islamiyette zekât kurumu sınıf egemenliğine engel değildir. Profesör Seyyid Kutub'un "Zekât Vergisi... Bu farz, daimi bir nizam dahilinde servetin aslından her sene yüzde ikibuçuk (%2,5) ile yüzde beşe (%5) kadardır". (İslam ve kapitalizm çatışması) dediği vergi, eğer uygulanabilirse, kamu otoritesinin karışmadığı bir sosyal adalet aracı olabilir. 

(3) Batıda belli bir birikimden sonra, sınıflar arasında nisbi bir güç dengesi kurulduğunda devlet mekanizmasında geçici bir bitaraflık, sınıflarüstü imiş gibi bir durum belirebilir. Oysa düzen aslında kapitalist niteliğini devam ettirmektedir. Ve emekçiler ağır basmaya başladığında, faşistlerin kapitalist tabana bağlı kalarak iktidarı kapması mümkündür.

(4) Bu otonomiyi bir bölge ya da ülke seviyesinde değil de uluslararası seviyede ele aldığımızda yine de bir temelle bağımlılığı gözleyebiliriz. Nitekim Tanzimat'tan beri Türkiye'ye has bürokratların politik otonomisi bu açıdan ele alınmalıdır. 

(5) Kilise bunu, hem ortaçağın üretim düzeninde, mevcut teknolojik seviye ile çelişmeyen, düzene uyan dini kurumlan ile ve hem de bu kurumların kısmi otonomisine dayanarak topladığı servet birikimi ile sağlayabilmekteydi. Kilise, manastırlar ile büyük topraklara da sahipti. Bu deyişle kilise, dini feodaliteyi temsil ediyordu. 

(6) Bilindiği gibi, Batıda dine dayanan düşmanlık sadece musevilere karşı değildi. Hıristiyanlar lirasında mezhep farkları zaman zaman büyük katliamlara yol açmıştı.

(7) B. Kussel'a göre Wat Tyler, John Ball gibi İngiltere'deki şehirlilerin de desteklediği köylü isyanı liderlerini, J. Wycliffe etkilemişti. Yine Russell'a göre Bohemya'daki köylü- şehirli isyanlarının lideri J. Huss da, J. Wycliffe'in bir takipçisidir (History of Western Philosophy). Osmanlıda Şeyh Bedrettin hareketi, Huss'cu hareket ile aynı çağdadır. Şeyh Bedrettin Simavna'da Papazlarla görüşüyordu. Eğer iki hareket arasında benzerlik ve etki arayan bir araştırma yapılırsa bu çalışma ilginç olabilir. 

(8) İngiltere'de bağımsız küçük toprak sahibi köylüler hemen hemen de kalmamıştı. 9Yeni egemen Fransız burjuvazisi 1791 'de, işçilerin birleşmesini (koalisyonunu) "hürriyet ve insan hakları bildirisine karşı suikast" olarak niteliyordu. İngiltere'de birleşme yasaklan işçilerin zoruyla 1825'de kaldırıldı. A. Tocqueville gibiler, daha sonra, karşı güçlerin gerekliliğini denge için istemek zorunda kalacaklardı. 10 Mutlak fakirleşme değilse de nisbi fakirleşme devam edecekti. 

(9) Yeni egemen Fransız burjuvazisi 1791 'de, işçilerin birleşmesini (koalisyonunu) "hürriyet ve insan hakları bildirisine karşı suikast" olarak niteliyordu. İngiltere'de birleşme yasaklan işçilerin zoruyla 1825'de kaldırıldı. A. Tocqueville gibiler, daha sonra, karşı güçlerin gerekliliğini denge için istemek zorunda kalacaklardı.

(10) Mutlak fakirleşme değilse de nisbi fakirleşme devam edecekti.

(11) Az gelişmiş ülkelerin bağımsızlık meseleleri, kapitalist alemde sınıf meselelerinin çözüm hareketiyle karşılıklı bağlantılı bir oluşum dinamiği içinde çözülebilir gözüküyor. Az gelişmiş ülke halkları bağımsızlık kavgalarıyla milli üretim güçlerini geliştirmeye doğru gittikçe ve bununla ilgili olarak kapitalistlerin üretim güçleri yeterli oranda gelişemezse ne olacaktır? Batıda kapitalizmle tamamlaşan emekçiler, az gelişmiş ülke halkları karşısına çıkmaya devam edecekler mi?

(12) Şarlman'ın Harun Reşit'e gönderdiği saatten, kilise kulelerindeki saatlere bağlı robotlardan, teknolojik bir ortamın seviyesini anlayabiliriz. Evliya Çelebi Viyana'da bir arkadaşıyla gezerken bir meydanda dükkanların önünde çalışır görünen Müslüman kölelere rastlar ve onlara para yardımı yapmak ister. Arkadaşı, bu paraların efendileri tarafından kölelerin ellerinden alınabileceğini söyleyince akşamın alaca karanlığını beklerler ve o zaman kölelere yaklaşınca bunların makine adamlar olduklarını görürler.

İdris Küçükömer
(Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, Beşinci Basım: Ağustos 2007, İstanbul, s. 8-16)
Gerçekedebiyat.com

İDRİS KÜÇÜKÖMER KİMDİR?

idris küçükömer

İdris Küçükömer, (1 Haziran 1925, Giresun - 5 Temmuz 1987, İstanbul), Türk iktisatçı ve düşünür. Türkiye'de sağ ve sol kavramlarının ters oturduğunu, CHP'nin aslında sağ bir parti olduğunu iddia etmesi ile ünlenmiştir.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğrenim gördü. Aynı fakültede doktorasını tamamladı, daha sonra da doçent oldu. Fakülte kurulunun profesörlüğe yükseltilmesi için aldığı karar, üniversite senatosunca onaylanmadı. Bunun üzerine Danıştay'da açtığı davayı kazanmasına karşın, profesörlüğüne ilişkin kararname 10 Yıllık bir gecikme ile ancak 1976'da yürürlüğe girdi.

1960 sonrasında Yön'de yazdığı yazılarla tanındı. Ant dergisindeki yazıları tartışma yarattı. Milliyet gazetesindeki açık oturumlarda dönemin yerleşik yargılarını sorguladı. Sonra 1973'te on yıllık bir suskunluğa büründü ve daha sonra Yeni Gündem yazılarıyla tekrar ortaya çıktı.

Küçükömer'in ileri sürdüğü en önemli görüş, Türkiye’de devletin despotik niteliğinin sivil toplumun gelişmesi önünde duran en büyük engellerden biri olduğudur. Başta Sencer Divitçioğlu ve Selahattin Hilav olmak üzere bazı aydınlarla birlikte Türkiye'nin toplumsal tarihine ilişkin çözümlemelerinde Asya Tip Üretim Tarzı (ATÜT) kuramını gündeme getiren Küçükömer, Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) yönetim ve bilim kurullarında görev aldı. Birçok yapıtı bulunan İdris Küçükömer ölümünden kısa bir süre önce Sosyal Demokrasi Partisi'ne üye olmuştu.(Wikipedia)

İDRİS KÜÇÜKÖMER'İN ESERLERİ  İDRİS KÜÇÜKÖMER'İN KİTAPLARI

Düzenin Yabancılaşması (En önemli eseridir. Sağ ve sol kavramlarına esaslı açıklamalar getirmektedir)

Gelişmiş ve Az Gelişmiş Ülkelerin İlişkileri (1966)

İktisat İlkeleri Üzerine (1964-1967)

Batılaşma - Düzenin Yabancılaşması (1969)

İktisat İlkelerine Yeniden Bakış (1972)

Anılar ve Düşünceler

Cuntacılıktan Sivil Topluma / Yön ve Ant Yazıları,

Sivil Toplum Yazıları

Halk Demokrasi İstiyor mu? Bitmemiş Son Eser

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)