Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Amerika kıtasını Müslümanların keşfettiğini iddia etmesi, tarih hakkındaki cehaletten çok, siyasal İslam’ın tarihsel gerçeklikle kurduğu bağla ilgilidir. Zira Ak-Saray fatihiyle, tarihsel hakikatin nesnellik ayağının olmadığını savunan Paris’in anlı-şanlı post-modern profesörleri arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak değildir. Yeni muhafazakârların ve fundemantalistlerin yolunu nasıl post-modernistler açtılarsa, “Tarihin Sonu”nu ilan eden Fukuyama’nın yolunu da tarihsel materyalizmin şahsında sosyalizme saldıran neo-pozitivist, yapısalcı, post-yapısalcı ve post-Marksist düşünürler öyle açmışlardır. Batı cephesi bu kavgaya Levi-Strauss, Barthes, Popper, Faucoult, Lacan, Derrida, Lyotard, Baudrillard gibi kıdemli komutanlarıyla katıldı. Flamalarına K. Popper “Tarih diye bir bilim yoktur”, Lacan, “Bilinmeyen şey tarihtir”, “Baudrillard “Tarih durdu, anlamı olmayan bir tarih sonrasındayız” , H. White “Tarihsel anlatılar,… icat edilmiş… sözel kurgulardır” diye yazmışlardı. R. Barthes, tarih yazımının, öteki biçimlerinden farkı olmayan bir kurgu olduğundan kuşku duymuyordu.
Hiçbir şeyden emin olmayan post-modernistler, tarihin tutarlı ve bilimsel bir açıklaması olmayacağından gayet emindiler. Geçmiş adına yazılan her şeyi “ideolojik”, “söylentisel” ve “fantastik” diye damgalamaktaydılar. Onlara göre toplumların dünü ve bugünü bir kaostu, anlaşılamaz ve bilinemezdi. Tarih namına yazılacaklar olsa olsa edebiyat, retorik, anı (vs.) olabilirlerdi.
Post-modernistler eski çağlara ait ne kadar ölü, ıskartaya çıkmış, bilim ötesi tarihsel atık varsa hepsini dağarcıklarına almışlardı. Yerine yeni ve kayda değer bir şey koymadıkları halde, “Marksist anlatı”yı, “otoriterlik”,”indirgemecilik” ve “belirlenimcilik”le suçluyorlardı. Oysa bütün zamanların döngüselci, öykücü, parçalı anlayışlarına geri döndüklerini anlamak için, tarih yerine öyküyü, yasa yerine düzensizlik ve talihi, bütün yerine parçayı, çelişki yerine farkı, gelişme yerine döngüselliği, evrensellik yerine yerelliği, bilimsellik ve tutarlılık yerine pastiji geçirmelerine bakmak yetiyordu.
Fukuyama, “Tarihin Sonu” diyerek, kapitalist-emperyalist Batı’nın ve liberal demokrasinin komünizm üzerinde zafer kazandığını ilan etmişti. Sovyet Bloku’ndaki çöküş ve dünya devrimci hareketindeki gerileme sonrasında eski günlerin bir daha geri gelmeyeceğine inanıyordu. Artık Marx’ın tarih kuramı ve öngörüleri iptal edilmeliydi. Saldırıların en etkililerinin “içeriden”, yani Marksist geçmişe sahip post-yapısalcı, post-Marksist ideologlardan geldiğine bakılırsa, dünya devrimindeki geri çekilmeden beslenen bir yenilgi ideolojisinin saldırısı söz konusuydu.
Gelgelelim, çok geçmeden krizlerin, bölgesel savaşların, kitlesel direniş ve genel grevlerin, toplumsal hareketlerin, halk isyanlarının baş göstermesi “tarih durdu” diye sevinenlerin heveslerini kursaklarında bırakacaktır. Dünya tarihinin dümdüz bir hat izlemeyip daima zikzaklı, ileri ve geri gidişlerle dolu bir yol izlediğini dikkate alınmamıştı. Ne Marx-Engels’in, ne de Lenin’in dünya halklarına Nevski Bulvarı gibi düz bir yoldan ulaşabilecekleri kolay bir zafer vaat etmedikleri unutuluyordu.
Tarihsel düşüncenin tarihi
Engels, Marx’ın bilimsel düşünce alanındaki en önemli iki keşfinden birinin (öteki artı-değer teorisi) materyalist tarih anlayışı olduğunu söyler. Bu, tarihsel düşünce coğrafyasında yapılmış büyük bir teorik devrimdir.
Marksizm öncesi tarihsel düşünce iki ana güzergâh üzerinde gelişmiştir: Daha eski olanı Yunan tarihçisi Heredeot’a, hatta kadim Mezopotamya halklarına uzanan tarih yazıcılığıdır. Eski Yunancada “istoria” sözcüğü, insanların ve insan topluluklarının başından geçenlerin kaydedilmesi anlamına geliyordu. Yaşanmış geçmişi konu edinen bilim anlamındaki tarih, Roma ve Orta Çağ uğraklarından geçerek, tarih yüzyılı denilen 19. yüzyılın modern tarihçiliğine dek uzanmaktaydı. Meslekten tarihçinin işi ülkelerin, halkların ve veya önemli olayların tarihini kronolojik bir sıra içerisinde anlatmaktır.
Öteki güzergâhta ise Aziz Augistunus ve İbni Haldun sayılmazsa, esas olarak Yeni Çağ tarihçileri tarafından 18. yüzyıldan itibaren geliştirilen ve sistem kurucu filozofların felsefi sistemlerinin ayrılmaz bir parçası olan tarih felsefeleri bulunmaktadır. En son ve gelişmiş biçimini Hegel’de bulan tarih felsefesiyle, “tarihin anlamı, tarihin yasaları ve tarih içinde insanın yeri ve geleceği gibi konularda, en genel ve kapsayıcı yargılara varmaya çalışan bilgi dalı” kastedilmekteydi.
Marx öncesi tarih mitostan olay kaydediciliğine, “hikaye tarih”ten spekülatif tarih felsefelerine dek çok uzun bir yol kat etmişti. “Tarih yüzyılı” da denilen 19. yüzyıla kadar, sınırsız bir materyal ve pek çok buluş birikmiş haldeydi. Bu yüzyılın ilk çeyreği, ayrı yollardan ilerleyen, ama sürekli birbirlerini etkileyen uygulamalı ve teorik-felsefi tarihçiliğin zirvesine vardığı kesitti. Buna rağmen evrensel tarihi ve toplumsal gelişmeyi sistemli ve bilimsel olarak açıklayacak bir kuram hala ortaya konmuş değildi. O zamana kadarki tarih felsefeleri tanrı, tin, özgürlük, devlet, tutku, irade, haksızlık üzerine kurulu spekülasyonlar etrafında dönüp durmuşlardı. Tarih yazıcılığı ise, tarih diye, kralları, kahramanlıkları, ihanetleri, talihsizlikleri, kurnazlıkları, devletlerin doğuş-yükseliş-batış hikâyelerini anlatmakla meşguldü. Toplumsal çelişkiler, tarihsel yasalar, sınıf mücadeleleri, devrimler üzerine birçok şey söylenmişti. Fakat ayrı zamanlarda ve farklı düşünürlerce ortaya atılan bu görüşler tutarlı bir bütünlük oluşturmuyordu. Tarih denince düşünceler silsilesi, geçmişe ait olaylar yığını veya edebi anlatılar anlaşılıyordu.
Sonuçta, toplumların gelişimleri, tanrıya ya da tali etkenlere başvurulmaksızın, çağları, iç çelişkileri, bağlantıları, yasallıkları, dönüşümleri ile yani tarihin kendisiyle açıklanmıyordu. Böyle olunca, tarih, dipsiz-sonsuz bir olaylar karmaşası, bilinmesi zor bir bilmece olup çıkıyordu.
Buna son verip tarihsel süreci açıklayacak araçları bulup çıkararak onu bir bilime dönüştüren Karl Marx ve yoldaşı Friedrich Engels olacaklardır.
Tarihsel dayanaklar
Marx ve Engels devrimci düşünceyle bağ kurduklarında Büyük Fransız Devrimi’nin üzerinden sadece yarım yüzyıl geçmişti. Devrim, felsefe, toplumsal ve doğal bilimlerde büyük atılımların yapıldığı bir dönemeçte gerçekleşmişti. Batı Avrupa ülkelerinde sanayi devrimiyle hızlanan kapitalizmin iç çelişkileri ve sınıf mücadeleleri şiddetlenmekteydi. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkan sanayi proletaryasının ilk kendiliğinden eylemleri başlamıştı. Ortam bilimsel bir öğretinin ortaya çıkması için son derece elverişliydi.
Tarihsel materyalizm, 19. yüzyılın ilk yarısına egemen olan Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız ütopik sosyalizminin eleştirisi üzerinde yükselmiştir.
Marx ve Engels ilkin “sol-Hegelciler” çevresindeydiler. Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü (1841) ve İnsanlığın Geleceği (1843) adlı yapıtlarıyla birlikte, kendi ifadeleriyle “Feuerbachçı” oldular. Marx’ın Rheinische Zeitung’ta çalıştığı, Engels’in Londra’ya geçtiği bu dönem henüz devrimci demokrat oldukları dönemdir. Bilimsel komünizme 1844-1848 yılları arasında geçtiler. Marx, Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi ve 1844 Elyazmaları’nda, Engels İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda, insanlığın kurtuluşunu proletaryada ve komünist devrimde aramaya yönelirler. Birlikte yazdıkları ilk yapıt olan Kutsal Aile (1845), Hegelci felsefenin ve yeni-Hegelciliğin tarihsel idealizminin en önemli önemli önermelerinden birisi olan tarihi büyük adamlar varsayımına karşı halk kitleleri varsayımına öne çıkarır.
Marx, İngiliz ekonomi politiğinin eleştirisinde, yanlışları atıp, doğruları almak basitliğine düşmez, onları yeni bir bağlamda geliştirir. Bu okulun en önemli ismi olan A. Smith, değerin kaynağının emek olduğunu ve metanın değerinin de ancak emeğin miktarıyla belirleneceğini bulmuştu. Diğer önemli ismi olan D. Ricardo daha ileri giderek ücretin, karın ve rantın kaynağının emek olduğunu ve işçinin ücretiyle kapitalistin karı arasında ters bir orantı bulunduğunu gösteren ekonomik yasayı ortaya çıkarmıştı. Bu tür bilimsel buluşlar, iktisatçıların dar görüşlülükleri ve taraflılıkları nedeniyle ne ileri gidebiliyor ne de kapitalist sistemi doğal ve ebedi bir düzen olarak göstermenin dışına çıkabiliyordu. Bilimsel ve proletaryanın bakış açısından yaklaşan Marx ise daha ileri gitmiş, kapitalizmin derindeki çelişkilerini ve iç çelişkilerini göstermeyi başarmıştır. Böylece kapitalizmin derindeki yasalarını ve yerini sosyalizme bırakacak çelişkileri göstererek, klasik iktisatçıların yarı yolda bıraktıkları eksik ve yanlış kuramlarını bilim düzeyine yükseltmeyi başarmıştır. Politik iktisadın bilimselleştirilmesi tarih kuramına, kendinden öncekilerden farklı, tutarlı ve sağlam bir temel sağlamıştır.
Ütopik sosyalist S. Simon, C. Fourier ve R. Owen kapitalist özel mülkiyeti, sefaleti ve yoksulluğu şiddetle eleştirdiler ve karşısına kapitalizmin kusurlarından arınmış bir sosyalizm tahayyülüyle çıktılar. Marx ve Engels, bilimsel sosyalizmi kurarken onlardan esinlendiler, fakat toplumsal gelişmenin ve sınıf mücadelesinin yasalarını dikkate almamalarını da eleştirdiler, Ütopyacılar T. More, T. Campanella, Morelli’den beri gelecek özlemlerini ifade ederken düşsel tasarımların ötesine geçememişlerdi. Marx ve Engels ise toplumların aşağıdakinden yukarıdakine ilerleyişlerini ve kapitalizmin çelişkilerini çözümleyerek onun sosyalizme geçiş olanaklarını kendi içinde nasıl taşıdığını, hangi güçler ve araçlarıyla kapitalizmden kurtulabileceklerini gösterdiler. Ütopik, sol, reformist sosyalizm teorilerinin eleştirisi tarih kuramlarına yeni kavramsal araçlar ve perspektifler kazandırdı.
Marx ve Engels felsefelerini ve materyalist tarih anlayışlarını kurarken yalnız ütopyacılardan değil insanlık kültürü hazinesinin bütün ilerici öğelerinden yararlandılar. Doğa bilimlerindeki dev adımlar diyalektik materyalizmin yolunu açtı. Bazı yönlerini eleştirdikleri Darvin’in evrim teorisi bunlardan biridir. Marx ve Engels’in insanlık tarihine yaptıklarını, Darvin doğanın gelişmesine uygulayarak doğanın değişmezliğini iddia eden bütün metafizik görüşlere darbe indirmişti. Türlerin Kökeni, diyalektik materyalizmin doğaya uygulanmasından başka bir şey değildi.
Bunun gibi,Thierry, Mignet ve Guziot’un sınıf mücadeleleri hakkındaki eksik ama yararlı bulgularından da yararlandılar. Restorasyon dönemi tarihçileri Fransız Devrimi’ni incelerken tarihi yaratanın devlet adamları değil kitleler olduğunu, devrimdeki politik gruplaşmaların ardında aristokratlarla burjuvaların sınıf çıkarlarının yattığını, Fransa’nın 13. yüzyıl sonrası tarihini sınıf mücadelelerinin belirlediğini ortaya koymuşlardı.
Bununla da yetinmeyerek, Fransa, Almanya ve İngiltere tarihini sınıf mücadeleleri ve devrimler bakış açısıyla yeni baştan incelediler ve Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Almanya’da Köylü Savaşı gibi pek çok değerli tarih yapıtı kaleme aldılar.
Devrimci bir bilime doğru
Marx’ın on bir tezinden oluşan Feuerbach Üzerine Tezler (1845), tarihsel materyalizme doğru atılmış ilk büyük adımdır. Feuerbach şahsında eski materyalizmin metafizik ve tarih dışı insan kavramının aşılması ve pratiğin tarihte oynadığı anahtar rolün gösterilmesi oldukça önemlidir.
Engels’le birlikte yazdıkları diğer bir kitap olan Alman İdeolojisi (1845-46) tarihsel materyalizmin ilk sistematik açıklamasıdır. Bu kitapta, Hegelciliğin, Feuerbach’ın sınırlı materyalizminin ve genel olarak felsefenin bir eleştirisi yapılmakla kalınmaz, tarihsel değişimin temelinin felsefi, dinsel, politik görüşlerde değil, toplumun maddi yaşamında aranması gerektiği (ve öteki buluşlar) ortaya konur. Tarihsel çağlar, toplumsal yasalar, devrim, komünizm ve ekonomi politik üzerine önemli kavramlar ve açıklamalar geliştirilir. Alman İdeolojisi, ilk olmaktan gelen belirsizliklerine rağmen, hem Marx ve Engels’in kendi geçmişlerinden, hem de eski tarih felsefelerinden kopuşlarının başladığı dönemeçtir.
Daha olgun ve net açıklamalar, Marx’ın Proudhon’u eleştirdiği Felsefe’nin Sefaleti (1847) ve Engels’le ortaklaşa kaleme aldıkları programatik yapıtları Komünist Manifesto’da (1848) gözlenir. Felsefenin Sefaleti, Kapital’de kuramsallaştırılacak politik iktisadı nüve olarak içerir. Üretici güçler-toplumsal ilişkiler diyalektiği, zıtların mücadelesi, nicelikten niteliğe geçiş gibi yöntemsel sorunlar bu yapıtta işlenmiştir. Ekonomik kategorilerin sonsuzluğu düşüncesine karşı, tarihsel ve geçici oldukları gösterilir. Komünist Manifesto ise Marksizmin bileşenlerinin organik bir bütünlük içerisinde nasıl bütünleştirilebildiğine bir örnektir. Tarihin aşamalandırılmasına, sınıf mücadelesinin ve devrimlerin rolüne, kapitalizmin iç çelişkilerine ve tarihsel sürecin yönüne ışık tutar.
Alman İdeolojisi’nde henüz bulanık durumdaki toplumsal oluşumların zincirleme sıralanışı, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de açıklık kazanır ve tarihsel materyalizmin temel önermeleri ve ilkeleri veciz bir paragrafa sığdırılıverir. Başlangıçta Hegel’den ödünç alınmış “sivil toplum” gibi kavramlar ya terk edilir, ya tırnak içerisine alınır. Alman İdeolojisi’nde henüz kullanılmayan (“toplumsal ilişkiler”) üretim ilişkileri, üretim tarzı, ekonomik temel, üstyapı gibi temel kavramlar giderek şekillenir ve yerli yerine oturur. Oluşum dönemindeki ekonomik kategorilerin anlamlarındaki değişme ve netleşme, Kapital’de klasik ekonomi politik ile sıkı hesaplaşma sürecinde gerçekleşmiştir.
Alman İdeolojisi (1845), Feuerbach Üzerine Tezler (1845), Felsefe’nin Sefaleti (1847) ve Komünist Manifesto (1848) tarihsel materyalizmin temellerini atan yapıtlardır. Bu, aynı zamanda bilimsel sosyalizme geçiş dönemidir.
Hegel’in idealizmi ve Feuerbach’ın metafizik materyalizmiyle hesaplaşma, onların aşılması ve yeni bir sentezi ifade eden diyalektik ve tarihsel materyalizm ile sonuçlanmıştır. Fakat daha eski ve yetersiz kavramların terk edilip, yerlerine yenilerinin konması, eksiklerin ve belirsizliklerin giderilmesi, el atılmamış veya işlenmemiş konuların işlenmesi gerekmiştir. Ömürleri boyunca tarih biliminden ellerini çekmemiş Marx ve Engels, felsefeden politik iktisada, politikadan tarihe mekik dokuyacak, yeni bilimin temel kavramlar sistematiğini kuracaklardır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Kapital, Anti Dühring, Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni, Ludvig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu ilk akla gelenlerdir.
Tarih kavgası sınıf kavgasıdır
Marksizmle, dayandığı miras arasındaki ilişkide “aşılma” olgusu sık sık atlanır. Mesela, laikçi-Aydınlanmacı cephe, Marksizmi Aydınlanma’nın kopuşsuz bir devamı gibi gösterir veya ikisi arasında pek bir ayrım gözetmez. Gramsci vurguluyordu ki, Marksist öğreti, “klasik Alman felsefesinin, İngiliz klasik iktisadının, Fransız siyasal etkinlik ve biliminin, 1848’e doğru erişmiş bulundukları en yüksek düzeyin sonu ve aşılması da olan üç oluşturucu parçadan oluşmuş”tur. Tarihsel materyalizmin burjuva kampa mensup tarih felsefelerinden farkı da buradadır. “Aşılma” olgusunun atlanması demek, eski felsefe ve iktisadın anti-tarihselliğine, Hegel diyalektiğininse idealizmine geri dönmek demektir. Buysa, insan toplumunun evrimini materyalizm ve tarihsellik ekseninde açıklayan tarihsel materyalizmin en önemli iki özelliğinin terki olacaktır.
Yine, bütün hasımları, bu arada Türk akademyası, Marx’ın katkısını tarihe iktisadı katmakla sınırlamayı sürdürüyorlar. Bu, Marx’tan önce de yapıldı. Fark şuydu ki, materyalist tarih anlayışı ekonomik temelin üstyapısal öğeler karşısındaki önceliğini kanıtlamakla kalmadı, bunlar arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimleri de gösterdi. İnsan toplumunun evriminde, sosyoekonomik formasyonların ortaya çıkışlarını, her aşamanın ekonomik, politik, hukuki ve ideolojik yönleri arasındaki ilişkisel bütünlüğü ve bunların aşağıdan yukarıya doğru gelişmelerini açıklama kapasitesine sahip olan tek tarihsel materyalizm olmuştur. O yüzden, onu felsefeye, iktisada, sosyolojiye, psikolojik tarihe, tarih yazıcılığına (vs.) bölerek bütünlüğünü bozmaya çalışan çağdaş girişimler hep başarısız olmaktadır. Tarihsel materyalizm, her şeyden önce evrensel tarihe bir üst bakış, insan toplumunun gelişiminin ve dönüşümünün yasalarını bulup çıkaran bütünlüklü bir bilimdir. Başarısı ve cazibesi de buradan gelir.
Tarihsel materyalizmin üstünlüğü köklerinin derinliğinde, yöntemlerinde, kavramsal zenginliğinde, kendini sürekli yenilemesinde, ufkunun genişliğindedir. Post-modernist teorisyenler şimdiden unutulmaya yüz tutmuşken, Marksist klasiklerin hala ilgiyle okunuyor olması bu yüzdendir.
Yaşar Ayaşlı
sendika.org.tr
YORUMLAR