Son Dakika



Bekliyorum seni! Yağmura hasret topraklar, kuşlara özlem duyan ağaçlar, af bekleyen mahkûmlar, çocuklarının sağ ve sağlıklı dönmelerini dileyen, bekleyen analar gibi…

Sözcüklerle anlatmakta zorlandığım, sana olan umudumu törpülemekten vazgeçip şiddetle tırpanlamaya hazırlanan hüzne boyun eğmek zorundayım, gel artık!

Tamamen kuşatılmış bir barikatım şimdi.

Biliyorum, inanmayacaksın belki; ama olmayacakları, aklına gelmeyecekleri yapmaktayım. Kendim de şaşırıyorum yaptıklarıma ve hâlime. Garip ve içinden çıkılmayacakmış gibi görünen, üstelik de soğuk mu soğuk bir karanlığın içindeyim. Her yanım buz tutmuş gibi… Yine de müthiş karanlığa yenilmemek için durmadan kanatlarıma yükleniyorum. Ne kadar hızlı yağarsa yağsın yağmur, bir damladan fazla düşmez serçenin kanadına, işte bu söze bağlanarak içimden, senin aşkınla… Karanlık, bilincinde direnişimin... Bu yüzden şiddetini çoğaltıyor. Kanatlarım donmak üzere. Gücüm kalmadı. Ama kendimi karanlığa bırakmıyorum yine de. Kanatlarımın buzlaştığını, ağırlaştığını bildiğim hâlde. Gücümü yeniden kazanmak istiyorum. Bir dal arıyorum, bir sığınak; yok! Varsa bile göremiyorum. Gözlerim içinde biber varmışçasına acıyor, bu yüzden sık sık kapatıyorum. Yorgunum. Bitkinim. Takılmışım örümcek ağı gibi karanlığın ağına. Üstelik de yapış yapış. Yorgunluğuma, bitkinliğime ve karanlığın ağına karşın, ağırlaşan kanatlarıma güveniyorum. Beni yolda bırakmayacaklarını biliyorum, uçuyorum son bir sevinçle, ümitle. Kendimi kanatlarıma yükleyen yüreğimin gücü sensin aslında. Hadi ne duruyorsun, ışık ol bana, aydınlat çevremi. Uzat ışıktan kılıçlarını parçala beni kuşatan karanlığın ağını! Kanatlarımı ağırlaştıran, bütün gücüyle beni kör kuyusuna çeken hüznü, güneşin karı erittiği gibi erit! Bu çaresizlikten kurtar beni! Bırakma beni çıkmazların içinde! Karanlıkta kuş uçmaz deme..

N’olur! Olmayacakları senin için başarmaya çalışıyorum, gör! Sen de, seni bulabilmem için çabala!.. Sana dair bütün güzellikleri canlı tutan ve her şeye karşı güzelliklerini büyüten içime serin bir nehir gibi gir! Kurtar bedenimi bir zindana çevirmek isteyen hüzünden! Görmüyor musun, bedenim; sana, ümitlerime mezar oluyor. Bir anıtmezara dönüşen bedenimden hoşlanmıyorum. Elimden bir şey gelmiyor, bunu bil! Anıtmezar bir tür zindandır anlıyor musun? Bedenimi zindana dönüştürmeye çalışan hüzne gönüllü mahkûm olma! Karanlığını, yılgınlığını içimde seninle gezdirmesine olanak verme!

Hüznün yapıcılarıyla dövüşmelisin. Beni, giysilerim gibi kuşatmalısın. Hüznün yapıcılarına karşı, ışıktan ellerinle bedenim için tenimde barikat kurmalısın. İçime ışık girmesin diye perde çeken karanlığı engellemelisin. Güneşi engelleyen perdeleri yırtmalısın. Güneşle içimi ısıtmalısın. Hüzün ve acı yüreğimin derinliklerinde yuva kurmasın diye. İçimdekileri kargı yap, dünyanın çöplüğüne fırlat, olanca gücünle beni rahatlat.

Ama bir türlü gelmiyorsun. Geleceğini muştulayanları yalancı olmaktan kurtarmıyorsun, niçin? Hangi kahpe tuzaklara yakalandın? Hangi sevgisiz, hoyrat ellere düştün? Söyle hele? Unutma, sabrın da sonu var. Al benden de bu kadar diyebilirim. Kendimi hüzne verebilirim. Çabam yalnızca kendim için değil ki. Kırılma, ama böyle yapabilirim. Hep seni bekleyemem. Sensiz de açarım perdelerimi. Sonsuz bir karanlıkta kanatlarıma yüklenerek, her şeye karşın seni düşünmem, benimle ölecek olduğuna göre… Bendeki yalnızlığın büyük nedeni, nerdesin? Şiirler, betikler yetmiyor sensizliğe, var mı ötesi? Dar olurmuş yüreği yol gözleyenin, haberin var mı senin? Burada fırtınanın geçmesini bekleyen bir gemi gibi olmayacağım. Oysa ne senin ne de sensizliğinin yerini doldurmaya çalışan hüznün fırtınalarına aldırmıyorum. Sonra yalnızca kaptanı sen olan bir gemi de değilim. Sensiz de hüznün denizinde, fırtınalara karşı yol bulurum. Nasılsa çıkarım bir kıyıya. Ne teslimiyet ne de uzlaşma derim, çeker giderim. Şunu iyi bil ki toprağa kök salmış ve hiçbir yere gitme olanağı olmayan herhangi bir ağaç gibi kök salmadım. Bütünüyle de sana bel bağlamadım. Ne bir not, ne de bir şiir bırakacağım sana. Ne bir ipucu ne de bir im koyacağım yoluma.

Arayan, inanan ve isteyen bulur çünkü.

Artık bundan sonrası sana kalmış, yetenekli bir izci ol ve beni bul. Gidiyorum


-Neyin var senin, nereye gidiyorsun?

-Bir şeyim yok! Bana nereye gittiğimi sorma! Kendini hiç yorma, ağzımdan kerpetenle bile lâf alamazsın, acımı paylaşamazsın, tamam mı?!

-Benimle nasıl konuşuyorsun böyle?! Bu kadar saldırgan olman için ne yaptım sana?

-Beni kendimle baş başa bırak lütfen! Acımla, düşüncelerimle yalnız kalmak istiyorum!

-Beklediğin gelmedi diye mi bu tafran?!

-Olabilir!...

-Bakarsın gelir, sabırlı ol biraz! Onun geleceğini sana muştulayanlar, ciddi bir şaka yapmış olamazlar mı?

-Hiç sanmıyorum!

-Dur gitme! Vakit çok erken daha! Güneş doğsun bari…

-Yolumdan çekil, seni kırmak istemiyorum!

-Gideceğin yeri, döneceğin saati söyle hiç olmazsa…

-Bağışla ama alışkanlığımı yıkmak zorundayım bu defa. Hiçbir şey söylemek içimden gelmiyor! Onu bunca zaman beklediğim yeter artık! Gelirse beni kendisi bulsun!

-Peki, ayıp olmaz mı bu yaptığın?! Onu uzun zamandan beri bekledikten sonra…

-Neden ayıp olacakmış canım? O, beni bulur anlaşıldı mı?!

-Bu koca kentte nasıl bulur seni bilmem ki!!

-Hoşça kal, benden bu kadar!


‘Kırıcı olmak zorunda mıydın? Onu üzmek sana ne kazandırdı? Böylece sıkıntını içinden atacağını mı sandın, ey yaralı yüreğim? Gelmeyen, seni bunca zamandır bekleten o; eşinin suçu ne? Gözlerinin buğulandığını görmedin mi? Buna hakkın var mı? Mengene dilinin oklarıyla yaraladığını fark etmedin mi? Acılarını paylaşmaya can atan, elinden geldiğince sana yardımcı olmaya çalışan eşin değil mi? Senden beklediği bu muydu? O nasıl olsa gelecek! Bekleyişin karşılık bulacak, dünya senin olacak! İçin çiçeklenecek! Ümitlerin yeşerecek! Güneşleneceksin sonunda!’

Sağduyum, kimi kandırıyorsun. Söylediklerinin hiçbiri olmayacak! İçimde büyütmeye çalıştığın bekleyiş hüzne boyun eğecek! Hüzün çelikten tırnaklarını tenime geçirecek! Acılarla yanıp kavrulacağım. Yalnız başıma hüznün okyanusuna yol alacağım. Fırtına açıklarda daha da artacak, beni de seni de kendi karanlığına çekecek. Ümit tacirliği yapma. Beni kandırmaya çalışma! Gerçekleri süsleme! Hep kendini ele veriyorsun, beni daha çok üzüyorsun. Bu tavrınla “çivici katil” gibisin, biliyor musun?! Sözlerin kamufle edilmiş, birer yirmilik çivi. Sen de içimde barınan, saklanan ve uygun zamanı kollayan “çivici katil”sin! Bana yaptıklarının farkında mısın acaba?! Sözel çivilerini usumun içinden dışına doğru çakıyorsun. Başımı bir “topuz” yapıyorsun, görmüyor musun?! İnsanın başına ne gelirse dilinden gelir. Bunu hiç duymadın mı? Bülbülün çektiği de dili belâsı… Seni içime hapsederim sonra. Ümit tacirliğine bir son ver! Sözel çivilerini kendine sakla. İstersen kendini cayır cayır yak, ama beni rahat bırak!


-Memleketten kötü haber mi var hocam?

-Kötü bir haber yok memleketten!..

-Öyleyse niçin üzgünsün?

-Bekletilmek ne demek, bilir misin?

-Eh biraz, peki; dünyayı omzuna yıkan kim acaba?!

-Hem herkes hem her şey, hem de hiç kimse ve hiçbir şey!

-Söylediğinden bir şey anlamadım be hocam, bilmece gibi konuştun! Bu ıssız yerde neyi ya da kimi beklediğini söyler misin?

-Sihirli posta kuşunu!...

-Sihirli pota kuşu mu?!...

-Evet. Bana yolcusunu getirecek!

-Yolcusu da kim hocam?!

-Güneş doğduğunda sihirli posta kuşu gelecek…

-Hocam, benimle dalga geçmeyin lütfen! Şakacı olduğunu biliyorum, ama bu kadarı beni aşar, kaldıramam ben. Ciddi bir yanıt bekliyorum, gerçekten kimi bekliyorsun?! Anlayacağım dilden konuş benimle!

-Sihirli posta kuşunun yolcusu, Minerva!

-O da kim hocam, mahalleye yeni taşınan bir yabancı mı yine?!

-Hayır. Savaş tanrıçası!

-Ne?! Yani Athena’yı mı bekliyorsun?! Bu olacak şey mi ya?!

-Evet.

-Hocam, iyi misin Allah aşkına?!

-Hiç kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim doğrusu…

-Kusura bakma ama ya benimle kafa buluyorsun ya da tersliğin üstünde. Bence sen bu ara okumaya falan ara ver hocam, hadi eyvallah!

-Dur gitme! Minerva gerçekten de gelecek!

-Git işine ya!


Senin yüzünden yalnızlığın oluşturduğu evin penceresinin önündeyim. Oturuyorum. Issızlığın tam ortasındayım. En çok güvendiğim arkadaşım da gitti. Beni “deli” sanıyor. Söylediklerime, o da ötekiler gibi inanmadı. Koşarak uzaklaştı. Yalnızlığın evini, denizin ortasındaki küçücük adaya yapılmış “Kız Kulesi”ne benzetiyorum. Orayla ilgili söylenceleri biliyorsun, değil mi? Ben o söylencelerin mutsuz sonlarını sevmiyorum. Bir “elma”dan zehirli “yılan” çıkmasın istiyorum. Beni buradan ve “mutsuz son”dan kurtar. Bekliyorum, duyuyor musun beni!

Yalnızlığın evinde pencere önündeyim. Müthiş bir ışıkla aydınlandım. Yalnızlığın evi ışıkla doldu. Gözlerimi ışıktan alamadım. Kör olmadı gözlerim bu güçlü ışıktan dolayı. İçim içime sığmadı. Ağustosta güneşe değil de gölgeye bakıyormuşum gibi. İçim aydınlanıyordu artık. Ne yüreğime çöreklenmeye çalışan karanlığın hüznü, acısı, ne de beni dönüştürmeye sevdalı yalnızlık vardı. Kendimi ışığın huzurlu kucağına bıraktım. Işıktan bir beşiğin içindeyim sanki. Dünyanın en mutlu insanıydım. Sonunda merakımı yendim. Gözlerimi ışığın kaynağına çevirdim. Işığın kaynağı karşımdaydı. Baktım uzun uzun. Karşımdaki güneşti. Kanıksadığımız güneş değildi ama. Sıcaktı. Aydınlıktı. Elimi uzatsam tutacağım kadar yakındı bana. Büyülendim âdeta. Gözlerimi ondan alamadım. Güneşten bir nokta kadar bir ışık ayrıldı, bana yöneldi. Yaklaştıkça da büyüdü. Önümde durdu. Boyumdan büyük mü büyük bir kuştu. Deve kuşu bile onun yanında yarısı kadar kalırdı. Öyle aydınlık ve parlaktı ki. Bu ışıktan kuşun üstünde ışıktan biri vardı. İşte dedim içimden, ‘Sihirli Posta Kuşu bu!’ Gözlerimi büyülenmişim gibi ayıramıyordum ondan. Sesim çıkmıyordu. Bunu önemsemedim bile. Bana, sihirli posta kuşu yolcusunu muştulayanların söylediklerinden dolayı beklediğimi biliyordum, ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Şaşırdım. Hem de çok. Ayağa kalkmak, onu karşılamak geçti aklımdan. Onun ellerinden tutmak, başköşeye oturtmak… Tuhaf ama yontuymuşum gibi öylece kalakaldım. O güzeller güzeliydi. Dünyada bir eşi daha yoktu. Güneşti. Afrodit yanında çirkin kalırdı. Endamı, zarafeti, gözleri, saçları, kısacası tarifsiz ve eşsizdi.

Sihirli Posta Kuşunun yolcusu indi. Yerden bir karış yukarıda durdu. Küçük dilimi yutacaktım neredeyse! Hayrete düştüm. Ama hemen toparlandım. Böyle şeyler onun için doğaldı çünkü. Yerden bir karış yukarıdan yürüdü bana. Tam bir tanrıçaydı. Usul usul ilerliyordu. Sanki yeri incitmek istemiyordu. Gülümsüyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. İşte karşımdaydı! Nefes alıp verdiğini duyuyordum.

İşte ben bunu bekliyordum…

“Ben Minerva’yım.”

“Sizi tanıyorum!”

“Beni içinde yaşatanlara görünürüm ve ancak onlarla olurum…”

“Ama beni çok beklettiniz!”

“Çok uzaktan geldiğimi biliyorsun aslında.”

“Ama!”

“Neyse, benimle yolculuğa hazır mısın?”

“Hazırım!”

“Ver elini bana, Sihirli Posta Kuşu’na bin de gidelim!”

“Beni nereye götüreceksiniz?!”

“Sağduyu Ülkesi’ne…”

“Sağduyu Ülkesi var mı gerçekten?!”

“Evet.”

“Nasıl bir yer orası?!”

“Gittiğimizde görürsün…”

Sihirli Posta Kuşuna bindim. Sihirli Posta Kuşu ikimizi rahatça taşıyordu. Bulutların arasından geçti. Sonunda yolculuğumuz bitti. Sağduyu Ülkesi’ne vardı. Sihirli Posta Kuşu usulca inerken gördüklerime inanamadım ve bağırdım avazım çıktığı kadar:

“Ama burası yaşadığım ülke!”

“Haklısın…”

“İçine inmeye çalıştığımız şu şehir ne kadar da yaşadığım şehre benziyor!!!”

“Yaşadığın şehir zaten!”

“Ama bu şehir! Bu şehir Roma arenalarına dönüşüyor Minerva! Sihirli Kosta Kuşu indikçe!”

“Evet.”

“On iki numaralı gladyatörler, alanlarda, caddelerde, sokaklarda, evlerde her yaştan insanı birer vahşi hayvanmış gibi öldürüyor!”

“Gör!”

“Yine alanlarda, caddelerde, arenaların çevrelerinde darağaçları var! Binlerce, yüz binlerce darağacında birer bayrak gibi sallanan kalemler, türküler, oraklar, tornalar, atölyeler görüyorum!”

Sihirli Posta Kuşu bizi şehre indirsin mi?”

“İstemiyorum!”

“Peki, ne istiyorsun?”

“Gözlerimin perdesini kaldırmaya devam et Minerva!!”

“Bunu istediğinden emin misin?”

“Evet!”

“Sihirli Posta Kuşu, bizi “tespih koleksiyoncusu”na götür!”

Sihirli Posta Kuşu şehre inmekten vazgeçti tekrar kanatlandı göğe. Çok kısa sürede bizi Sağduyu Ülkesi’nin yönetim merkezine götürdü. Burası da benim yaşadığım şehre benziyordu.

Uzun sokakları, caddeleri, bulvarları, yüzlerce gökdeleni, güvenlik birimleriyle oldukça görkemliydi. Kuş yönetim merkezine doğru süzüldükçe sordum:

“Tespih Koleksiyoncusu da kim?! Nerede yaşıyor?!”

“Her yaştan insanın başını kullanarak özel tespihini yapıyor. Bu “dev”in emrinde binlerce insan avcısı var. Burada yaşıyorlar…”

“İnanmak istemiyorum, olamaz bu! Peki, insan avcıları hangi insanları bu “dev”e getiriyor?! Sonra niçin, suçları ne?!”

“Uygunluk test merkezlerinden geçmek istemeyenler, doğallıklarını koruyup sosyalleşmemiş olduklarına inandıklarını getiriyorlar. Çünkü bunları düşman görüyorlar.”

“Anlıyorum galiba!”

“Birazdan “dev”in yaşadığı yere ineceğiz…”

“Hazırım!”

Minerva’nın emriyle Sihirli Posta Kuşu “dev”in yaşadığı şatonun girişine indirdi bizi. Minerva’nın görünmezlik ışığıyla görünmez oldum ve şatoya girdim. Gördüklerime inanmak istemedim. Ama gördüklerim gerçekti. Titriyordum. Şato güneşe kapalıydı. Işık diye bir şey yoktu. Karanlıktı. Soğuktu. Küf kokuyordu. Garip bir aydınlatıcıyla aydınlatılıyordu. İç parçalayan sesler geliyordu kulağıma. Koridorlar, salonlar, odalar öyle çoktu ki… Bütün kapılar açıktı ardına kadar. Âdeta bir “korku tüneli”ydi. Sonunda “dev”in hükümranlık sürdürdüğü ve yaşadığı bölümü gördüm. Oturuyordu koltuğunda. Tespih çekiyordu. Oturdu hâlde bir “Buda” heykeli kadar iriydi. Sol elinde eski, ilkel bir terazi, sağ elinde de insan başı taneli tespihi vardı. Bir dudağı yerde bir dudağı da gökteydi. Horluyordu. Önünde kocaman bir rahle, rahlenin üstünde de “tespih yapma sanatı”yla ilgili binlerce sayfalı kitabı duruyordu. Uzun burunlu ve uzun kulaklıydı. Elini kaldırdığında kolayca ulaşabileceği yükseklikteki askılarda onlarca insan başlı tespih gördüm. Korktum ve iğrendim. İsyan ettim. Tespihlerin numaraları ve imameleri harflerdendi. Bu imleri anlamadım. Bazılarının imamelerini okuyabildim: Ö. Ü. tespihi, İ. B. tespihi, Y. K. tespihi, Ö. H. tespihi, A. G. S. tespihi…

“Dayanamayacağım artık, lütfen çıkalım buradan!!”

“Onun çektiği tespihin imamesine bak önce!”

“Y. K. harfleri var, nedir bu?!!”

“İnsan başlı tespihin son numarasına bak şimdi de!”

“Bin seksen…”

“Bu imamenin oluşturduğu tespihi tanıdın mı?”

Hayır! İmameyi oluşturan harflerin anlamını söyler misin, belki o zaman…”

“Kulağına fısıldamak istiyorum sokul bana.”

Söyledi kulağıma.

Birdenbire ok gibi fırladım ve haykırdım:

“Neee! Düşünce özgürlüğü isteyenler tespihi mi?!”

“Yaaa…”

“Lütfen gidelim artık!”

“Kapa gözlerini öyleyse…”

“Aç artık gözlerini!”

“Neresi burası Minerva?!”

“İyice bak!”

“Bu! Bu ülkemizin coğrafyasına, daha doğrusu sınırlarını andıran bir bina! Bu da neyin nesi böyle?!”

“Görüyorsun, ama bakmıyorsun. Bak lütfen!”

“Hayret! Madımaklardan yapılmış bu bina! Göz göz yanıyor madımak! Cehenneme eş bir sıcaklık tenimi yalıyor! Neredeyse yanacağım! Nice güzel insan!.. Şahmeran gibi duvarın ötesini görüyorum, kimi ceme durmuş, kimi şiir söyler, kimi öykü okur, kimi roman… kimi… El ele vermişler! Birer narteks olmuşlar! Kol kola girmişler! Cayır cayır yanıyorlar, aldırmıyorlar ama gülüyor, birbiriyle sohbet ediyorlar. Otuz üç narteks!... Ülkem coğrafyalı Madımak binasından çıkıyor narteksler, karanlığı aydınlatmak isteyenlere ulaşıyorlar. Ülkem ışıl ışıl! Nartekslerin sesini işitiyorum Minerva! Neler de söylüyorlar: “Aydın olmak muhalif olmayı gerektirir. Biz de insan, daima uzlaşma zemini arayan insan olarak kalmıştır. Oysa hayatın her alanında tavır koyan, tepki gösteren, hayatı dönüştürmeye, güzelleştirmeye çalışan insan da olmalıdır…”

Her narteks bir aydın/lık olmuş. Madımak’ı tutuşturanları da aydınlatmaya çalışıyor Minerva! N’ oluyor böyle, beyaz bir buzdanmışsın gibi eriyorsun?!

“Dünyanızda bana yer yok çünkü.”

“Niçin?! Sen, koruyucu tanrıçasın! Şimdi öyle!”

“Bu bana, senin gibi olan; ama binlerce yıl önce yaşayan insanların yüklediği bir misyon o kadar…”

“Hayır! Sen, hâlen Savaş tanrıçasısın aynı zamanda. Burada kal, yine taraf tut. İyinin, doğrunun ve güzelin tarafı olduğunu biliyoruz!”

“Yapamam!”

“İstersen gerçeğin düşmanlarına, insanları katleden barbarlarına karşı bin türlü tuzak kurarsın. Zamanın insanları, güzellikleri yok eden bütün araçlarını yüz binlerce elini toplayıp atabilirsin fırınlarına. Ve bunları bizim için yararlı araç gereçlere dönüştürebilirsin…”

“Söylediklerini yapmayı ne kadar isterdim bir bilsen…”

“Olanaksız değil Minerva!”

“Benim gibi tanrıçaları ve tanrıları yaratan koşullar yok. Çağcıl tanrıları yaratan koşullar, aynı zamanda bizi belleklerinde yaşatan insanları da yok ediyor. Bu hem doğal hem de kaçınılmaz. Sevginin sözde tanrıları adına kul olan insanlar hep sevgisizliği ve hoşgörüsüzlüğü özümsüyor, içselleştiriyor. Sevginin, hoşgörünün ve insanlığın önünü tutuyorlar. Sevgiye ve sevgi tanrılarına giden yolların tümü kesiliyor…”

“N’ oluyor Minerva! Eriyorsun!”

“Güçlü olan insanlık, benim gibi tanrıçalar ya da tanrılar değil. Müthiş belleğiniz ve yaratıcılığınız var. Geçmişten bugüne kadar benim gibi olanları yaratan ve yaşatanlarsınız. Bizi doğaüstü yapanlarsınız. İçinde beni yaratan enerjiyi tüketiyorsun, bu yüzden eriyorum. Beni yaratan ve yaşatan insanların dünyasına dönmek istiyorum, sana teşekkür ederim…”

“Minervaaa!”

“Çağımın tanrı ve tanrıçalarısınız. Aslında gereksinmeniz yok bize. Bütün farklılıklarınıza karşın sevin birbirinizi. Sevin. Kardeş olun. Dünya bir beşik size, çocuklarınız güzelliklere büyüsün diye sallanır. Sevgiyle çiçeklendirin sözlerinizi ve çevrenizi. Aşkla dillendirin türkülerinizi, şiirlerinizi…”

“Minerva! Minerva!”

“Kanatlan artık Sihirli Posta Kuşu az zamanımız kaldı…”

“Gitmeeeeee!”

“Hoşça kal!”

“Git, git Minerva! Git güle güle!”


Minerva kuşuyla gitti. Sonunda bir nokta oldu ve gözden kayboldu. Şöyle bir baktım çevreme. Hava kararıyordu. Oturdum yerden kalktım. Yavaş yavaş yürüdüm. Az ötedeki alanda oyun oynayan çocuklarla karşılaştım. Gülen gözlü, temiz yüzlü bir çocukla göz göze geldim. Yanıma kadar yuvarlanan topun ardından gelmişti. Bana baktı. Güldü. Sanki benden bir şey saklıyordu. Biraz da korkuyor gibiydi. Bu afacan çocuğun yanına sevimli mi sevimli, sarı saçlı bir kız gelmişti. Çocuğun ceketinin arkasından tutup çekiştirmeye başladı. Onu benden uzaklaştırmaya çalıştı. Sonra da atıldı:

Amca, kardeşim deminden beri yüzünüze ayna tutuyordu, özür dilerim,” dedi. Suçlu bakışlarının nedenini öğrendim. Yalnızca baktım ikisine. Gülümsedim. Yürümeye devam ettim. Peşimden koşup bana seslenen kıza döndüm. “Sizden kardeşim adına özür dilerim amca!” dedi bir daha.

Önemli değil kızım, git hadi!” dedim. Diz çöktüm. Sarı saçlarını okşadım. Yanağını da… Beklediğinin bu olduğunu ancak anlayabildim. Koşarak uzaklaştı. Ardından baktım. Arkadaşlarına ve oyuna katıldı. Ayağa kalktım. Yola koyuldum. Sihirli Posta Kuşunun yolcusunu düşündüm. Son bir defa kaldırdım başımı yukarı, güneşe diktim gözlerimi. Onu görür gibi oldum. Bana el salladığını sandım. Gülümsedim ve ben de el salladım.

*Acılar Atlası adlı dosyadan


Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)