Sihirli posta kuşu / Tacim Çiçek
Bekliyorum
seni! Yağmura hasret topraklar, kuşlara özlem duyan ağaçlar, af
bekleyen mahkûmlar, çocuklarının sağ ve sağlıklı dönmelerini
dileyen, bekleyen analar gibi… Sözcüklerle
anlatmakta zorlandığım, sana olan umudumu törpülemekten vazgeçip
şiddetle tırpanlamaya hazırlanan hüzne boyun eğmek zorundayım,
gel artık!
Tamamen
kuşatılmış bir barikatım şimdi. Biliyorum,
inanmayacaksın belki; ama olmayacakları, aklına gelmeyecekleri
yapmaktayım. Kendim de şaşırıyorum yaptıklarıma ve hâlime.
Garip ve içinden çıkılmayacakmış gibi görünen, üstelik de
soğuk mu soğuk bir karanlığın içindeyim. Her yanım buz tutmuş
gibi… Yine de müthiş karanlığa yenilmemek için durmadan
kanatlarıma yükleniyorum. Ne
kadar hızlı yağarsa yağsın yağmur, bir damladan fazla düşmez
serçenin kanadına,
işte bu söze bağlanarak içimden, senin aşkınla… Karanlık,
bilincinde direnişimin... Bu yüzden şiddetini çoğaltıyor.
Kanatlarım donmak üzere. Gücüm kalmadı. Ama kendimi karanlığa
bırakmıyorum yine de. Kanatlarımın buzlaştığını,
ağırlaştığını bildiğim hâlde. Gücümü yeniden kazanmak
istiyorum. Bir dal arıyorum, bir sığınak; yok! Varsa bile
göremiyorum. Gözlerim içinde biber varmışçasına acıyor, bu
yüzden sık sık kapatıyorum. Yorgunum. Bitkinim. Takılmışım
örümcek ağı gibi karanlığın ağına. Üstelik de yapış
yapış. Yorgunluğuma, bitkinliğime ve karanlığın ağına
karşın, ağırlaşan kanatlarıma güveniyorum. Beni yolda
bırakmayacaklarını biliyorum, uçuyorum son bir sevinçle, ümitle.
Kendimi kanatlarıma yükleyen yüreğimin gücü sensin aslında.
Hadi ne duruyorsun, ışık ol bana, aydınlat çevremi. Uzat ışıktan
kılıçlarını parçala beni kuşatan karanlığın ağını!
Kanatlarımı ağırlaştıran, bütün gücüyle beni kör kuyusuna
çeken hüznü, güneşin karı erittiği gibi erit! Bu
çaresizlikten kurtar beni! Bırakma beni çıkmazların içinde!
Karanlıkta
kuş uçmaz
deme..
N’olur!
Olmayacakları senin için başarmaya çalışıyorum, gör! Sen de,
seni bulabilmem için çabala!.. Sana dair bütün güzellikleri
canlı tutan ve her şeye karşı güzelliklerini büyüten içime
serin bir nehir gibi gir! Kurtar bedenimi bir zindana çevirmek
isteyen hüzünden! Görmüyor musun, bedenim; sana, ümitlerime
mezar oluyor. Bir anıtmezara dönüşen bedenimden hoşlanmıyorum.
Elimden bir şey gelmiyor, bunu bil! Anıtmezar bir tür zindandır
anlıyor musun? Bedenimi zindana dönüştürmeye çalışan hüzne
gönüllü mahkûm olma! Karanlığını, yılgınlığını içimde
seninle gezdirmesine olanak verme!
Hüznün
yapıcılarıyla dövüşmelisin. Beni, giysilerim gibi kuşatmalısın.
Hüznün yapıcılarına karşı, ışıktan ellerinle bedenim için
tenimde barikat kurmalısın. İçime ışık girmesin diye perde
çeken karanlığı engellemelisin. Güneşi engelleyen perdeleri
yırtmalısın. Güneşle içimi ısıtmalısın. Hüzün ve acı
yüreğimin derinliklerinde yuva kurmasın diye. İçimdekileri kargı
yap, dünyanın çöplüğüne fırlat, olanca gücünle beni
rahatlat.
Ama
bir türlü gelmiyorsun. Geleceğini muştulayanları yalancı
olmaktan kurtarmıyorsun, niçin? Hangi kahpe tuzaklara yakalandın?
Hangi sevgisiz, hoyrat ellere düştün? Söyle hele? Unutma, sabrın
da sonu var. Al
benden de bu kadar
diyebilirim. Kendimi hüzne verebilirim. Çabam yalnızca kendim için
değil ki. Kırılma, ama böyle yapabilirim. Hep seni bekleyemem.
Sensiz de açarım perdelerimi. Sonsuz bir karanlıkta kanatlarıma
yüklenerek, her şeye karşın seni düşünmem, benimle ölecek
olduğuna göre… Bendeki yalnızlığın büyük nedeni, nerdesin?
Şiirler, betikler yetmiyor sensizliğe, var mı ötesi? Dar olurmuş
yüreği yol gözleyenin, haberin var mı senin? Burada fırtınanın
geçmesini bekleyen bir gemi gibi olmayacağım. Oysa ne senin ne de
sensizliğinin yerini doldurmaya çalışan hüznün fırtınalarına
aldırmıyorum. Sonra yalnızca kaptanı sen olan bir gemi de
değilim. Sensiz de hüznün denizinde, fırtınalara karşı yol
bulurum. Nasılsa
çıkarım bir kıyıya. Ne teslimiyet ne de uzlaşma
derim, çeker giderim. Şunu iyi bil ki toprağa kök salmış ve
hiçbir yere gitme olanağı olmayan herhangi bir ağaç gibi kök
salmadım. Bütünüyle de sana bel bağlamadım. Ne bir not, ne de
bir şiir bırakacağım sana. Ne bir ipucu ne de bir im koyacağım
yoluma.
Arayan,
inanan ve isteyen bulur çünkü.
Artık
bundan sonrası sana kalmış, yetenekli bir izci ol ve beni bul.
Gidiyorum…
-Neyin var senin, nereye
gidiyorsun?
-Bir şeyim yok! Bana
nereye gittiğimi sorma! Kendini hiç yorma, ağzımdan kerpetenle
bile lâf alamazsın, acımı paylaşamazsın, tamam mı?!
-Benimle nasıl
konuşuyorsun böyle?! Bu kadar saldırgan olman için ne yaptım
sana?
-Beni kendimle baş başa
bırak lütfen! Acımla, düşüncelerimle yalnız kalmak istiyorum!
-Beklediğin gelmedi diye
mi bu tafran?!
-Olabilir!...
-Bakarsın gelir, sabırlı
ol biraz! Onun geleceğini sana muştulayanlar, ciddi bir şaka
yapmış olamazlar mı?
-Hiç sanmıyorum!
-Dur gitme! Vakit çok
erken daha! Güneş doğsun bari…
-Yolumdan çekil, seni
kırmak istemiyorum!
-Gideceğin yeri,
döneceğin saati söyle hiç olmazsa…
-Bağışla ama
alışkanlığımı yıkmak zorundayım bu defa. Hiçbir şey
söylemek içimden gelmiyor! Onu bunca zaman beklediğim yeter artık!
Gelirse beni kendisi bulsun!
-Peki, ayıp olmaz mı bu
yaptığın?! Onu uzun zamandan beri bekledikten sonra…
-Neden ayıp olacakmış
canım? O, beni bulur anlaşıldı mı?!
-Bu koca kentte nasıl
bulur seni bilmem ki!!
-Hoşça kal, benden bu
kadar!
‘Kırıcı
olmak zorunda mıydın? Onu üzmek sana ne kazandırdı? Böylece
sıkıntını içinden atacağını mı sandın, ey yaralı yüreğim?
Gelmeyen, seni bunca zamandır bekleten o; eşinin suçu ne?
Gözlerinin buğulandığını görmedin mi? Buna hakkın var mı?
Mengene dilinin oklarıyla yaraladığını fark etmedin mi?
Acılarını paylaşmaya can atan, elinden geldiğince sana yardımcı
olmaya çalışan eşin değil mi? Senden beklediği bu muydu? O
nasıl olsa gelecek! Bekleyişin karşılık bulacak, dünya senin
olacak! İçin çiçeklenecek! Ümitlerin yeşerecek! Güneşleneceksin
sonunda!’ Sağduyum,
kimi kandırıyorsun. Söylediklerinin hiçbiri olmayacak! İçimde
büyütmeye çalıştığın bekleyiş hüzne boyun eğecek! Hüzün
çelikten tırnaklarını tenime geçirecek! Acılarla yanıp
kavrulacağım. Yalnız başıma hüznün okyanusuna yol alacağım.
Fırtına açıklarda daha da artacak, beni de seni de kendi
karanlığına çekecek. Ümit tacirliği yapma. Beni kandırmaya
çalışma! Gerçekleri süsleme! Hep kendini ele veriyorsun, beni
daha çok üzüyorsun. Bu tavrınla “çivici katil” gibisin,
biliyor musun?! Sözlerin kamufle edilmiş, birer yirmilik çivi. Sen
de içimde barınan, saklanan ve uygun zamanı kollayan “çivici
katil”sin! Bana yaptıklarının farkında mısın acaba?! Sözel
çivilerini usumun içinden dışına doğru çakıyorsun. Başımı
bir “topuz” yapıyorsun, görmüyor musun?! İnsanın başına ne
gelirse dilinden gelir. Bunu hiç duymadın mı? Bülbülün çektiği
de dili belâsı… Seni içime hapsederim sonra. Ümit tacirliğine
bir son ver! Sözel çivilerini kendine sakla. İstersen kendini
cayır cayır yak, ama beni rahat bırak!
-Memleketten kötü haber
mi var hocam?
-Kötü bir haber yok
memleketten!..
-Öyleyse niçin
üzgünsün?
-Bekletilmek ne demek,
bilir misin?
-Eh biraz, peki; dünyayı
omzuna yıkan kim acaba?!
-Hem herkes hem her şey,
hem de hiç kimse ve hiçbir şey!
-Söylediğinden bir şey
anlamadım be hocam, bilmece gibi konuştun! Bu ıssız yerde neyi
ya da kimi beklediğini söyler misin?
-Sihirli posta kuşunu!...
-Sihirli pota kuşu
mu?!...
-Evet. Bana yolcusunu
getirecek!
-Yolcusu da kim hocam?!
-Güneş doğduğunda
sihirli posta kuşu gelecek…
-Hocam, benimle dalga
geçmeyin lütfen! Şakacı olduğunu biliyorum, ama bu kadarı beni
aşar, kaldıramam ben. Ciddi bir yanıt bekliyorum, gerçekten kimi
bekliyorsun?! Anlayacağım dilden konuş benimle!
-Sihirli posta kuşunun
yolcusu, Minerva!
-O da kim hocam,
mahalleye yeni taşınan bir yabancı mı yine?!
-Hayır. Savaş
tanrıçası!
-Ne?! Yani Athena’yı
mı bekliyorsun?! Bu olacak şey mi ya?!
-Evet.
-Hocam, iyi misin Allah
aşkına?!
-Hiç kendimi bu kadar
iyi hissetmemiştim doğrusu…
-Kusura bakma ama ya
benimle kafa buluyorsun ya da tersliğin üstünde. Bence sen bu ara
okumaya falan ara ver hocam, hadi eyvallah!
-Dur gitme! Minerva
gerçekten de gelecek!
-Git işine ya! Senin
yüzünden yalnızlığın oluşturduğu evin penceresinin önündeyim.
Oturuyorum. Issızlığın tam ortasındayım. En çok güvendiğim
arkadaşım da gitti. Beni “deli” sanıyor. Söylediklerime, o da
ötekiler gibi inanmadı. Koşarak uzaklaştı. Yalnızlığın
evini, denizin ortasındaki küçücük adaya yapılmış “Kız
Kulesi”ne benzetiyorum. Orayla ilgili söylenceleri biliyorsun,
değil mi? Ben o söylencelerin mutsuz sonlarını sevmiyorum. Bir
“elma”dan zehirli “yılan” çıkmasın istiyorum. Beni
buradan ve “mutsuz son”dan kurtar. Bekliyorum, duyuyor musun
beni! Yalnızlığın
evinde pencere önündeyim. Müthiş bir ışıkla aydınlandım.
Yalnızlığın evi ışıkla doldu. Gözlerimi ışıktan alamadım.
Kör olmadı gözlerim bu güçlü ışıktan dolayı. İçim içime
sığmadı. Ağustosta güneşe değil de gölgeye bakıyormuşum
gibi. İçim aydınlanıyordu artık. Ne yüreğime çöreklenmeye
çalışan karanlığın hüznü, acısı, ne de beni dönüştürmeye
sevdalı yalnızlık vardı. Kendimi ışığın huzurlu kucağına
bıraktım. Işıktan bir beşiğin içindeyim sanki. Dünyanın en
mutlu insanıydım. Sonunda merakımı yendim. Gözlerimi ışığın
kaynağına çevirdim. Işığın kaynağı karşımdaydı. Baktım
uzun uzun. Karşımdaki güneşti. Kanıksadığımız güneş
değildi ama. Sıcaktı. Aydınlıktı. Elimi uzatsam tutacağım
kadar yakındı bana. Büyülendim âdeta. Gözlerimi ondan alamadım.
Güneşten bir nokta kadar bir ışık ayrıldı, bana yöneldi.
Yaklaştıkça da büyüdü. Önümde durdu. Boyumdan büyük mü
büyük bir kuştu. Deve kuşu bile onun yanında yarısı kadar
kalırdı. Öyle aydınlık ve parlaktı ki. Bu ışıktan kuşun
üstünde ışıktan biri vardı. İşte
dedim içimden, ‘Sihirli Posta Kuşu bu!’ Gözlerimi büyülenmişim
gibi ayıramıyordum ondan. Sesim çıkmıyordu. Bunu önemsemedim
bile. Bana, sihirli
posta kuşu
yolcusunu muştulayanların söylediklerinden dolayı beklediğimi
biliyordum, ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Şaşırdım.
Hem de çok. Ayağa kalkmak, onu karşılamak geçti aklımdan. Onun
ellerinden tutmak, başköşeye oturtmak… Tuhaf ama yontuymuşum
gibi öylece kalakaldım. O güzeller güzeliydi. Dünyada bir eşi
daha yoktu. Güneşti. Afrodit yanında çirkin kalırdı. Endamı,
zarafeti, gözleri, saçları, kısacası tarifsiz ve eşsizdi. Sihirli
Posta Kuşunun
yolcusu indi. Yerden bir karış yukarıda durdu. Küçük dilimi
yutacaktım neredeyse! Hayrete düştüm. Ama hemen toparlandım.
Böyle şeyler onun için doğaldı çünkü. Yerden bir karış
yukarıdan yürüdü bana. Tam bir tanrıçaydı. Usul usul
ilerliyordu. Sanki yeri incitmek istemiyordu. Gülümsüyordu.
Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. İşte karşımdaydı! Nefes
alıp verdiğini duyuyordum.
İşte
ben bunu bekliyordum…
“Ben
Minerva’yım.”
“Sizi
tanıyorum!”
“Beni
içinde yaşatanlara görünürüm ve ancak onlarla olurum…”
“Ama
beni çok beklettiniz!”
“Çok
uzaktan geldiğimi biliyorsun aslında.”
“Ama!”
“Neyse,
benimle yolculuğa hazır mısın?”
“Hazırım!”
“Ver
elini bana, Sihirli Posta Kuşu’na bin de gidelim!”
“Beni
nereye götüreceksiniz?!”
“Sağduyu
Ülkesi’ne…”
“Sağduyu
Ülkesi var mı gerçekten?!”
“Evet.”
“Nasıl
bir yer orası?!”
“Gittiğimizde
görürsün…” Sihirli
Posta Kuşuna
bindim. Sihirli
Posta Kuşu
ikimizi rahatça taşıyordu. Bulutların arasından geçti. Sonunda
yolculuğumuz bitti. Sağduyu Ülkesi’ne vardı. Sihirli
Posta Kuşu
usulca inerken gördüklerime inanamadım ve bağırdım avazım
çıktığı kadar:
“Ama
burası yaşadığım ülke!”
“Haklısın…”
“İçine
inmeye çalıştığımız şu şehir ne kadar da yaşadığım şehre
benziyor!!!”
“Yaşadığın
şehir zaten!”
“Ama
bu şehir! Bu şehir Roma arenalarına dönüşüyor Minerva! Sihirli
Kosta Kuşu
indikçe!”
“Evet.”
“On
iki numaralı gladyatörler, alanlarda, caddelerde, sokaklarda,
evlerde her yaştan insanı birer vahşi hayvanmış gibi öldürüyor!” “Gör!” “Yine
alanlarda, caddelerde, arenaların çevrelerinde darağaçları var!
Binlerce, yüz binlerce darağacında birer bayrak gibi sallanan
kalemler, türküler, oraklar, tornalar, atölyeler görüyorum!”
“Sihirli
Posta Kuşu
bizi şehre indirsin mi?”
“İstemiyorum!”
“Peki,
ne istiyorsun?”
“Gözlerimin
perdesini kaldırmaya devam et Minerva!!”
“Bunu
istediğinden emin misin?”
“Evet!”
“Sihirli
Posta Kuşu, bizi “tespih koleksiyoncusu”na götür!”
Sihirli
Posta Kuşu
şehre inmekten vazgeçti tekrar kanatlandı göğe. Çok kısa
sürede bizi Sağduyu Ülkesi’nin yönetim merkezine götürdü.
Burası da benim yaşadığım şehre benziyordu. Uzun
sokakları, caddeleri, bulvarları, yüzlerce gökdeleni, güvenlik
birimleriyle oldukça görkemliydi. Kuş yönetim merkezine doğru
süzüldükçe sordum:
“Tespih
Koleksiyoncusu da kim?! Nerede yaşıyor?!”
“Her
yaştan insanın başını kullanarak özel tespihini yapıyor. Bu
“dev”in emrinde binlerce insan avcısı var. Burada yaşıyorlar…”
“İnanmak
istemiyorum, olamaz bu! Peki, insan avcıları hangi insanları bu
“dev”e getiriyor?! Sonra niçin, suçları ne?!”
“Uygunluk
test merkezlerinden geçmek istemeyenler, doğallıklarını koruyup
sosyalleşmemiş olduklarına inandıklarını getiriyorlar. Çünkü
bunları düşman görüyorlar.”
“Anlıyorum
galiba!”
“Birazdan
“dev”in yaşadığı yere ineceğiz…”
“Hazırım!” Minerva’nın
emriyle Sihirli
Posta Kuşu
“dev”in yaşadığı şatonun girişine indirdi bizi. Minerva’nın
görünmezlik ışığıyla görünmez oldum ve şatoya girdim.
Gördüklerime inanmak istemedim. Ama gördüklerim gerçekti.
Titriyordum. Şato güneşe kapalıydı. Işık diye bir şey yoktu.
Karanlıktı. Soğuktu. Küf kokuyordu. Garip bir aydınlatıcıyla
aydınlatılıyordu. İç parçalayan sesler geliyordu kulağıma.
Koridorlar, salonlar, odalar öyle çoktu ki… Bütün kapılar
açıktı ardına kadar. Âdeta bir “korku tüneli”ydi. Sonunda
“dev”in hükümranlık sürdürdüğü ve yaşadığı bölümü
gördüm. Oturuyordu koltuğunda. Tespih çekiyordu. Oturdu hâlde
bir “Buda” heykeli kadar iriydi. Sol elinde eski, ilkel bir
terazi, sağ elinde de insan başı taneli tespihi vardı. Bir dudağı
yerde bir dudağı da gökteydi. Horluyordu. Önünde kocaman bir
rahle, rahlenin üstünde de “tespih yapma sanatı”yla ilgili
binlerce sayfalı kitabı duruyordu. Uzun burunlu ve uzun kulaklıydı.
Elini kaldırdığında kolayca ulaşabileceği yükseklikteki
askılarda onlarca insan başlı tespih gördüm. Korktum ve
iğrendim. İsyan ettim. Tespihlerin numaraları ve imameleri
harflerdendi. Bu imleri anlamadım. Bazılarının imamelerini
okuyabildim: Ö. Ü. tespihi, İ. B. tespihi, Y. K. tespihi, Ö. H.
tespihi, A. G. S. tespihi…
“Dayanamayacağım
artık, lütfen çıkalım buradan!!”
“Onun
çektiği tespihin imamesine bak önce!”
“Y.
K. harfleri var, nedir bu?!!”
“İnsan
başlı tespihin son numarasına bak şimdi de!”
“Bin
seksen…”
“Bu
imamenin oluşturduğu tespihi tanıdın mı?”
Hayır!
İmameyi oluşturan harflerin anlamını söyler misin, belki o
zaman…”
“Kulağına
fısıldamak istiyorum sokul bana.”
Söyledi
kulağıma.
Birdenbire
ok gibi fırladım ve haykırdım:
“Neee!
Düşünce özgürlüğü isteyenler tespihi mi?!”
“Yaaa…”
“Lütfen
gidelim artık!”
“Kapa
gözlerini öyleyse…”
“Aç
artık gözlerini!”
“Neresi
burası Minerva?!”
“İyice
bak!”
“Bu!
Bu ülkemizin coğrafyasına, daha doğrusu sınırlarını andıran
bir bina! Bu da neyin nesi böyle?!”
“Görüyorsun,
ama bakmıyorsun. Bak lütfen!” “Hayret!
Madımaklardan yapılmış bu bina! Göz göz yanıyor madımak!
Cehenneme eş bir sıcaklık tenimi yalıyor! Neredeyse yanacağım!
Nice güzel insan!.. Şahmeran gibi duvarın ötesini görüyorum,
kimi ceme durmuş, kimi şiir söyler, kimi öykü okur, kimi roman…
kimi… El ele vermişler! Birer narteks olmuşlar! Kol kola
girmişler! Cayır cayır yanıyorlar, aldırmıyorlar ama gülüyor,
birbiriyle sohbet ediyorlar. Otuz üç narteks!... Ülkem coğrafyalı
Madımak binasından çıkıyor narteksler, karanlığı aydınlatmak
isteyenlere ulaşıyorlar. Ülkem ışıl ışıl! Nartekslerin
sesini işitiyorum Minerva! Neler de söylüyorlar: “Aydın olmak
muhalif olmayı gerektirir. Biz de insan, daima uzlaşma zemini
arayan insan olarak kalmıştır. Oysa hayatın her alanında tavır
koyan, tepki gösteren, hayatı dönüştürmeye, güzelleştirmeye
çalışan insan da olmalıdır…” Her
narteks bir aydın/lık olmuş. Madımak’ı tutuşturanları da
aydınlatmaya çalışıyor Minerva! N’ oluyor böyle, beyaz bir
buzdanmışsın gibi eriyorsun?!
“Dünyanızda
bana yer yok çünkü.”
“Niçin?!
Sen, koruyucu tanrıçasın! Şimdi öyle!”
“Bu
bana, senin gibi olan; ama binlerce yıl önce yaşayan insanların
yüklediği bir misyon o kadar…”
“Hayır!
Sen, hâlen Savaş tanrıçasısın aynı zamanda. Burada kal, yine
taraf tut. İyinin, doğrunun ve güzelin tarafı olduğunu
biliyoruz!”
“Yapamam!”
“İstersen
gerçeğin düşmanlarına, insanları katleden barbarlarına karşı
bin türlü tuzak kurarsın. Zamanın insanları, güzellikleri yok
eden bütün araçlarını yüz binlerce elini toplayıp atabilirsin
fırınlarına. Ve bunları bizim için yararlı araç gereçlere
dönüştürebilirsin…”
“Söylediklerini
yapmayı ne kadar isterdim bir bilsen…”
“Olanaksız
değil Minerva!”
“Benim
gibi tanrıçaları ve tanrıları yaratan koşullar yok. Çağcıl
tanrıları yaratan koşullar, aynı zamanda bizi belleklerinde
yaşatan insanları da yok ediyor. Bu hem doğal hem de kaçınılmaz.
Sevginin sözde tanrıları adına kul olan insanlar hep sevgisizliği
ve hoşgörüsüzlüğü özümsüyor, içselleştiriyor. Sevginin,
hoşgörünün ve insanlığın önünü tutuyorlar. Sevgiye ve sevgi
tanrılarına giden yolların tümü kesiliyor…”
“N’
oluyor Minerva! Eriyorsun!”
“Güçlü
olan insanlık, benim gibi tanrıçalar ya da tanrılar değil.
Müthiş belleğiniz ve yaratıcılığınız var. Geçmişten bugüne
kadar benim gibi olanları yaratan ve yaşatanlarsınız. Bizi
doğaüstü yapanlarsınız. İçinde beni yaratan enerjiyi
tüketiyorsun, bu yüzden eriyorum. Beni yaratan ve yaşatan
insanların dünyasına dönmek istiyorum, sana teşekkür ederim…”
“Minervaaa!”
“Çağımın
tanrı ve tanrıçalarısınız. Aslında gereksinmeniz yok bize.
Bütün farklılıklarınıza karşın sevin birbirinizi. Sevin.
Kardeş olun. Dünya bir beşik size, çocuklarınız güzelliklere
büyüsün diye sallanır. Sevgiyle çiçeklendirin sözlerinizi ve
çevrenizi. Aşkla dillendirin türkülerinizi, şiirlerinizi…”
“Minerva!
Minerva!”
“Kanatlan
artık Sihirli Posta Kuşu az zamanımız kaldı…”
“Gitmeeeeee!”
“Hoşça
kal!”
“Git,
git Minerva! Git güle güle!” Minerva
kuşuyla gitti. Sonunda bir nokta oldu ve gözden kayboldu. Şöyle
bir baktım çevreme. Hava kararıyordu. Oturdum yerden kalktım.
Yavaş yavaş yürüdüm. Az ötedeki alanda oyun oynayan çocuklarla
karşılaştım. Gülen gözlü, temiz yüzlü bir çocukla göz göze
geldim. Yanıma kadar yuvarlanan topun ardından gelmişti. Bana
baktı. Güldü. Sanki benden bir şey saklıyordu. Biraz da korkuyor
gibiydi. Bu afacan çocuğun yanına sevimli mi sevimli, sarı saçlı
bir kız gelmişti. Çocuğun ceketinin arkasından tutup
çekiştirmeye başladı. Onu benden uzaklaştırmaya çalıştı.
Sonra da atıldı: “Amca,
kardeşim deminden beri yüzünüze ayna tutuyordu, özür dilerim,”
dedi. Suçlu bakışlarının nedenini öğrendim. Yalnızca baktım
ikisine. Gülümsedim. Yürümeye devam ettim. Peşimden koşup bana
seslenen kıza döndüm. “Sizden kardeşim adına özür dilerim
amca!” dedi bir daha. “Önemli
değil kızım, git hadi!” dedim. Diz çöktüm. Sarı saçlarını
okşadım. Yanağını da… Beklediğinin bu olduğunu ancak
anlayabildim. Koşarak uzaklaştı. Ardından baktım. Arkadaşlarına
ve oyuna katıldı. Ayağa kalktım. Yola koyuldum. Sihirli Posta
Kuşunun
yolcusunu düşündüm. Son bir defa kaldırdım başımı yukarı,
güneşe diktim gözlerimi. Onu görür gibi oldum. Bana el
salladığını sandım. Gülümsedim ve ben de el salladım. *Acılar
Atlası adlı dosyadan Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR