Edebiyat yapıtları insana insanı anlatır. Bu, yaşayan en değerli yazarlarımızdan Adnan Binyazar’ın tanımıdır. Jorge Luis Borges’e bu soruyu sorsanız O, “Edebiyat insana insanın kaderini anlatır...” diyecektir.

Yaşar Kemal’e sorsalar, -kendisini bilemeyiz ama- edebiyat “Anadolu insanını anlatmak!” işidir.

İşte yukarıdaki tanımların tümünü içeren bir romanYaşar Kemal'in Yapı Kredi Yayınlarınca yayınlanan son romanı “Tek Kanatlı Bir Kuş”.

Romancımızın 1969'da yazılmış ama yayınlanmamış, bugün elden geçirilerek yayınlanmış küçük oylumlu, gürül gürül romanı bize “80 öncesi” edebiyatımızın rüzgarını, tadını getirdi.

Roman, çoktan unuttuğumuz -belki yazarının da unuttuğu!-  “geleneksel” Türk edebiyatının en güzel örneğini sergiliyor.

ANADOLU İNSANI

Bir yazımızda Türk edebiyatının 1980’den sonra kendi tarihine "çarpık" bakan, kendi halkına “tuhaf!” bir soğuklukla yaklaşan bir yöne evril(til)diğini yazmıştım. Bu tam da Batı’nın kültür ajanlarının yapmak istediğiydi diye eklemiştim.

Toplumunu kendi edebiyatından soğutmak, dolayısıyla kendi insanıyla sanatçısının duygu bağını koparmak, sorunlarına yabancılaştırmak ve ülkenin kendi gücüne inancını yitirmesini sağlamak emperyalizmin kültürel alandaki saldırısının ideolojik boyutudur.

Türkiye ilericiliği, Türk devrimi, Türk solu edebiyatla ayakta duruyordu. Yaşar Kemal bu yazarların başında geliyordu. Onun için, Anadolunun destan anlatıcısı, denirdi. Anadolunun yeni Homerosu!

Peki bu özellik, bu yakıştırma hangi kıstaslara göre yapılıyordu?

Yazarın Anadolu halkına duyduğu sonsuz sevgiye! Yaşar Kemal, Anadolu insanını seviyordu. Tıpkı Rus halkını seven hep onunla ilgilenen bir Dostoyevski, bir Tolstoy gibi, tıpkı Fransız halkına sonsuz sevgi duyduğu her  romanında belli olan Balzac gibi, tıpkı Jack London’ın bir kurda duyduğu sevgi gibi.

Yaşar Kemal’in romanlarında Anadolulular onun değişik bir hümanizmayla yoğrulmuş bilincinde kıpır kıpır, capcanlı birer “ademoğlu” gerçeği olarak var(dıl)ar.

Yalnızca insanlarını sevmiyor Yaşar Kemal. Bu toprakların kendisini de seviyor. Dağını, taşını, asfaltını, minübüsünü, kedisini, ceviz ağacını, tek edilmiş kasabasını, ıssız tren istasyonlarını... Zaten Yaşar Kemal’e göre insanla “sinek” aynı değerde, insanla “kedi” aynı güzellikte.

ROMANDAKİ TİPLER

Roman fırtına gibi başlıyor. Bir yolcunun uzun yolculuktan sonra trenden kendini dışarıya atmasına benzeyen bir hızla konu daha ilk tümcelerde ustaca belirginleşiyor. Daha ilk sayfanın yarısında, üç günlük bir tren yolculuğuyla yorgun bir memur ailesinin tayini çıktığı kasabaya gitmek için eşyalar –ve kedi–yle birlikte ıssız bir tren istasyonunda inmeleri, bir ceviz ağacının altına yerleşmeleri ve romanın bundan sonra gelişecek ana teması üzerine bilgiler “ustaca” -(Bu sözcüğü, edebiyatta hiç sevmiyorum)- veriliyor.

Anadolunun ıssız bir kasabasına tayini çıkmış posta müdürü Remzi Bey ve karısı –günde yirmi kez ellerini yıkayan bir dinibütün astsubayın kızı- Melek Hanım’ın, Yokuşlu kasabasına gitme/gidememe çabası etrafında dönen bir olay örgüsü.

Ancak istasyon ıssız. Sonra birisi içerde. Karadenizli, uzun burunlu bir istasyon görevlisi Sadrettin Bey. Yıllardır o da bu ıssız istasyonun bir parçası olmuş. Eşiyle ailesiyle hiç görüşmüyor, “para bile” göndermiyor artık.

Yaşar Kemal’in tipleri belirginleşmeye başlıyor. –Şimdilik- bu üç tip müthiş bir hareket, karakterlerini bellli eden zengin bir konuşma/gevezelik etrafında romanın konusu içinde ilerliyor.

Ne var ki o kasabaya gidilmez. Çünkü herkes terk etmiş. Yukarıdan dağdan taş mı geliyormuş belli değil, ama Sadrettin Bey, tadına doyulmaz Karadeniz mantığıyla yaptığı konuşmada –Yaşar Kemal Karadeniz ağzını kullanmıyor ama konuşma mantalitesinden, tümceden diğer tümceye atlarken, unutulmaz  bir Karadenizli tipi/karakteri çiziyor.– o kasabaya gitmemesi, hemen “Ankara”ya dönüp başka yere tayinini istemesini öneriyor/emrediyor.

Roman burada okuru ikinci bir merak duygusu içine sokuyor ve diğer sayfalara ilgiyi artırıyor.

Birinci irkiltme/dürtme ise “kedi!”ydi.

Bir gözü sarı bir gözü mavi pamuk kedi –zaten adı da pamuk- ilk anlatımın okuru diri tutan bir unsur olarak görünüyor. Kedi, trende işiyor, kedi, “aman allahım”, unutuluyor,  kutusunda aç kalıyor!

Cucuna gibi. Bir festival yerine dönüşüyor Anadolunun ortasındaki bir istasyon, bu üçlüyle. (Pardon, dörtlüyle!) Müthiş coşkulu/çatışmalı bir konuşma, bir tartışmayla...

BİR ROMAN AYNI ZAMANDA TARİH METNİDİR

Derken bir minibüs geliyor. Şoförü de konuşkan. Götürmek istemiyor. Götürürüm diyor ama kasabanın girişinde asfaltta bırakırım diyor.

Köyün girişinde inip bir ceviz ağacının altına yatak serip yerleşiyorlar. Ama bir türlü kasabaya gidemiyorlar. Tepeye çıkıp bakıyor yalnızca Remzi Bey.

Derken ıslık çalarak bir köylü –“Hüseyin” – geliyor bir yerlerden. O da konuşkan mı konuşkan. Ama kasabada ne olup bittiğini o da başka bir tevatürle anlatıyor. (Bir türlü anlatmıyor dersek daha uygun; Yaşar  Kemal böylece merak duygusunu daha da artırıyor.)

Derken bir minibüs daha geliyor. Bir işçi ve eşi, kasabada doğmuş sonra Almanya’ya gitmiş Zeliha ve kocası Hüseyin. Onlar da gerçeği anlamıyor.

Yaşar Kemal’in bu küçük  ama dev romanında tipler zenginleşiyor. Konuşmalar, eylemler bir edebiyat yapıtının nasıl olması gerektiğinin, unuttuğumuz “gerçek” edebiyatımızın en güzel örneğiyle sunuyor. 

TATAR ÇÖLÜ 

Olay örgüsü, Dino Buzzati’nin ünlü romanı “Tatar Çölü”nü anımsattı bana nedense. Varlık yayınlarından çıkanı okumuştum, Nihal Önol’un güzel çevirisiyle. Bir subay geçici olarak bir sınır kalesine tayin ediliyordu. Ancak yaşlanana dek karşıdan –Tatar çölünden– gelecek düşmanı beklemekle ömrü orada geçiyordu. Ne zaman geleceği belli olmayan korkulan düşman zamanla gelmesi umut edilen düşmana dönüşüyordu. İnsanı, ömür, yaşam üzerine düşündürten –bence– varoluşçu öğeleri ağır bir romandı.

Korku romanda ana öğeydi. Belki de beklenti.

“Tek Kanatlı Bir Kuş” da korkuyu, yalnızlığı, yalnızlıktan, terkedilmişlikten doğan korkuyu anlatmayı amaçlıyor. Yaşar Kemal korkuyu, korku duygusunu vermek istedim diyor ama bence korkuyu bile sevdiriyor. Zeliha’nın kasabaya kaçıp gece şiiri gibi gezişi, döndüğünde bayılıp ayılıp bire bin katarak anlattığı olaylar –ve anlatım biçimi–  tam bir Homeros şiirselliğinde. Öyle ki konu önemsiz kalıyor; insanlar, kişiler sayfalardan taşıyor!

Bir laik Cumhuriyet duygusu var romanda. Kadın erkek büyük bir rahatlıkla, iştahla konuşup hemen yemeğe davet ediliyor, yeniyor içiliyor. Kuranı Kerimi ezbere bilen Melek Hanım tanımadığı, ilk kez karşılaştığı erkeklerin arasında “osuruk” gibi bugün müstehcen bulunacak sözcüğü konuşacak denli rahat. İlk tanıştığı kişiye, -İstasyon memuru Sadrettin Bey’e- İstanbul’dan arsa almasını bile akıl veriyor! Dinsel bir taassup hiç yok ilişkilerde. Latife Tekin’in “12 Eylül” romanları gibi, salak, aptal, mistik Anadolu insanı değil bunlar. Köylüsü, kentlisi hemen kaynaşıyor, zeki mi zekiler, samimi mi samimiler, açıksözlüler, konuşkanlar, insancıllar. Büyük Anadolu zekasına sahipler. Anadolu duygusunu, korkusunu, sevincini, ironisini, kültürünü taşıyorlar.

1980’den sonra halkımızla edebiyatın bağını kesmişlerdi.

Yaşar Kemal’in “Tek Kanatlı Bir Kuş” adlı romanı, geçmişin derinliğinden, tavuskuşu resimleriyle süslü bir ceviz sandıktan çıkarak bu ilişkinin önemini anımsatıyor, güzel duygular estiriyor.

Ahmet Yıldız

(Bağımsız dergisinde yayınlandı)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)