Amele Takımı / Erhan Tığlı
Veli içeri girerken, “Merhaba amele takımı! Ne haber?” diye bağırdı.
Kemal yüzünü buruşturdu, “Kapıyı kapat be! Odayı soğutuyorsun. Parayla ısınıyor burası. Babanın bağından gelmiyor odun, kömür. Zor denkleştiriyoruz.”
Veli kapıyı kapatırken, “Şuna bak be!” diye dudak büktü. “Adama selam veriyoruz, merhaba diyeceğine bizi azarlıyor. Yavaş ol oğlum. Öksüz çocuk mu sandın karşındakini.”
Ali Baba olaya el koymak gereğini duydu:
“Birbirimize girmeyelim arkadaşlar. Ayıp oluyor. Eşeğe kızıp semerini dövmeyelim.”
Veli boynunu büktü, “Ben bir şey yapmadım ki. Azarlayan, bağıran o” dedi.
Ali Baba, Kemal’in yüzüne niye böyle yaptın der gibi bakınca Kemal:
“Girerken kapıyı kapatmadı. Bu bir. Bize amele diye seslendi. Bu da iki” dedi.
Ali Baba acı bir gülüşle, “Amele demesi onuruna mı dokundu?”dedi. “Amele değil miyiz yani? Utanacak biz değiliz. Bizi küçümseyenler, bu duruma düşürenlerdir.”
“Biz amele falan değiliz, inşaat işçisiyiz.”
“Ha amele ha işçi... Ne fark eder ki?”
“Amele vasıfsız işçidir. Bizim ustalığımız, özelliğimiz var.”
Kemal diyecek söz bulamadı, “Ne dersin?” der gibi Ali Baba’nın yüzüne baktı.
Ali Baba aralarındaki en yaşlı, en deneyimli kişiydi. Sevilir sayılırdı. Ağzı laf yapmasını bilirdi. Eskiden memurmuş. Siyasi nedenlerle hapse girmiş, memuriyetten men etmişler. Ne zaman geçmişten söz edilse yüzünü buruşturur, “Açmayın eski defterleri. Hepsi geçmişte kaldı onların. Geçmişe değil, ileriye bakmalıyız. Yaşamış saymıyorum ben o günleri. Sizi, toplumu tanımaz, fildişi kuleden bakardım hepinize. Kitap gerçeklerinin başka, hayat gerçeklerinin başka olduğunu aranıza gördüm, anladım” diye konuşurdu.
“Bırakın bu kısır tartışmaları. Bunlar insanı bir yere götürmez. Amele Arapça bir sözcüktür, işçi de Türkçe. Ne denilirse denilsin, toplumun bize bakışı değişir mi?”
Ali Baba’nın bu sözü ikisini de susturdu. Veli eski paltosunu çıkardı, odanın sıvasız duvarına astı, “Dışarısı çok soğuk” diye ellerini ovuşturdu.
“Önemli olan dışarısının değil, içimizin, yüreğimizin soğuk olup olmaması” dedi Ali Baba, “Dost dostun gönlünü ısıtır. Gel sokul yanımıza, can kat canımıza.”
Kemal, Veli’nin eline bir bardak çay tutuşturdu,
“Al iç şunu. İçin ısınır” diye konuştu.
“Sağ ol! Bu sözün daha çayı içmeden içimi ısıttı” diyerek çayını yudumladı Veli.
“Demin seni azarladım. Kusura bakma. Canım sıkılıyordu da...”
Veli, arkadaşının omzunu okşadı:
“Zararı yok. Olur böyle vakalar!” diye güldü.
Kemal, onun sürülmemiş tarlayı andıran yüzüne baktı,
“Ötekiler nerede?” diye sordu.
“Valla bilmem” dedi Veli, “Kahvede oyun oynuyorlardı.”
Ali Baba öfkeyle, “Kaç kere söyledim şunlara” diye homurdandı. “Üç beş kuruş kazanıyorlar, onu da kumara veriyorlar. Kaz gibi yolunmaya alışmışlar.”
Veli içini çekti, “Ne yapsınlar Baba? Onunla avunuyor fukaralar. Hem kumar sayılmaz oynadıkları. Çayına, kahvesine oynuyorlar.”
“Kötü alışkanlığın biri de birdir bini de... Bugün çayına oynarlar, yarın yemeğine. Derken işi büyütürler. Bir alıştılar mı bir daha kurtulamazlar bu illetten. Alışmış kudurmuştan beterdir diye boşuna söylenmemiş.”
Veli başını salladı, “Hayat da bir kumar değil mi zaten?” diye gülümsedi.
Ali Baba eliyle onu susturdu,
“Kumar değil, savaştır” diye dudaklarını ısırdı. “Savaşmayı göze alamayan korkaklar kumara, içkiye, uyuşturuculara sığınırlar.”
Namık yatağından doğruldu, “Saat kaç acaba?” diye sordu.
“Uyudun galiba?”
“Biraz uzanmıştım dalıvermişim.”
“Bu yorgunluğa can mı dayanır be! Gel bir çay iç de uykun dağılsın.”
Namık, yatağının üstüne oturarak verilen çayı aldı, yatağının altındaki kitaplarına baktı, birkaçının sayfalarını karıştırdı:
“Bunların hepsi okunacak, bellenecek” diye içini çekti.
Kemal gülümsedi, “Bırak bu düşünceleri de çayını rahat iç.”
“Bırakamam ki. Her zaman, her yerde kafamın içindeler.”
“Oku ama ne olacak bu işin sonu?” diye sordu Veli. Üniversiteyi bitirenlerin çoğu iş bulamayıp aç geziyor. Bunca yıl çürüttükleri dirsek boşa gidiyor.”
Ali Baba, “İş bulamasa bile kültürü, görgüsü artar. Sağı solu öğrenir, eğri yollara sapmaz. Doğru, iyi, güzel nedir, nasıl olur, öğrenir, bilir” diye söze karıştı.
“Biz doğru yolda olanları da gördük” dediler.
“Onlar öğretim görmüş ama eğitimi eksik kalmış kişilerdir”
“Sen kötü örneklere bakma. Okumana bak” dedi Kemal,
Namık’a cesaret verdi, sırtını sıvazladı. “ Oku da adam ol” diye ekledi.
“Ne yani, biz adam değil miyiz?”
Bu soruya şu yanıt geldi Veli’den:
“Sen bunu bize değil, bizim gibilere eşyaymış gibi bakan yapsatçıya sor!”
Namık hem okuyor hem de inşaatta çalışıyordu. Yurtlara para yetiştiremediği için arkadaşlarının bu daracık yerlerinde kalıyordu. Ali Baba getirmişti onu buraya. Boş zamanlarında yemeklerini pişiriverir, ortalığı siler süpürürdü.
Kapının önünde bir gürültü oldu.
Cemal ve Sami içeri girdiler.
Kemal, işçisini azarlayan patron edasıyla,
“Nerede kaldınız bu saate kadar?” diye bağırdı.
İçerdekiler merakla gelenlerin yüzlerine baktılar.
“Şeye gittik” diye sırıttı Cemal yaylanarak. “Fıstık gibi karılar çağırdı.”
“Hamallık yaptırmak, eşya taşıtmak için mi?” diye alay etti Veli.
“Hayır, fala baktırmak için çağırıldık.”
“Ufak at da civcivler yesin canım! Onlar sizin falınıza bakmışlardır.”
“Gene kumar oynadınız değil mi?”
“Hayır Baba. Birkaç el okey oynadık. Daha sonra kahveci video oynattı, onu seyrettik. Başka da bir şey olmadı. Yemin ederiz.”
“Yalan söylüyorsanız karışmam. Beni değil, kendinizi aldatırsınız yalan dolanla.”
Cemal başını öne eğdi. Sami lafı değiştirmek için söze karıştı:
“Bugün çok üzüldüğüm bir şey oldu. Karşı inşaattan bir işçi üst katta çalışırken aşağıya düşmüş. Hastaneye kaldırmışlar. Sigortası da yokmuş zavallının. Durumu nasıl diye görmeye gittim. Koridor işçi kılıklı kişilerle doluydu. Doktor odadan dışarı çıkınca kendisini soru yağmuruna tuttular. Hastanın sağlığının nasıl olduğunu sordular. Doktor kalabalığa bakarak, ne çok arkadaşı varmış. Demek ki sevilen bir kişiymiş, diye dudak büktü. Oradakiler kem küm ettiler. Bir şey diyemediler. Çoğu tanımıyormuş bile. Meğerse gelenleri çoğu işsizmiş. Düşen işçi ölürse, onun yerine işe girip çalışmak için bekleşiyorlarmış...”
Bu olay hepsini düşündürdü. Ne diyeceklerini bilemiyorlar, ah, of çekerek birbirlerine bakıyorlar, dudak bükerek başlarını sallıyorlardı...
Ali Baba bir süre sonra onlara yatmaları için işaret etti:
“Dünyanın çivisi çıkmış” diye elini salladı. “Kimi can derdine kimi de mal derdine düşmüş. Allah kurtarsın! Başka ne diyebiliriz ki...”
Cemal yatar yatmaz yorgunluktan hemen uyumuştu. Düşünde sevgilisini görüyordu. Başlık parasını biriktirmiş, köyüne dönerek anlı şanlı düğün etmişti. Ama gerdek gecesinde kız bir türlü yüzünü açmıyor, yüz görümlülüğü istiyordu. Cebinde de beş kuruş yoktu...
Kemal’in biletine büyük ikramiye çıkmıştı ama karısı, çocuklarıyla baş başa kalamamıştı. Eşi dostu evlerine doluşmuş, para koparmak için ağlayıp yalvarıyorlardı. Birine versen, öbürü de hani bana der, duyan gelir, kendilerine yeterli para kalmazdı. Paran var mı derdin var diye boşuna söylememişler. Para sahte dost, amansız düşman kazandırıyordu insana işte böyle. Keşke kimseye haber vermeseydi. Nasıl da düşünemedi bunu...
Namık, ders konularını tekrar ediyor, gözünün önünden gitmek bilmeyen kara gözlü kızı kovmaya çalışarak derslerine engel olmamasını, biraz daha sabretmesini istiyordu...
Sami bu yattıkları odada ilerde kimlerin kalacağını düşünüyordu. Belki de bu yattığı yerde, videoda gördüğü kıza benzeyen bir dilber yatacak, şurada da soyunup dökünecekti ama burayı kimler yapmış, ne emekler harcanmış, hiç aklına gelmeyecekti. Eli orasına gitti. Şeytana uymamak için kendini zor tuttu...
Ali Baba korkulu bir düş görüyordu herhalde “Dokunmayın. Kötü bir şey yapmadım ben. Ben de en az sizler kadar vatanseverim. Vurmayın ne olur!” diye sayıklıyordu. Dürtülünce sağından soluna döndü, yüzüne tatlı bir gülümseme yerleşti. Dostluğun gül bahçesine girmiş gibiydi. “Güzel günler göreceğiz çocuklar! Emeklerimiz boşa gitmeyecek. Gelin, el ele verelim dostlar!” diye mırıldanmaya başladı.
Erhan Tığlı
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR