Yöntemsel bir güçlüğümü yazmak zorundayım. Her kalıba giren, her yere yayılan ironi bulamacından oluşan bir monoloğu neye göre eleştirebilirim? Ortaçağın çoktan yitip gitmiş romanslarının doğaüstü efektleriyle çeşitlendirilerek yeniden üretildiği gotik anlatıların günümüzdeki bir örneğini hangi ölçütlere göre değerlendirebilirim?

Bu arayış içinde, “Kötülük Üzerine Bir Deneme”ye bile başvurdum. Aradığıma benzer bazı şeyler de buldum. “Hortlaklara ve vampirlere düşkünlüklerine rağmen”, diyordu Terry Eagleton, “genelde, postmodern kültürlerin kötülüğe dilişkin söyleyecek çok sözü yoktur. Bu belki de postmodern erkek ve kadının –havalı, bağımsız, kaygısız ve merkezlerinden edilmiş insanın– gerçek yıkımın gereksindiği derinlikten yoksun olmasındandır. Postmodernizm için uğruna savaşacak fazla bir şey yoktur.”[1]

Buradaki “havalı, bağımsız, kaygısız ve merkezlerinden edilmiş insan” Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” kitabının anlatıcısına pek uyuyor. Biraz hafif kaçmakla birlikte, her şeyi inançsızlıkla damgalayan ironik tutumunun yüzeyselliğini açıklıyor. “Hortlaklara” ve cesetlere pek düşkün Hamdi Koç’un uzun monoloğunda hiçbir değeri ve inancı olmayan bir kişinin her türlü çirkin davranış ve düşüncesinin meşrulaştırıldığını okuyoruz. Eagleton’ın, Golding’ten, bir roman kahramanından yola çıkarak, kötülüğe ilişkin vurguladığı şu özellik de, Mesut’un kaypak kişiliğinde vardır: “diğer insanları kendi çıkarının ya da keyfinin nesneleri olarak kullanır.”[2]

Kötülük düşüncesi, çoğunlukla ölümle ilişkilidir; “ölüm vücudu anlamsız bir madde parçasına indirger. Ölüm maddeselliğin ve anlamın ayrışmasını temsil eder.”[3]

Bizim yazıcımız ise, baştan buna bulaşmıştır; o bir ölü yazıcıdır. Ölümün, yaşamı bitirerek, insanı “anlamdan ayrışmış” bir madde yumağına indirmesi trajik gerçeğinin tersini yazmaktadır; yazıcımıza göre, yaşayan insanların duyarlılıkları, incelikleri pek sınırlıyken, bir kurşunla kafası parçalanmış tefeci amca, “öldüğü halde mutsuz” olacak ölçüde duyarlıdır ve anlamlıdır.

Hamdi Koç, hayatın anlamlarını aşağılarken, insan için bütün anlamların bitişi demek olan ölümü yüceltir, anlamı ölüde arar. Kitabını hayaletler, ruhlar, iskeletler, perili evlerle doldurur.  Yaşam-ölüm diyalektiğinde bakarsak, toplumsal bir varlık olan insanda bu iki niteliğin çatışma içinde birliğini görürüz. Ölüm ile yaşamın tek bir bireydeki çatışmasıyla sınırlı değildir bu, insan canlılığının ortaya konuşunun, işlevlerinin yerine getirilişinin çerçevesi içinde baktığımızda toplumsal anlamda da yaşamın esirgendiği insanlar, sınıflar gerçeğiyle karşılaşırız.

Eşitsizliğin temel olduğu uygar toplumlarda, yaşarken, aslında ölünün varlık koşullarına daha çok benzeyen koşullara mahkûm edilmiş insanlar vardır. Bunun bütünüyle toplumsal bir sınıfın, emekçilerin varlık koşulları haline getirildiği sistemler kurulmuştur. Köleci sistemde, köle yaşamanın ölüden farkı ne kadardı? Bertolt Brecht, “Lukullus’un Yargılanması” oyununda, ölüler ülkesinde kurduğu mahkemeye, bizim dünyamızdan bir tek köleleri gönderir. Ölüler ülkesine dünyadan bir tek kölelerin gidebileceğini, çünkü onların zaten dünyada da “yaşarken ölü” olduklarını yazar.[4]

Günümüz Türkiye’sinde, eski Roma’nın kölelerini aratmayan koşullarda çalıştırılan inşaat işçileri, 6 Eylül 2014 günü, Mecidiyeköy’daki gökdelen inşaatının asansöründe, 22. Kattan yere çakıldıklarında, her gün önünden geçtikleri bu gerçeğe biraz yakından bakmak zorunda kalan gazeteciler, inşaat duvarına kırmızı harflerle yazılmış şu cümlenin fotoğrafını çekmişlerdi: “YAŞIMI SORMA BANA YAŞAMADIM Kİ.”

“Çıplak ve Yalnız”da, yaşayanların önemsenmesi yerine hortlakların, toplu mezarların, ruhların başköşeye alınması Hamdi Koç’a bir özgünlük kazandırmaz, postmodern kültürün genel bir eğilimine uymaktadır yalnızca.

Eagleton, bu eğilimi şöyle açıklar: “Postmodern kültürün yüzü gözü açılmış duyarlığı artık cinsellikte şaşırtıcı bir yan bulamıyor. Bu yüzden de yüzünü kötülüğe çeviriyor ya da en azından dürüstçe kötü diye algıladığı şeye: vampirler, mumyalar, çürüyen cesetler, histerik kahkahalar, şeytani çocuklar, kanlı duvarlar, garip renkli kusmuklar vesaire. Bunlardan hiçbiri kötü değil elbette; sadece iğrenç.”[5] Yeni ortaçağın gotik romanslarının estetiği mi demeliyiz buna; “Çıplak ve Yalnız”da, şaşırtıcı bir biçimde hepsinden bolca var.

ARMUTLA TAŞI KARŞILAŞTIRMAK

Başlarken vurguladığım yöntemsel soruna, Çıplak ve Yalnız kitabını eleştirmeye girişirken şöyle bir cevap bulmuştum.  Çıplak ve Yalnız'dan kimi bölümceleri, gerçekçi yazar Orhan Kemal’in romanlarının benzer konulu bölümceleriyle karşılaştırmak bir yol olabilirdi.

Sözgelimi, Çıplak ve Yalnız'daki bir sevişme anlatımıyla Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanından, Pehlivan Ali’yle Fatma’nın sevişme sahnesinin karşılaştırılması. İnsani bakış açılarını, canlandırma özelliklerini ayrıştırarak, birbirine bütünüyle karşıt iki yazma ve yazarlık niteliğini gösterebileceğimi düşünmüştüm. Ama çalışmayı ilerlettikçe bunun, derdimi anlatmakta yetersiz olacağını gördüm.

Orhan Kemal, gerçekçi bir yazar olarak, roman kişilerini içinde oluşup geliştikleri koşullar içinde çizer; duyguları ve davranışları bu koşullara bağlı olarak gelişir. Kişiler tutarlı ve kişiliklerine uygun eylemde bulunurlar. Her hareketlerinin toplumsal bağları ve sonuçları vardır. Hamdi Koç’un kitabında ise, anlatıcının bütünlüklü bir kişiliği yoktur. Neyi, neden eylediğini sorguladığımızda eylemlerinde herhangi bir tutarlılık gösterilmez. Eylemlerinin nedensellik ilişkileri kurulmaz. Davranışlarında, düşüncelerinde kaprisli bir kişinin her an her şeyi yapabilecek keyfiliği vardır. Bu keyfiliğin değişmeyen niteliği, Eagleton’un kötülükle ilişkilendirdiğini gördüğümüz, Mesut’un ilişkide bulunduğu bütün kişileri nesne konuma indirgiyor olmasıdır. Birbirine 180 derece zıt bu iki tutumu aynı düzlemde buluşturmak boş bir çabadır. Bu durumda Hamdi Koç’la Orhan Kemal’i karşılaştırmak elmalarla armutları toplamak gibi bir şeydir. Hayır, bu da değil, en azından elmayla armudu meyve türünde ortaklaştıran özellikleri var; bu iki yazarın eserini karşılaştırma olsa olsa armutla taşı kıyaslamaya benzetilebilir.

27 MAYIS'I DP'NİN GÖZÜNDEN YAZMAK

Yöntemsel arayışımı sürdürürken,  Çıplak ve Yalnız'ın konusuyla ilgili de araştırmaya giriştim. Kitapta sözü edilen tarihsel, toplumsal olaylar ve bunların gerçekliklerinin sorgulanması bir çözüm olabilirdi. Postmodern yazarların, böyle bir eleştiriye, pek üst perdeden bir savunmaları var. Geçenlerde, Semih Gümüş’ün, birdenbire ortaya atılarak, Elif Şafak’ın yeni kitabının tarihsel ve mimari gerçeklerle bağdaşmadığını gösteren Mehmet Berksan’ın eleştirisine[6] verdiği cevap türünden bir klişeyle karşılık verirler: “Bu bir kurmaca, yazar istediğini yazar, gerçeklerle onu yargılamaya ne hakkınız var.”

Oysa Mehmet Berksan, Süleymaniye Camisi’nin boş bir “arsada” inşa edilmediği, hamamın kazan dairesi değil, “külhan”ı olduğu ve benzeri gerçekleri anımsatmıştı bilimsel bir dille. Semih Gümüş, ona sen mimarsın, işine bak, “kurmaca” bir şey olan “yazın”ı anlamak, açımlamak bizim işimiz demeye getirmişti. Egemen edebiyat sisteminin iktidar köşelerini tutmanın küstahlığıyla, ölü yazıcıların estetik değerini yalnız kendilerinin anlayacağına, uzman olmayanların bu konuda konuşmaya hakları bulunmadığına herkesi ikna ettiklerini sanırlar. Bizim edebiyat eserini gerçeklerle karşılaştırarak yargılamamızı yasaklamaya çalışırlar. Oysa onların, “kurmaca”larında ironinin kaygan tülü altında bütün yaptıkları da, gerçekleri işlerine geldiği gibi göstermek, tarihi çarpıtmaktır. Tarih yazıyorum diye, egemen sınıf açısından çarpıtılmış bir tarihi, bu konuda yeterli bilgisi ve araştırma olanağı bulunmayan okurlara benimsetmeye çalışırlar.

Çıplak ve Yalnız"da hayaletler, toplu mezarlar, ruhlar cirit atarken, araya bu atmosferle hiç de bağdaşmayan bir biçimde 27 Mayıs İhtilali ile ilgili parçalar serpiştirilmiştir. Kitap kurmacadır ama nedense 27 Mayıs üstüne, gerçek kişilerle ilgili, sağcıların sık sık tekrarladıkları savlar gerçekmişçesine sunulur. İronik anlatının ironik olmayan bölümleridir bunlar. Buralarda “kurmaca” dramatik, romantik bir anlatım sergiler.

Mesut, Ünye’de ölü gömme ve mirası üstüne geçirme işleriyle uğraşırken, Ankara’daki tiyatro oyuncusu karısıyla telefon görüşmesi yapıyor. 27 Mayıs’ın üstünden bir iki hafta geçmiştir. Karısı DP’li bakan Fatin Rüştü Zorlu’nun yakın arkadaşıdır ve onların tutuklanırken dövüldüklerini söyler. (s.150) Başbakana kimin el kaldırabildiğini soran Mesut’a şöyle cevap verir: “Herkes. Nerede it kopuk varsa hepsi. Havalimanında, Harp Okulu’nda, her yerde. Uluorta. Harp Okulu’na götürdüklerini otobüsün kapısından okulun kapısına kadar dizili iki sıra askerin arasından yürütmüşler. Askerlerden sıra dayağı yiye yiye yürümüşler kapıya kadar.” (s.151) Yazar, kitabın tarihsel zamanında belirleyici bir yer tutan 27 Mayıs’a Fatin Rüştü’nün yakın arkadaşı tiyatro oyuncusu kadının gözünden bakmakla yetinmiştir. Bu nedenle 27 Mayıs, iktidardan düşürülenlerin bakış açısıyla, “askeri bir baskı ve zulüm dönemi” olarak tekyanlı biçimde yazılmıştır.

Gerçekler çok yanlıdır. Sinan Onuş, çok yanlı 27 Mayıs gerçeğini ortaya koyabilmek için bir kitap yazmıştır: “Parola: İnkılap, 27 Mayıs’ı Yapanlar Anlatıyor”. Sinan Onuş’un 27 Mayıs’ı yapan subaylarla görüşerek hazırladığı kitapta, Hamdi Koç’un uydurduğuna benzer bir sahneye rastlamıyoruz. İktidar mensupları topluca mı tutuklanıyor, bunu yazmıyor. Ama başbakanla cumhurbaşkanı ayrı ayrı tutuklanıyor. Menderes Eskişehir’den Kütahya’ya giderken askeri jetle izleniyor ve Kütahya’da tutuklanıp Ankara’ya getiriliyor. Çankaya köşkünden Celal Bayar’ın tutuklanması sırasında askeri birlikler arasında çatışma kıl payı önleniyor. Hamdi Koç’un kitaptaki kişisinin, “nerede it kopuk varsa hepsi” diyerek tanımladığı ihtilalciler, Türk Silahlı Kuvvetlerinin devrimci subayları, kan dökmemek için büyük çaba gösteriyorlar.

Asıl roman burada yazılıyor. 27 Mayıs Harekâtının romanı, iftiracılarını değil, hâlâ romancısını bekliyor. Bayar’ın direnişinin kırılması ve Harp Okulu’na götürülüşünü Sinan Onuş’tan aktarıyorum: “Küçük, Uluç ve Binbaşı Abdullah Tardu, Köşk’e, Bayar’ın yanına koştular. Teslim olması için tehdit de dahil her yolu deniyorlar ama Bayar Nuh diyor peygamber demiyordu. Kapıda da Bayar’ı Harp Okulu’na güvenlik içinde götürmek için bir tank hazır bekliyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Uluç ve Küçük Bayar’ın koluna girdiler ve Köşk’ten dışarı çıkarttılar. Ama bu halde onu tanka koyamazlardı. Hemen tankın yanında duran Muhafız Alay Komutanı Köksal’ın makam arabasına soktular ve Harp Okulu’na doğru yola çıktılar. Okula gelindiğinde Cumhurbaşkanı Bayar bir odaya kapatıldı.”[7]

Burada yazıcımızın yazdığına benzer insanları da, dayak sahnelerini de göremiyoruz.

TRAJİK SAHNELER HEP DEVRİMCİLERİN PAYINA DÜŞÜYOR

Hakikat iki yanlıdır dedik, aynı sahneyi, bu kez tutuklanan DP’lilerden, hükümette bakanlık yapmış Samet Ağaoğlu’ndan aktarmak istiyorum. Ağaoğlu, Yassıada Mahkemelerini DP cephesinden anlattığı kitabında, adadaki hapishane koğuşlarında disiplin ve baskı altında olduklarından şikâyetçidir. Yassıada koğuşlarında kalırken, 27 Mayıs’ın ilk günlerinde tutuldukları Harp Okulu’nu aramaktadır. “27 Mayıs sabahı Ankara’da tutularak Harp Okulu’na getirilenler, fiilen kumandan Albay ile Yassıada Kumandanı’nı mukayese ettikleri zaman aralarındaki farkın ne kadar büyük olduğunu görüyorlardı. Harp Okulu Kumandan Yardımcısı Mücteba Bey ve iki genç yaveri, korkunç propagandalarla kışkırtılmış ruhları her çeşit hareket ve hakarete hazır yüzlerce öğrenci ile tutuklu arasında etten bir duvar olmuşlardı. Mücteba Bey ve yaverleri, tutum ve sözlerinde nezaketi bırakmadan, iki salonu dolduran bakanlar, kumandanlar, milletvekilleri arasında dolaşıyorlar, herkese ihtiyaçlarını soruyorlar, ailelerinden haberler getiriyorlar, haberler gönderiyorlardı. Yaverlerden genç bir yüzbaşının, ismi galiba Nedret, ‘Sizler bizim her zaman büyüğümüzsünüz, bu günler geçer, üzülmeyin’ yolunda sözleri, Mücteba Bey’in, birçoklarının yanına gelerek gönül alması, Yassıada’ya kafile kafile gönderildikleri akşamlar samimiyetle veda edişi ile Yassıada Garnizon Kumandanı ve bazı arkadaşlarının tam on beş ay uyguladıkları rejimin kaba sertliği arasındaki fark ne kadar da büyüktü.”[8] Ağaoğlu, ilk anda, ihtilalin fırtınası içinde maddi manevi “darbeleriyle” karşılaşanlar olsa bile, onların da Harp Okulu’nu bir “ruh sükûneti ile” terk ettiklerini vurgulama gereği duyuyor.

27 Mayıs İhtilali’nden sonra yapılan darbeler ise, ilkin, tutuklanan devrimcilere aylarca yapılan işkencelerle anımsanıyor. Hamdi Koç’un kitabındaki kadının DP kodamanlarına uygulandığını öne sürdüğü, iki yana dizilmiş askerler veya polisler arasından dövülerek geçirilme mizanseni Gayrettepe’deki Siyasi Şube’nin veya Mamak hapishanesinin standart kabul merasimiydi. Yalnızca 12 Mart ve 12 Eylül değil, yönetimi büyük bir saflıkla, kısa zamanda, devirdikleri iktidarın başka kişilerine teslim eden 27 Mayısçı’lar da işkence görmekten kurtulamamışlardı. Fethi Gürcan ile Talat Aydemir ise 1963’te idam edilmişlerdi.

Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs’ı incelediği kitabında, Dündar Seyhan’ın anılarından şunları aktarıyor: “Dört gün Emniyet Birinci Şubede sandalye üzerinde bekletildik… Et kamyonlarıyla nakledildik… 14’lerden Rıfat Baykal vardı. Birbirimize kelepçelediler… Demir kapı… Tepeleme pislik dolu helâ… Laf anlamamak için emir almış nöbetçi. Bize işkence etmek için talimat almışlardı. (…) Ziyaret günleri ailelerimize çektirdikleri eziyet ve cefa anlatmakla bitirilemez. Bir memleketi işgal eden düşman bile tutukladığı kişilere böyle eziyet ettirmez. Esir kamplarında hatta tahşit kamplarında bize yapılan muamelelerin misallerini göstermek kolay değildi. Bir de Yassıada tutukluları 27 Mayısçılardan şikâyet ederler.”[9]

Kıvılcımlı, Seyhan’ın anlattıklarından şu sonucu çıkarıyor: “Evet, Finans-Kapital, Türk subayından Yassıada’nın öcünü böyle aldı, ve onunla yetinmişe de hiç benzemiyor.”[10]

Kıvılcımlı’nın 60’ların sonunda yaptığı bu saptama, hemen arkasından gelen 12 Mart’la ve Deniz Gezmişlerin idamıyla acı biçimde doğrulandı. 12 Eylül 1980 ise 27 Mayıs’ın Türkiye toprağına getirdiği, başta 1961 Anayasa’sı, bütün kazanımların kökünü kazıdı. Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “Acıklı ayrıntılar uzundur.”[11]

27 Mayıs’ta düşürülen DP ülkeyi yıllardır baskı ve zulümle yönetiyor, buna isyan eden üniversite öğrencilerine kurşun sıktırıyordu. 28 Nisan’da Beyazıt’ta Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla katledilmişti. 2013 Haziran’ında polis kurşunuyla katledilen Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert gibi… Polis sopasıyla beyin kanaması geçiren Ali İsmail, üzerine araba sürülen Mehmet Ayvalıtaş, ekmek almaya giderken başından vurulan ve aylarca komada yaşam savaşı veren “14 yaşında bir fidan” Berkin Elvan benzeri. Ahmet Atakan, Serdar Kadakal, Hasan Ferit Gedik ve devlet şiddetinin nice kurbanlarının atası…

27 Mayıs’ı DP’nin perspektifinden yazmak, ironik bir anlatının tek ironik olamayan bölümü olarak yazmak, tarihi çarpıtmak anlamına gelir. Gerçekçi romancı, toplumdaki çeşitli eğilimlerin temsil edildiği tipler aracılığıyla bunların çatışmasını sergiler. Çok yanlı gerçekliğin çok yanlı çelişki ve çatışmalarını romanlaştırır. İronik anlatıcı ise, her şeyi tekyanlı görür ve gösterir. Bu tekyanlılık, benöyküsel anlatıcının kişiliksiz perspektifine indirilince iyice darlaşır. Ortaya Çıplak ve Yalnız türünden bir tuhaflık çıkar. Hem tarihi, toplumsal mücadele veren, ezilen kitlelerin aleyhine yaz, çarpıt, hem de kitabın başına Haziran Ayaklanmasının şehitlerine ithaf ettiğini belirten bir not koy.

Emekçi düşmanı, tarihe egemenler açısından bakan Hamdi Koç kitabın başına onların isimlerini hangi cüretle yazmıştır?

Taylan Kara, “ödül oligarşisi”nin içyüzünü sorguladığı yazılarından birinde Hamdi Koç’un bir dergideki söyleşide yayımlanan şu sözlerini aktarıyor: “Toplumcu gerçekçilik dedikleri bir şey vardı ve o yıllarda yaşamasına izin verilen tek gerçekçilikti. Ne işler ya! Nelerle uğraştık’ Lukacs diye bir Macar köylüsünü getirip burnumuzun dibine dayadılar, estet diye”[12]

Yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından birini, Marksist estetiğin kurucusunu “Macar köylüsü” diyerek aklınca küçümsemeye çalışan ve Orhan Kemal’in de içinde yer aldığı sosyalist gerçekçiliği aşağılayan Hamdi Koç, 2013 Ağustos’unda çıkan kitabını, baskıcı bir hükümete isyan ederken polislerce katledilen devrimci gençlere ithaf ediyor. Bu ironiye gülüp geçemiyorum…

(Sürecek)

B Sadık Albayrak
Gerçekedebiyat.com

[1] Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, s. 19, çeviren: Şenol Bezci, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul.

[2] A.g.e., s.24

[3] A.g.e., s.24

[4] Bertolt Brecht, “Lukullus”, Bütün Oyunları Cilt 8 içinde,  çeviren:  Ahmet Cemal, Mitos Boyut Yayınları, 1999, İstanbul.

[5] A.g.e., s. 109

[6] Mehmet Berksan, “Mimar Gözüyle Elif Şafak'ın Son Romanı: Ustam ve Ben”, http://www.arkitera.com/gorus/449/mimar-gozuyle-elif-safakin-son-romani--ustam-ve-ben

[7] Sinan Onuş, Parola: İnkılap, 27 Mayıs’ı Yapanlar Anlatıyor, s. 150, Kaynak yayınları, 2003, İstanbul.

[8] Samet Ağaoğlu, Marmara’da Bir Ada, s. 53-54, YKY, 2011, İstanbul.

[9] Dündar Seyhan, aktaran Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve YÖN Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, s. 266, 2008, İstanbul.

[10] A.g.e., s. 266

[11] A.g.e., s.266

[12] Hamdi Koç, aktaran Taylan Kara, “Ahmet Altan Büyük Roman Ödülü Taylan Kara’ya verildi!” http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1457

[13] Metin Toker, Metin Toker’den Akisler, s. 189, hazırlayanlar: Özden Toker-Kurtul Altuğ, Bilgi yayınevi, 2007, Ankara.

[14]A.g.e., s.189

[15]A.g.e., s. 213-214

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)