Son Dakika



Bugün kamuoyunun ilgisini çeken en önemli gündem konusu kuşkusuz fikir özgürlüğü… Başta gazeteciler olmak üzere pek çok kişi bu nedenle adliye koridorlarında çile dolduruyor. Mahkemelerin çalışma takvimlerinin çoğunluğunu cumhurbaşkanına hakaret davaları oluşturuyor. Sağda solda söylenen sözler ya da kimi medyada anlatılanlar devlet başkanının avukatlarınca hemen yargıya taşınıyor. Böylece hakaret, eleştirinin diğer adı oluveriyor. Cumhuriyetimizin kurulduğu yıldan bu yana cumhurbaşkanlarının kendilerine hakaret edildiği gerekçesiyle mahkemelere başvurduğu pek alışılmış değil. Ama geriye, 1930’lara gittiğimizde…

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, eski Sultanahmet Cezaevi’nin bahçesindeki arkeolojik kazıları 2 Aralık 1977’den beri sürdürüyor. Bizans dönemindeki Büyük Saray adı verilen Palatium Magnum kalıntılarının bir bölümünün yer aldığı alan, aynı zamanda eski Adliye Sarayı’na da ev sahipliği yapmıştı.

Bina aslında darülfünun, yani üniversite olarak düşünülmüş. Sultan Abdülmecit tarafından İsviçreli mimar Gaspare Fossati’ye yaptırılmış. Yapımı dokuz yıl (1845-1854) süren bina tamamlanmasına rağmen bir türlü hizmete açılamamış. Son olarak da İstanbul Adliyesi olarak kullanılmış. 3 Aralık 1933 gecesi çıkan yangında Adliye Sarayı’nın hemen tamamı yok olmuş. Bir süre sonra kalıntıları da yıktırılarak tamamen ortadan kaldırılmış.

İstanbul Arkeoloji Müzelerinin yürüttüğü kazı çalışmalarında buluntuların yanı sıra, Adliye’ye ait mürekkep şişeleri, porselen fincan ve tabaklar, çeşitli mühürler ve yanık evraklar da bulundu. Eski Türkçe olan bu evrakların çoğunluğu dava evraklarından ve makbuzlardan oluşuyor. Sayıca az olmakla birlikte, aralarında, yeni harflerle yazılmış belgelere de rastlanıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki hakaret davaları derken nereden çıktı bu yangın konusu…

Şöyle:

Yangın artığı okunabilen yanık parçalar arasında Nazım Hikmet’in 1933’te toplatılan Gece Gelen Telgraf isimli şiir kitabı da var.

Kitabın yayıncısı Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi… Yayımı izleyen günlerde iki dava birden açılıyor. İlki, “halkı rejim aleyhine kışkırtmak” suçlamasıyla, kitabı toplatan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından, ikinci dava ise kitaptaki “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” adlı şiirle, “kendisine ve pederine hakaret ettiği” gerekçesiyle Süreyya Paşa (İlmen, 1874-1955) tarafından.

Süreyya Paşa’nın Kadıköy’de yaptırdığı ve 1927’de açılan Süreyya sinemasının ilk müdürü Nazım Hikmet’in babası Hikmet Nazım’dı. Hikmet Bey, 1932’de geçirdiği bir kaza ve köpek ısırması nedeniyle arka arkaya tetanos ve kuduz aşısı olmuş, iki aşının uyuşmaması sonucu ağır hastalanmıştı. Süreyya Paşa’nın evlerine gelerek, işletmenin hesapları konusunda hasta yatağındaki babasını sorgulaması Nazım Hikmet’i çok kızdırmıştı. Kısa süre sonra da babası ölünce, 1933’de hırsızı tarif eden bu şiiri yazmıştı:

Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye

Bir varmış

bir yokmuş

Develer tellaklık edip satarken

develeri,

bir benim babam varmış,

bir de bir zatı muhteremin

pederi.

 

Benim babam,

dazlak kafalı ufak tefek bir adam.

O bir zatı muhteremin pederi

İkinci Sultan Hamid’in

meşhur hırsız seraskeri.

 

Benim babam,

dolu koymuş

boş çıkmış,

bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.

O, bir zatı muhteremin pederi

Yemen çölünde açlıktan ölenlerin

suyundan, ekmeğinden çalarak,

kumun üstüne akan kandan

yüzde yüz komisyon alarak

han, hamam, apartıman yapmış…

 

Ey zatı muhterem!

 

Şaire, “Kısa kes, diyelim, sözlerini!”

Ölmüş sizin serasker

peder.

Benim de babam öldü.

Ve dünyaya yummadan evvel

ışıklı çocuk gözlerini

siz onun yanındaydınız.

Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye

kalbinin atışını saydınız.

 

Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.

O eller…

Babamın gözleri artık

simsiyah defterleri göremiyordu…

 

Fakat yine siz haklısınız:

o gündü hesap günü.

Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz

bir ölünün burnuna gözlüğünü,

beş papelin hesabını istediniz.

 

İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.

Size bir tokat

borcum vardı.

 

Dikkat!

Kolumu geriyorum.

İkimiz karşı karşıyayız.

Sizin peder ölmüş.

Öldü benim babam.

Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.

 

Benim şöhretim nerden gelir,

ben neyimle meşhurum

malum!..

 

Size gelince:

sizi meşhur eden şey:

hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan

hırsız bir oğlun parasıdır.

 

Sizin şöhretiniz:

lanetle dolu bir yükün

çuval darasıdır.

 

Şöhretiniz:

kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren

çingene çadırlarının yüz karasıdır.

 

İnanmazsanız eğer,

karıştırsın alim efendiler

kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:

anlarsınız ki, Edirne boyu

çingeneleri,

görmemiştir soyunuz gibi bir soyu…

 

Bir varmış

bir yokmuş.

Develer tellallık edip satarken develeri,

bir benim babam varmış,

bir de bir zatı muhteremin pederi.

 

Ey zatı muhterem!

Ölmüş sizin serasker

peder.

Öldü benim babam.

Karşı karşıya kaldık

iki meşhur adam…

 

Selim Esen

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)