İnsani Duyguyu Yeşerten Bir Yapıt: İshak Kuşunun Çağırdığı Çocuk / Mehmet Aslan
Nicedir ödüllü öykü kitaplarını okuyup eleştiriyorum... Okuyup eleştirdiğim kitapların çoğu, insana herhangi bir estetik tat vermeyen niteliksiz öykülerden oluşuyor. Bu tatsız öyküler içinde boğuşurken, gitgide duygularımın kuruduğunu duyumsadım... Böylesi durumlarda ilk yaptığım şey, kuruyan duygularımı yeniden yeşertecek gerçekçi yazarlara, onların güzel yapıtlarına sığınmak oluyor. Bu yazımda ele alıp incelediğim, Murathan Çarboğa’nın İshak Kuşunun Çağırdığı Çocuk (*) adlı öykü kitabı böylesi yapıtlardan... Murathan Çarboğa’nın öyküleri, insanın bilinç damağında estetik bir tat bırakıyor. Başta o şiirsel dili, belli bir izlek çevresinde biçimlenen konuları işleyiş biçimi... insanın duygu teline öyle bir dokunuyor ki, o dokunuş iç dünyamızda içli bir türkü oluşturuyor. Nicedir yoksunuz böylesi yapıtlardan... İnsana uzak düşen meta yapıtların her yanı kapladığı günümüz yazınında, Murathan Çarboğa’nın öyküleri insanın kuruyan yüreğine duru bir su gibi akıyor. Her yanı sarmalayan karanlığın içinde, umudu yeniden alevlendiriyor. Bu yazdıklarım, dayanaksız salt öznel algılarım sanılmasın... Estetik ölçütler ışığında, nesnel bir yaklaşımla inceledim kitaptaki öyküleri. Düşüncelerimin dayanağı bu incelemeye dayanır. Gelin şimdi, tek tek bu dayanakları görelim. DİL VE ANLATIM Yazın dil işidir... Bu nedenle, yazarın yazdığı dili iyi bilmesi, yetkin bir biçimde kullanması gerekir. Murathan Çarboğa’nın öykülerine bu açıdan baktığımızda, Türkçeyi yetkin bir biçimde kullandığını görürüz. Yer yer Türkçe olmayan sözcük kullanımını bir yana koyarsak, can verdiği sözcüklerle yeni, güzel, düşsel bir dünya yaratır öykülerinde. Murathan Çarboğa’nın dilinin göze çarpan en önemli yönü şiirselliği... Şairliğinin öykülerine katkısı olan bu şiirsel anlatım, okurun damağında estetik bir tat bırakıyor. Öyle ki, sözcükler dans eder onun öykülerinde. Şiirsel, güzel anlatımı alıntıladığım örnekler üzerinden görelim şimdi... İlk örnek, Düşlerin Peşinden Gitmek öyküsünden... Anlatıcı, anne ile babasını şöyle anlatır. “Babam (...) Gençliğine ve umudunun yeşerttiği güzel günlere güvenmiş, bin türlü iş kurup hepsini batırmış bir adamdı. Zamanla paslanmış, işlemez olmuştu kalbinde tıkırdayan umudun dişlileri. En sonunda bu tenekeden sefalete savrulmuştu. Annem hep inanmıştı ona. Hiç yanından ayrılmamış; küçük pırıl pırıl bir İsviçre saati güzelliğiyle kocasının yanı başında hep zamanı kollamış ve güzel günlere inancını yitirmemişti. Şimdi, siyah beyaz bir fotoğraftan bakıyor gelip giden zamana. (...) Umut donup kalmış güzel bakışlarında. (...)” İkinci örnek, İshak Kuşunun Çağırdığı Çocuk öyküsünden... “Bahçeye akan akşam ilk önce yapraklara dadanırdı. Zoraki bir telaşla eserdi rüzgar, ama dallara sıvanan karanlığı silkeleyemezdi. Sonra aşağıya doğru sinsi bir yılan gibi inerdi karanlık. Ağaç gövdelerinden süzülüp toprağa yayılırdı. Gelinciklerin ince saplarına dadanırdı sonra, kırmızı çiçeklerin rengi kurur, bir solukta kararırdı. Otların, böceklerin üzerine devrilirdi derken. Rüzgar birkaç kanat çırpışıyla uçup giderdi uzaklara. Kuşlar akşama kanıp usul usul kımıldanarak uyurdu. Sonra avluya doğru akardı akşam, yapış yapış, önüne geleni yutuveren bir su gibi. Annem, kaçıp karanlığa karışan oğlunu çağırırdı sarı ışıklı ışığa dikilip. Saçları ipil ipil yanardı.” Aynı öyküde, güz şöyle anlatılır... “Güz gelirdi, doru bir at gibi bahçede eşelenirdi rüzgar. (...) Sarı bir telaş yakalardı yaprakları ucundan. Portakal ağaçları üşür, yaprak yaprak birbirine sokulurdu. Güz; güzel, doyumsuz bir sevgili gibi dalardı bahçeye. Ölüm şarkıları söyleyen güzel bir sevgili. (...) Öpünce ölümü zerk eden, dudakları kurutan marazlı bir sevgiliydi güz. (...)” Murathan Çarboğa’nın dilini güzel kılan bir diğer yön de, okurun gözünde canlanan anlatımı... İki alıntıyla gözde canlanan anlatımı (canlandırma öğesini) görelim. İlk örnek Yarım Kalmış Sepetler öyküsünden... “(...) Hasan Emmi (...) Kendini ellerinin akışına bırakmış, biteviye sepet örüyordu. Odaya hapsolmuş alacalı bir kelebek can havliyle çırpınıyor, duvardan duvara kendini vuruyor, kapalı pencerelerden sızan ışığa tutunmaya çalışıyordu. Mavi gözlü, zayıf bir asker ürkek adımlarla yaşlı adamın evine yaklaştı ve süngüsüyle kapıyı itti. Kapı gıcırtıyla açılıp ışığı içine aldı. Odayı dört dönen kelebek boşalan bir nefes gibi açılan kapıdan dışarıya ağdı. Ürken asker dönüp bakakaldı kelebeğin ardından. Gülümsedi ve bir şeyler mırıldandı. Sonra içeriye yöneldi yalpalayarak. Gözleri karanlığa alışınca yaşlı adamı gördü ve korkuyla silahına sarıldı. Kalbi göğsünü dövüyordu. Hasan Emmi ara ara bulanan aklının gayretiyle başını kaldırıp askere baktı ve gülümsedi: ‘Ali!’ dedi ‘Nerde kaldın Aliş’im?’ Askerin boğazına bir yumruk geldi oturdu. Elleri titredi. (...) Dedesini anımsadı. Soluğu sıkıştı, gözleri karardı. Güç bela dışarıya attı kendini. (...)” Gözde canlanan anlatıma ikinci örnek İmkansıza Yolculuk öyküsünden... “Duvardaki çıkıntısında karanlığın hükmünü kabul etmiş bir suskunlukla bekleyen kalın mumu yaktı ve kitap yığınının kıyısında duran iskemleye ilerledi. İskemlenin üzeri toz kaplıydı. Mendilini çıkarıp iskemleyi silmeye başladı, bir eliyle de burnunu tutuyordu. (...) Önüne gelen ilk kitabı ölü bir fareyi kuyruğundan tutarmış gibi tiksintiyle parmak ucuyla yakalıyor, kitabın siyah cildi üzerine göz gezdirdikten sonra her birini kenara fırlatıyordu. Derken yığının üzerinden küçük bir kitap yuvarlandı ve Botafelli’nin tiksintiyle açılmış sol avcuna düştü. (...)” Canlı anlatımı sağlayan bir diğer yön de anlatılanın somutlaştırılarak anlatılmasıdır. Somutlaştırarak anlatımı birkaç örnekle görelim şimdi... “Savrulan damlaları, manzaranın eriyip karışan renklerini ve hızın çekiştirdiği çizgileri giyinerek cisimleşiyor sanki rüzgar. Sağrısı köpüklü, yeleleri dalgalı duru bir ata dönüşüyor. Mağrur ve güzel başı atılıyor ileriye doğru.” (s.22) “Soluklanmak için çökmüş de kim bilir hangi kederin ağırlığıyla taşa kesmiş bir yolcu kafilesini andıran kerpiç evler.” (s.25) “Tren baharı kaybetmiş bir tırtıl gibi kederli kıvrılışlarla uzaklaşıyor.” (s.28) “Soluklanmak için bir köşeye çökmüş de bir daha kalkamamış gibi eğreti duran gecekondumuzun penceresinden bakardım ona.” (s.31) Hep Yarım Kalmak öyküsünde, yaşanmışlık, dili tutulmuş yaşlı bir kadına benzetilerek somutlaştırılır... “Ne çok yaşanmışlık vardı mekanda. Duvarlara, tertemiz bırakılmış eşyalara sinmiş ne çok anı vardı. Yaşanmışlıklar ahraz bir kadın gibi. Dili tutulmuş yaşlı bir kadın misali dolanıyordu evin içinde. Duyamıyorsunuz sözcüklerini, ama uğunan, umarsızca çırpınan yaşlı bedenini görüyordunuz sanki.” (s.62) Bu örnek Hep Veda öyküsünden... “Heybetli dut ağacı yaşlı bedenine ağır gelen dallarını tartmaya çalışır, rüzgar her estiğinde yapraklarının telaşlı çırpınışıyla göğe avuç avuç kuşlar fırlatırdı. Avlunun kıyısına tüneyen tulumba ölümü bekleyen ihtiyar bir hayvan gibi dirimi dinlerdi. Kuyu yitirilmiş zamanın çığlığıyla göğe açardı ağzını.” (s.75) Son örnek Kara Şaman’ın Laneti öyküsünden... “Kilidi çevirip kapıyı açtım. Birden, birikmiş bir heyecanla konuşmaya başladı sanki saatler. Her köşeden değişik tınılarda tik taklar yükseliyordu. Duvar saatleri yorgun sarkaçlarını sallayarak selam verdi. (...) Ustamın boş sandalyesine baktım. Çalışma masasının gerisinde öksüz bir çocuk gibi duruyordu.” (s. 145) Murathan Çarboğa’nın karakter çizimi son derece başarılıdır... Öyle ki, karakterlerin soluk alıp verdiğini duyumsarız öykülerde. Bu kanlı canlı karakterler, içinde yaşadıkları doğadan, toplumdan, yaşam koşullarından soyutlanmadan; doğayla toplumla karşılıklı diyalektik bir ilişki içinde anlatılır. Bu insanların bir bölümü, kentin kıyısında teneke evlerden oluşan mahallelerde, yoksulluk içinde yaşam savaşımı verirler... Kimi, Derviş Amca gibi çomakçıdır, trajik bir yaşama savrulan... Kimi, bin bir iş kurup batırmış, en sonu teneke mahallesine savrulmuştur. Kimi, sepetçidir, ustalaşmış elleriyle sepet örüp durur yıllar boyu. Kimi, kendini, yaşamını bu toplumun insanının aydınlanması için adayan idealist bir öğretmendir. Kimi, Sede Nine’nin Hasan’ı gibi madencidir. Kimi, ağanın yanında ırgat, değeri bir traktör motoru olmayan. Kimi; sirkte hokkabaz... kamyon şoförü... saatçi... kekeme... kambur... Kısaca, “yazgının sonsuz denizinde kaybolmuş”, “ishak kuşunun çağırdığı” “insancık”tır M. Çarboğa’nın ele alıp işlediği insan... Eşitsiz toplumsal koşulların yarattığı sıkıntıları bir yazgı gibi yüklenen bu insanlar, umudunu yitirmeden yaşama tutunmaya çalışırlar. Murathan Çarboğa, öykülerini nesnelerin estetik biçimlenmesiyle oluşturmuş. Öykülerdeki nesne seçimi, nesneleri kullanış biçimi son derece güzel, son derece başarılıdır. Nesneler, karakterlerin yapıp etmeleriyle nedensel bir bağ içinde kullanılmış. Hiç biri işlevsiz değil... Nesneler, bir yandan öyküyü devindiriyor; öte yandan öykünün farklı bir boyutunu gösteriyor bize. Nesnelerin işlevli, doğru kullanımını örnekler üzerinden görelim şimdi. Düşlerin Peşinden Gitmek öyküsündeki başlıca nesneler; saat, teneke mahallesi, çeşme, baobab ağacı, güvercinler... Öyküde saat nesnesi gösteren nesnedir... Gerek karakterler, gerek uzam, zaman saat nesnesinin farklı görünümleri üzerinden tanımlanır. “(...) çıplak ve çatlak ayaklarıyla (...) Yamalı şalvarı, eprimiş gömleği ve güneşten solmuş başörtüsüyle (...) deli bir inatla teneke evler arasında (...)” dolanıp duran Deli Nevriye, mahallenin çalar saati olarak tanımlanır... “Gençliğine ve umudunun yeşerttiği güzel günlere güvenmiş, bin türlü iş kurup hepsini batırmış (...) En sonunda tenekeden sefalete (...)” savrulmuş olan ayyaş baba, “(...) Eski, ahşap bir saatin ayarı kaçmış sarkacı (...)”na benzetilir. “Zamanla yıpranmış, işlemez olmuştu kalbinde tıkırdayan saatin dişlileri.” Yaşanan tüm sıkıntılara karşın, kocasına inanıp yanından ayrılmayan anne ise, “(...) küçük, pırıl pırıl bir İsviçre saati (...)”nin güzelliğine benzetilir... Komşu Derviş Amca, takılmış saat gibi kekeleyip duran bir can dosttudur... “Uzakta, devasa bir dişli gibi dönüp duran (...)” kent, “Zembereği boşanıp da etrafa dağılmış devasa bir gecekondu mahallesinden ibaretti”r... Teneke mahallesi ise, kentin kıyısında, “tökezleyen bir ritimle hayatın peşinde (...)” koşturmaktadır... Bavuluna dizdiği “gıcır gıcır kol saatlerini” pazarlayan anlatıcı, “takılıp kalmış bir yelkovan gibi (...)” yaşamda tekleyip durur... Teneke evlerden oluşan mahalle... biçimsiz, çirkin baobab ağacı... yağlı, tatsız bir su akıtan çeşme... tozlu yollar, çamurlu sokaklar... insanların içinde bulunduğu yoksulluğu gösteren nesnelerdir. Tutsaklıktan özgürlüğe yükselmeyi güvercinler üzerinden gösterir bize yazar. Yarım Kalmış Sepetler öyküsünde; sepet, Hasan Emmi’nin usta elleri ile kelebek nesneleri öne çıkar. Hasan Emmi, usta elleriyle kırk yıl boyunca sepet örmüştür. Bu süre boyunca iki sepeti yarım bırakır. İlkini, oğlu Ali’nin “(...) atın üzerinde kıpırtısız ve al kan içerisinde köye getirildiğinde (...)”; ikincisini ise, “belikleri elma kokan” eşi Hatçe’sini yitirdiğinde yarım bırakır... Yitirdiği oğluyla eşinin mezarlarının üstündeki ağacın dallarına astığı bu yarım kalmış sepetler, bir açıdan yarım kalmış yaşamları; öte yandan Anadolu’nun bitmeyen acılarını simgeler. Yazar, kelebek nesnesiyle, savaşa sürülen gencecik askerler arasında bir ilişki kurar. Kalbimdeki Yılkı öyküsünde; bozkır, tren, yılkı atları, baba, gözlük... öyküyü devindiren, konuya yeni boyutlar katan işlevli nesnelerdir. Örneğin, baba nesnesi, öyküdeki güdücü nesnedir. Öyküyü devindirir. Anlatılan her şey dönüp dolaşır baba nesnesine bağlanır. İnsancık Ne Yapsın öyküsünde; doğa olayları (kar, soğuk, don); Traktörün motorunu çatlatır. Karakterleri, karakterlerin eylemlerini etkiler... Baba sesi; Nuri’yi ölümden kurtaran, ölümden çekip yaşama çağıran düşsel sestir. Aynı zamanda güdücü nesnedir. Kar altında Adana’ya inmeye çalışan Nuri’nin yorgun bedeni, Alman mezarlığına yığılır. Uykuya dalsa donarak ölecektir. Uyku (ölüm), bir keçi kılığında onu çağırır. Gözlerini kapatıp uykuya dalacağı sırada, derinlerden onun adını haykıran babasının sesini duyar, irkilir. Nuri, babasının adını haykırışını, ağanın tarlasını sürerken traktörün üzerinde uyuyunca da duymuş, uçuruma ramak kala uyanmış, son anda direksiyonu kırıp ölümden dönmüştür. Hep Yarım Kalmak öyküsünde; kuyu, mezarlık, yaşanmışlık, çiçek... işlevli nesnelerdir. Öyküde, insanların; acılarını, özlemlerini kuyulara haykırdığını görürüz. Kuyulardan acıların, özlemlerin uğultusu yükselir... Mezarlık, yaşamda insanları birbirinden koparan farklılıkların yok olduğu, ölenin artık toprağın çocuğu kabul edildiği, herkesin eşitlendiği yerdir. Deccal’ını Arayan İsa öyküsünde; kahve nesnesi, öyküyü devindiren nesnedir... Kahve, içeni hem bedensel hem de zihinsel olarak etkiler. Nesnelerin işlevli kullanımı Murathan Çarboğa’nın öykülerini gerçekçi (güzel) kılan temel öğelerden biridir. Murathan Çarboğa’nın öykülerinde göze çarpan bir yön de, çocukluk ile baba motifleridir... Baba çocuk ilişkisini gösteren bu motifler, öyküler arasında, öyküleri birbirine bağlayan bir bağ işlevi görür aynı zamanda. Öykülere acısıyla, sevinciyle buruk bir tat veren bu bağ, okurun bilincinde içli bir ezgi gibi yankılanır. NEDENSELLİK Murathan Çarboğa’nın öykülerini gerçekçi (güzel) kılan öğelerden biri de nedenselliktir. Kitaptaki bütün öyküler, nedensellik ilkesi gözetilerek yazılmıştır. Anlatılan her şey zincir halkası gibi birbirine bağlıdır. Birkaç örnekle bu nedenselliği görelim şimdi. Yarım Kalan Sepetler öyküsünde, yaklaşan Yunan ordusu nedeniyle köylüler köyü terk etmek üzeredir. Yaşama tutunmaya çalışan köylülerin bu davranışına karşın Hasan Emmi köyü terk etmek istemez. Hasan Emmi’nin evini, köyünü terk etmek istememesinin nedeni, yitirdiği oğluyla eşini bırakmak istememesidir... Onu almaya gelen delikanlıya; “Ben Ali’mi bırakamam (...) Aha da yüz adım ötemde yatar o benim. Hatçe’mle yan yana yatar. Ben onları bırakmam! (...) Siz gidin evladım (...) Ecel benim yarenim olmuş. Benim yerim Ali’min yanı. Benim yerim Hatçe’min yanı. Gitsem ne olacak bu yaştan sonra?” der. Öykünün devamında, genç Yunan askerinin Hasan Emmi’yi öldürmemesinin nedeni, nedensel ilişkilerle şöyle gösterilir... Asker, ürkek adımlarla yaşlı adamın evine yaklaşır. Süngüsüyle kapıyı itip girer içeri. Hasan Emmi, odanın karanlığında sepet örmektedir... Gözleri karanlığa alışan asker, hışırtıyı duyup yaşlı adamı görünce korkuyla sarılır silahına... Hasan Emmi, “(...) bulanan aklının gayretiyle başını kaldırıp askere (...)” bakar. Gülümseyerek; “Ali” der, “Nerde kaldın Aliş’im?” Bu sözler askerin boğazına bir yumruk gibi oturur. Elleri titrer... Ali adını duyunca, babasının içki arkadaşı balıkçı Ali’yi; yaşlı Hasan Emmi’yi görünce ölmüş dedesini anımsayan asker, kıyamaz Hasan Emmi’ye... Kendini güç bela dışarı atar. Murathan Çarboğa, İmkansıza Yolculuk öyküsünde ise, nedenselliği zamanda ilerlemek için kullanır. İki farklı zaman boyutunda ilerleyen bu öyküde, kütüphane memuru Senyor Botafelli, atıl kitaplar içinde ilgisini çeken bir kitabı; ıslanmış, farelerce kemirilmiş sayfaları atlayarak, bazen de farklı nedenlerle kapatıp rastgele yeniden açarak okur. Bu yöntemle, öyküde hem zamanda ilerlenmiş, hem de okunan kitaptaki olay, öykünün sınırlı alanı içine sığdırılmıştır. ÖRGE Murathan Çarboğa’nın öykülerinde olaylar nedensel ilişkiler, nesnelerin birliği gözetilerek, sıkı bir biçimde örülmüştür. Kitaptaki öykülerin bir bölümü genel örgeyle, bir bölümü de tekil örgeyle başlamış. Bu iki farklı örgü biçimi, diyalektik bir ilişki içinde ilerler öykülerde. Yarım Kalmış Sepetler, Kalbimdeki Yılkı, İnsancık Ne Yapsın öyküleri genel örgeyle; buna karşın Sede Kız ile Hasan Oğlan, Kara Şaman’ın Laneti öyküleri tekil örgeyle başlar. ÇATIŞMALAR Murathan Çarboğa’nın öykülerindeki çatışmalar somut nedenlere dayanır. Çatışmaları, çatışmaların nedenlerini bir öyküden yola çıkarak görelim. İnsancık Ne Yapsın öyküsünde var olan çatışma türleri: İç çatışma, insan-doğa çatışması, sınıfsal çatışma... Nuri ile Hüseyin ağanın yanında ırgattır. Traktörün motoru soğuktan çatlayınca, durumu ağaya bildirmek amacıyla Ulukışla’dan Adana’ya, ağanın çiftliğine yürüyerek inmeye çalışırlar. Hava karlıdır, soğuktur... İki karakter de iç çatışma içindedir. Havanın birden soğumasını öngörememişlerdir. Öngöremedikleri için de traktörün motorunu soğuktan koruyamamışlardır. Ağanın bu işten kendilerini sorumlu tutmalarından, kendilerine zarar vermelerinden kaygı duymaktadırlar. Hüseyin hastadır... karla, soğukla bir mücadele içinde geçen bu yolculuğu dayanamaz. Bu zor koşullarda arkadaşını bir süre sırtında taşıyan Nuri, Hüseyin’i yolda karşılaştığı köylülere bırakarak, tek başına yoluna devam eder. Bu yolculukta donma tehlikesi geçirir. Çukurova’ya inince bu kez yağmura tutulur. Sırılsıklam, titreyerek varır çiftliğe. Çukurova bereketli bir topraktır... Ne var ki, bu bereketli topraklar üzerinde eşitsiz bir düzen hüküm sürmektedir. Bir yanda bu bereketli toprakları emeğiyle, alın teriyle işleyen Nuri’ler, Hüseyin’ler; öte yanda, onların emeği üzerinde saltanat süren ağaların, tüccarların soysuz düzeni. Bu düzende; “Bu düzende boğaz tokluğuna didinir insancık zengini, ağası, tüccarı palazlanır. Çukurova bolluk içinde yokluğun, dirim içinde ölümüm saltanatıdır.” (s.43) UZAM - ZAMAN Murathan Çarboğa’nın öykülerinde gerek uzamın, gerekse zamanın iki farklı boyutunu görürüz. Öykülerin bir bölümü nesnel uzam-zaman içinde ilerlerken, bazı öykülerde ise uzamla zamanın öznel boyutunu da görürüz. Tek tek bütün öykülerdeki uzamla zamanı belirtmek yerine, iki üç öyküden yola çıkarak bu iki öğenin kullanımını göstermek isterim. Yarım Kalmış Sepetler öyküsünde uzam, batı Anadolu’da “Meyve bahçelerinin arasına serpilmiş kagir evlerden oluşan küçük bir köy (...)”dür. Zaman ise, kurtuluş savaşı, Yunanlıların batı Anadolu’yu işgal yılları. Öyküde uzamla zamanın öznel boyutunu da görürüz. Yunan ordusu köye yaklaşmaktadır. Köylüler çoluk çocuk toplanmış köyü terk etmek üzeredir. Hasan Emmi’nin köyü terk etmek istemediğini öğrenen Mustafa, yaşlı adamın evine gider. Hasan Emmi, sepet örmektedir. “Delikanlı yaşlı adamın yanına çöktü ve elini onun dizine koydu: ‘Hasan Emmi!’ dedi. Yaşlı adam fersiz gözlerini kaldırıp gence baktı. Her şey bir hayal belirsizliğiyle gözlerine hücum ediyordu. Renkler, çizgiler birbirine karışıyordu biteviye. Büyülü bir alemdi sanki önünde açılan manzara. Ne mekan ne de zaman gerçeğin dar kalıplarına sığmıyordu artık. Kimi zaman gencecik karısı gelip oturuveriyordu yanına. İki yanından uzanan belikleri elma kokuyordu. Kimi zaman Aliş sofraya çöküp çocuk elleriyle buğusu tüten bir tarhanayı kaşıklıyordu. (...)” Hasan Emmi’nin öznelinde duyumsadıkları, öyküdeki uzamla zamanın öznel boyutunu oluşturur. Uzamla zamanın öznel-nesnel boyutu içindeki benzer kullanımını, Deccal’ını Arayan İsa öyküsünde de buluruz... Derviş Ağa, İsa’nın “büyülü karışımı” kahvesinin tadına bakınca, buruk bir tat yayılır damağına. “(...) Buruk, fakat tarifi zor bir lezzet... Sonra bir sıcaklık yayıldı bedenine. Gözlerinin önündeki renkler eriyiverdi birden, çizgiler silindi; sesler, kokular alıp başını gitti. Derken, tüm bu belirsizliğin yerinde yeni bir manzara açılmaya başladı. Önce çizgiler üşüştü ortalığa, sonra renkler yapıştı ve en son sesler götürdü ortalığı. (...) Magedon tepesinin üzerinde buldu kendini birden Derviş. Doru bir atın üzerinde duruyor, hırsın ve kibrin yücelttiği bir yüz ifadesiyle aşağıda ufka kadar uzanan ovaya ve uzaktaki Kudüs’e bakıyordu.” Derviş Ağa, içtiği kahvenin etkisiyle, bulunduğu uzam-zamandan kopup, öznelinde duyumsadığı düşsel bir uzam-zamanda bulur kendini. Kitaptaki çoğu öykü, zamanda geriye dönüşlerle ilerlerken; İmkansıza Yolculuk öyküsü, iki farklı zaman boyutunda akar. İZLEK Belli bir izlek çevresinde biçimlenen öyküler yazmış Murathan Çarboğa... Her öyküsü, yaşam üzerine, insan üzerine bir şey söyler bize. Peki, ne der öyküler bize, sırayla okuyalım şimdi. Düşlerin Peşinden Gitmek öyküsü, içinde bulunduğun durumu yazgı olarak görme... Sıyrıl yoksulluktan da, tutsaklıktan da. Yarım Kalmış Sepetler öyküsü, insanı insana düşüren savaş, insana da, yaşama da karşıttır. Kalbimdeki Yılkı öyküsü, “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler.” Yaşar Kemal. Sede Kız İle Hasan Oğlan öyküsü aşk, sevda, özlem... insanın yaşamındaki umudu diri tutan, yeniden tazeleyen. İnsancık Ne Yapsın öyküsü ölümle eşitlenen insan soyu, yaşamda neden eşit değil. Neden eşitlik içinde yaşatılmaz. Hep Yarım Kalmak öyküsü, insanın doğduğu topraklardan, sevdiklerinden... koparılması, onda yarım kalmışlık duygusu uyandırır. Kambur öyküsü, sırtımıza yüklenen bütün sıkıntılara rağmen yaşam sevilmeye değer. Taksit öyküsü, düş, kolu kanadı insanın... “Fakirin ekmeği.” Hep Veda öyküsü insan, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Oysa ölüme doğru akıp gidiyor ömrümüz. Geçen günler geri gelmeyecek. Anılara sığınmak tek avuntumuz. Mutluluklar anlık, acılar uzun metrajlı öyküsünün başlığı, aynı anda öyküde ele alınıp işlenen izlektir. Koca Yunus’un Dergahına Varmak öyküsü, “Kırılan bir dalın, kanadı kırılan bir kuşun bile ahı kalmaz yerde. Gün gelir, devran döner, hak yerini bulur.” Sesler öyküsü yaşamı var eden de, yok eden de insan. Yine de, her şeye karşın özünde umudu barındırır yaşam. Deccal’ını Arayan İsa öyküsü ölçüsünü aşan insanın sonu yıkımdır. Kara Şaman’ın Laneti öyküsü, “Zamanın esiri olma. Ona biçim ver.” SON SÖZ Deccal’ını Arayan İsa öyküsünde, içeni bulunduğu gerçeklikten koparıp düşsel bir uzama götüren lezzetli kahveler pişirir İsa... Doğrusu, İsa’nın kahvelerinin yarattığı etkiye benzer bir etki yaratıyor Murathan Çarboğa’nın öyküleri. Öyle ki, okuru düşsel bir yolculuğa çıkartıyor. Yine de, önemli bir ayrımı var bu yolculukların. Yazarın okuru düşsel bir yolculuğa çıkarması, onu gerçeklikten koparması anlamına gelmiyor. Bu düşsel yolculuk, içinde yaşadığımız gerçekliği daha doğru kavramamızı sağlıyor. Murathan Çarboğa’nın öyküleri, insanı; yaşam üzerine, yaşananlar, başta çocukluk üzerine düşünmeye itiyor. Gelecek için geçmişin hesabını yapmaya çağırıyor...
* Murathan Çarboğa, İshak Kuşunun Çağırdığı Çocuk, İncir Yayıncılık, Ekim 2018 -Bu yazı, Çağdaş Türk Dili Dergisi 372. (Şubat 2019) Sayısında yayınlandı. GERCEKEDEBİYAT.COM
KARAKTERLER
NESNELERİN BİRLİĞİ
YORUMLAR