Hotel Udaipur / Sedat Erden
Yaşayan önemli yazarlarımızdan Sedat Erden bu öyküsünde metafizik dünyada insan tekini Hindistan ortamında derin düşüncelere sevk eden ve yaşamın anlamını sorgulatan macera dozu eksik olmayan müthiş bir öyküyle sayfamızda yer alıyor.
Hakan Soylu altı saat süren İstanbul-Yeni Delhi yolculuğu sona erip havalimanına indiğinde yorgun ama çok heyecanlıydı. Bu onun ilk yurtdışı seyahatiydi. Yıllardır hayalini kurup durduğu Hindistan’ına sonunda kavuşmuştu. Yaşıtları gibi üniversiteden mezun olur olmaz dolgun maaşlı bir iş peşine düşmemiş ya da hemen evlilik planları yapmamıştı. Bu konuda anne ve babasıyla çatışmayı bile göze almıştı. Albay olan babası sonunda pes etmiş ve: “Pekâlâ,” demişti. “Madem bu kadar kararlısın, çek git. Ama bir hippi gibi oralarda aç biilaç dolaşmana gönlüm razı olmaz. Ben zengin bir adam değilim, sana beş bin dolar veriyorum. Git, gönlünce dolaş ama paran bitince de hemen dön. O zaman bir tersanede işe girersin. Üniversitede dört yıl boşuna gemi mühendisliği okumadın herhalde. Sonra da belki Nihal ile evlenir yuva kurarsın. Kızcağızın sana nasıl baktığı gözümüzden kaçmıyor. Bizim de torun sevmeye hakkımız var.” Babasından böyle bir cömertlik beklemiyordu doğrusu. O, planlarını üç beş kuruşla yola çıkmayı, Türkiye, İran ve Pakistan’ı otostop ile geçip Hindistan’a ulaşmak üzerine kuruyordu. Böyle olunca hemen bir gidiş-dönüş uçak bileti almış, artan dövizi de bankadan seyahat çekine çevirmişti. Bunu bankacı bir arkadaşı tavsiye etmişti ona. Hırsızlık ya da gaspa karşı bir önlemdi bu. “Hindistan’da insanın başına ne geleceği belli olmaz,” diyordu. Vedalaşmaları bundan ne kadar kaçınmaya çalışsa da çok dokunaklı olmuştu. Babası her zamanki gibi sakin ve vakurdu. Ama annesi gözyaşlarını saklamaya çalışarak ona sarılmış: “Oğlum bizi habersiz bırakma. Üç dört günde bir bize telefon et. Kaldığın otellerde telefon vardır, herhalde, “demişti. Nihal ise mendiliyle gözyaşlarını siliyordu. Gözlerinde şaşkınlık ve düş kırıklığı vardı. Terminalden çıkıp taksi durağına doğru yürüdü. Zannettiği kadar sıcak değildi hava. Buraya Kasım ayında geldiği isabet olmuştu. Hindistan hakkında okuduğu kitaplar buraya Kasım-Mart aylarında gelmenin uygun olduğunu belirtiyordu. Daha sonra cehennemi sıcaklar ardından da muson yağmurları başlarmış. Önce taksi şoförüne pahalı olmayan bir otele gitmek istediğini söyledi. Şoför Hauz Khas semtinde uygun bir otel bildiğini, orada çoğunlukla yabancıların ve gezginlerin kaldığını söyledi. Hakan bunun üzerine sırt çantasını arka koltuğa attı ve şoförün yanına oturdu. Taksi yeşil alanların ve tarlaların arasından geçerken burnuna tezek, yanmış odun, egzoz kokuları geldi ilkin. Sisli bir havaydı. Bindiği taksi, daha doğrusu bütün taksiler eski model, belki de 1960’lardan kalmaydı. Tarlalarda pala bıyıklı, sarıklı erkekler, rengarenk giysili kadınlar, yarı çıplak çocuklar görünüyordu. Bazıları yolun kenarında eğilmiş tuvaletlerini yapıyorlardı. Yolda da at arabaları ve develer göze çarpıyordu. Sonra birden Delhi’ye girdiğini fark etti. Bir araç denizine düşmüştü. Taksiler, bisikletler, yayalar, rikşalar, motosikletler tam bir kaos halinde deviniyordu. Taksi bir yayaya çarpar gibi olacakken şoför frene basıyor, o arada arkadaki motosiklet hemen onun önüne geçiyordu. Yayalar her yerdeydi. Herkes kornaya basıyor ancak ortalıkta öfkeli bir insan görünmüyordu. Hayatın olağan akışıydı bu. Kaldırımlarda seyyar berberler gördü. Ellerinde ustura, tıraş köpüğü kullanmadan, tabureye oturmuş adamların saçlarını, sakallarını kazıyorlardı. Baharat, yemek kokuları, egzoz gazları midesini bulandırmıştı. Seyyar satıcıların bağrışmaları motosikletlerin gürültüsüne karışıyor sanki Hindistan ona ‘Hoş geldin!’ diyordu. Bir süre sonra geniş bir caddeye çıktılar. Bu bölge daha sakindi. Şoför: “Burası Hauz Khas, Sir. Birazdan otele varıyoruz. Temiz bir oteldir, daha çok sizin gibi yabancılar kalır.” Geldiği otelin adı “HOTEL SERENITY” idi. Geceliği üç yüz Rupiydi. Bunu Dolara çevirince on iki Dolar tuttuğunu anladı. Sakin, temiz bir otele benziyordu. Bu fiyat ona çok makul geldi. Odasında tek kişilik bir karyola, bir dolap, küçük bir masa ile sandalye, tavanda da bir vantilatör vardı. Banyo ve tuvalet biraz küçüktü ama bu sorun değildi. Balkon da otelin bahçesine bakıyordu. Bu oteli sevmişti. Sırt çantasının fermuarını açtı. İki çift iç çamaşırı, iki gömlek, bir mont, bir İngilizce-Türkçe, Türkçe-İngilizce küçük sözlük, seyahat çekleri, çok amaçlı bir İsviçre çakısı, kalem, mendil, sabun, diş fırçası ve macunu, bir plastik şişe içinde su, çakmak, pusula, Hindistan haritası ve İngilizce INDIA adında bir seyahat kitabı vardı. Bütün eşyası buydu, mümkün olduğunca az eşyayla yola çıkmak istemişti. Yorgundu. Yatağa sırt üstü kendini bıraktı. Biraz dinlenmeli, sonra da bir şeyler yiyip Delhi’yi keşfe çıkmalıydı. Hayat ne tuhaftı. Altı saatlik bir uçak yolculuğuyla bambaşka bir diyara gelmiş, hayatı tamamen değişmişti. İzmir’de ailesi ile birlikte yaşayan bir üniversite öğrencisiyken şimdi nüfusu bir milyarı aşkın bu yabancı ülkede tek başınaydı. Ne yapacağını, nereye gideceğini de pek bilemiyordu. Turistlerin, gideceği ülkelerde hangi şehirleri ziyaret edecekleri, neleri görecekleri konusunda ayrıntılı planlar yaptıklarını biliyordu; ama o bundan uzak durmuş, kendini olayların akışına, kaderin kendisine çizdiği yola bırakmayı tercih etmişti. Şu anda bildiği tek şey Delhi, Jaipur, Agra, Bombay, Haydarabat gibi şehirleri görmek istediğiydi. Ayrıca “Ölümün Başkenti” denilen Varanasi’ye de ne yapıp edip gidecekti. Yazılanlara göre yaşlılar oraya ölümü beklemek için giderlermiş; orada öldükleri takdirde tekrar tekrar dünyaya gelme döngüsünden kurtulacaklarına, sonsuz hayata kavuşacaklarına inanırlarmış. Başka kentlerde ölüp yakılanların küllerini de aileleri Varanasi’ye getirip Ganj nehrine bırakırlarmış. Sorunsuz, düzgün bir hayatı vardı İzmir’de. Okuldaki ağır ders yükünün dışında bir şeyden şikâyeti yoktu. Ancak son bir yılda üzerine bir bıkkınlık çökmüş, hayatın anlamı üzerine düşünmeye başlamıştı. Okula devam etmek istemiyor, evde kalmak da onu sıkıyordu. Semt semt dolaşmakla içindeki sıkıntıyı gidermek istiyordu. Çeşitli bahanelerle karşı daireden onlara gelen, kendisine sevgiyle baktığını fark eden Nihal’e karşılık veremediğine de üzülüyordu. Öğretmen Okuluna gidiyordu Nihal. İki yıl sonra mezun olup öğretmen olacaktı. Bu apartmanda birlikte büyümüşlerdi. Babası Refik Amcayı pek severdi; iki aile sık sık birlikte olur, beraberce yemek yerdi. Çocukken iki ailenin tatile Marmaris’e gittiklerini de hatırlıyordu Hakan. Refik Amca Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesiydi. Hakan’ın babası gibi o da satranca çok düşkündü. Dostlukları buna dayanıyordu belki de. Gözünü açtığında iki saat kadar bir zaman geçtiğini fark etti. Ilık suyla bir duş aldı ardından lobiye indi. Resepsiyondaki hanıma otelde yemek servisi olup olmadığını sordu. Her üç öğünde de servis yapıldığını söyledi resepsiyon memuru. Dışarı çıktı, önce bulunduğu Hauz Khas bölgesini keşfe çıktı. Burası yeşil alanları bol bir bölgeydi. Yakında bir göl, etrafta da birçok tarihi eser göze çarpıyordu. Uzun bir yürüyüş yaptı sonra otele yakın bir yerde gördüğü bir lokantaya girdi. Vejetaryenler için bir lokantaydı bu. Bir pilav, nohut yemeği bir de lassi (ayran) istedi. Ama ayran şekerli idi. Bu pek hoşuna gitmedi, yine de yemeğini bitirdi ve hava kararırken otele döndü. Lobide yaşlı bir çift bir de ayrı bir koltukta uzun, sarı saçlı bir genç kız oturuyordu. Üçü de Avrupalı olmalıydılar. Hakan garsondan bir çay istedi. Gelen çayın sütlü olduğunu gördü. Böyle değişikliklere alışmalıydı. Saat farkından dolayı hâlâ kendini toparlayamamıştı. Odasına çıktı, banyo yaptı ve erkenden uyudu. Sabah erkenden kalktı. Bütün gece deliksiz uyumuştu, kendisini gayet zinde hissediyordu. Bugünü değerlendirmeliydi, görülecek çok şey vardı Delhi’de. Elini, yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı ve balkona çıktı. Bahçede bir mango ağacı, saksılarda çeşit çeşit çiçekler vardı, küçük bir havuzda bir fıskiye su fışkırtıyordu. Hava serindi ama bir iki saate kalmaz ısınırdı herhalde. Bu sırada yan odanın balkonuna bir kadının çıktığını gördü. Sarı saçlı genç bir kadındı. Birden hatırladı, akşam lobide gördüğü kadındı bu. Kadın da onu fark etmişti: “Namaste!” dedi. Yanıt vermeyince bu kez İngilizce: “Günaydın!” dedi. “Günaydın,” diye yanıtladı Hakan. “Siz Hintli değilsiniz, galiba.” “Hayır, Türküm. Delhi’ye dün geldim.” “Dün sizi lobide görmüştüm. Esmer olunca sizi Hintli sandım.” Hakan gülümsedi. “Türkiye’de bir sahil şehrinde, İzmir’de yaşıyorum. Orası da hayli sıcaktır. Sık sık da denize girince insan kararıyor, tabii.” “Ben de Hollandalıyım. Adım Emma. Bir hafta önce geldim Hindistan’a.” “Benim adım da Hakan.” “Memnun oldum, Hakan. Aşağıya, kahvaltıya inecek misin?” “Evet.” “Tamam. Aşağıda buluşuruz.” “Bu arada, ‘namaste’ ne demek?” “Hintçe merhaba demek.” Lokantaya indiğinde ağır bir baharat kokusu karşıladı onu. Dün akşamki yaşlı çiftten başka bir kişi daha vardı kahvaltı yapan. Yiyeceklere bir göz attı. Seramik bir tencerede mercimek çorbası kaynıyordu. Küçük gözlemeye benzeyen ekmekler üst üste yığılmıştı. Servis tabaklarında rengarenk, ne olduğunu bilmediği Hint yemekleri vardı. Sonra yoğurt, pirinç topları, çay, kahve, lassi (şekerli ayran) göze çarpıyordu. Daha sonra da sosis, salam, yumurta dikkatini çekti. Bunlar Avrupalı konuklar içindi belli ki. Bu sırada Emma geldi. “Bir şeyler seçtin mi?” “Hint kahvaltısından pek bir şey anlamadım. Sosis, salamı da sevmiyorum. Bilmiyorum ne alacağım.” “Sahanda iki yumurta kırsınlar. Çapati de alırsın. Yanında da bir kahve. İyi gider bence.” “Tamam, bence uygun. Ya sen?” “Ben Hint kahvaltısı deneyeceğim bugün,” dedi Emma. Akşam yediği vejetaryen yemekten sonra acıkmıştı Hakan. Sahanda yumurtayı iştahla yedi. Kahvelerini içerken Emma sordu: “Demek Hindistan’a dün geldin. Delhi’de kaç gün kalacaksın? Sonra nerelere gitmeyi planladın?” “Dört, beş gün kalırım Delhi’de. Sonrası için bir plan yapmadım.” Emma gülümsedi: “En iyisi bu. Biz gelirken, yani kız arkadaşım Margareta ve ben, Hindistan seyahatimizi titizlikle planlamıştık. Ama hiçbir şey plana göre gitmedi. Margareta bir tren yolculuğunda tanıştığı İspanyol bir gence âşık oldu. Nepal’e gidiyormuş, beni bırakıp oğlanın peşine takıldı. İnsanın ne olduğu yolda belli olurmuş. Ben de Delhi’de bir hafta kalıp dönmeyi düşünüyorum. Nasılsa bazı kentleri gördüm Hindistan’da. Bu kadar yeter bence.” “Hangi şehirleri gördün?” “Bombay, Agra, Jaipur ve Delhi. İstersen Delhi’yi beraber dolaşalım. Görülecek çok şey var burada.” “Tamam.” Önce Hauz Khas’a yakın olan Qutub Minar’a gittiler. Bu, Hindistan’da İslam’ın zaferini kutsamak için inşa edilmiş dünyanın en yüksek kulelerinden biriymiş. Kolon kullanılmadan, tuğla ve harçtan yapılmış. Gerçekten görkemli bir yapıttı. Sonra bir oto rikşaya binip şehrin merkezine doğru yol aldılar. Yanları açık, üç tekerlekli bu araçta gitmek belki zevkli olabilirdi, ancak aracın egzoz gürültüsü, sürücünün aşırı hız yapması insanı tedirgin ediyordu. Chandhri Chowk’a ulaştıklarında gerçek Delhi’ye geldiklerini anladılar. Burası Delhi’nin eski çarşısıydı. Trafik kilitlenmişti, korna sesleri, satıcıların bağrışmaları, sıcak, yemek kokuları insanı bunaltıyordu. Rikşadan inip çarşıya girdiler. Küçük dükkanlarda dokumalar, sariler, takılar, gümüş eşyalar, el yapımı biblolar, minyatür eşyalar satılıyordu. Satıcılar pek nazik ve davetkârdılar. Sokak satıcılarının pişirdiği yiyecekler dikkatlerini çekti. Koca kazanlarda pişirilen pilavlar, iri tavalarda kızartılan böreğe benzeyen hamurlar, halka tatlısına benzeyen tatlılar… Kızartma yağlarının kokusu ve rengi Hakan’ın dikkatini çekti; simsiyahtı, motor yağını andırıyordu. Emma onu uyardı: “Açıkta satılan yiyeceklere çok dikkat etmek gerek. Hiç hijyenik değil. Sular da öyle. Bir hastalansak tatil zehir olur.” Acıkmışlardı. Hem yürüyorlar hem de temizce bir lokanta arıyorlardı. Emma birden bir çığlık attı. “Ne oldu, Emma?” Pek kızgındı Emma: Yanakları al al olmuştu. “Biri kalçama şaplak attı. Terbiyesiz!” Ama etraf öyle kalabalıktı ki kimin yaptığını anlamak imkansızdı. Sonunda temizce bir lokanta bulabildiler. İçerisi kalabalıktı; bu, yemeklerin kaliteli olduğunun göstergesi olabilirdi. Bir masaya oturdular. Müşterilerin Emma’ya dikkatlice baktıklarını fark etti Hakan. Çıplak kolları, mini eteği, sarı saçları dikkat çekiyordu anlaşılan. “Bunların ‘Biryani’ dedikleri bir yemeği var, çok sevdim. Pilav üzerine et veya tavuk. Baharatlı, harika bir şey. Kolayla iyi gidiyor. Ben ondan alacağım, sana da tavsiye ederim.” “Pekâlâ,” dedi Hakan. Dikkat ettiler, garsonlar masalara çoğunlukla biryani taşıyorlardı. “Amsterdam’da bazı Hint lokantaları var ama pek yolum düşmedi. Bundan sonra arada bir giderim oralara çünkü Hint yemeklerine alışmaya başladım.” “Amsterdam’da ne iş yapıyorsun, Emma?” “İç mimar. Arkadaşım Margareta ile aynı firmada çalışıyoruz. O muhasebeci. Ya sen?” “Ben yeni mezun oldum. Gemi inşa mühendisliği. Ama henüz çalışmıyorum. İşe başlamadan önce biraz dünyayı görmek istedim, özellikle Hindistan’ı.” “İyi fikir. İş hayatı insanı robot gibi yapıyor. Halbuki hayat sadece çalışmak değil. Bu ülke dünyaya bakışımı değiştirdi. Keşke daha fazla kalsam, zamanım var çünkü. Ama Margareta’nın ayrılması bütün planımı bozdu. Bu ülkede bir kadının yalnız seyahat etmesi biraz sorunlu. Biraz önce bana yaptıklarını gördün.” “Bence giysilerine dikkat etmelisin, çok göze çarpıyorsun.” “Nasıl yani?” “Mini etek çok dikkat çekiyor. Sonra, altın sarısı saçların, saçlarını arada bir savurman…” Emma durup Hakan’ın gözlerinin içine baktı: “Yani beni güzel bulduğunu mu söylüyorsun?” “Şey, tabii ki güzelsin, ama sorunla karşılaşmaman için bu ülkede daha dikkatli giyin, diyorum.” “O zaman gidip o küçük dükkanlardan bir paşmina, bir de sâri alayım kendime. Bundan sonra da pantolon giyeyim bari.” İstediğini aldıktan sonra yine bir rikşaya binip bu kez Cumhuriyet Günü törenlerinin yapıldığı Rajpath’ı (Kral Yolu), eski İngiliz Genel Valisi için yapılan ancak şimdi Cumhurbaşkanın ikamet ettiği görkemli Başkanlık Sarayını ve 1. Dünya savaşında İngilizler için canlarını feda eden yetmiş bin Hint askeri anısına dikilmiş Hint Kapısı’nı ziyaret ettiler. Hava kararmıştı. Buldukları bir taksiyle otele döndüler. Otelde elektrikler kesilmişti. Lobiye, lokantaya, merdivenlere gaz lambaları, mumlar konulmuştu. Emma söylenmeye başladı. “Yıl bin dokuz yüz doksan, şu ülkenin haline bak. Enerji pek kıt bu ülkede. İnsanların çektiklerine üzülüyorum doğrusu.” Öğlen yedikleri biryaniden sonra hâlâ acıkmamışlardı. Lokantada çapati ile biraz yoğurt yediler. Lobide biralarını yudumlarken Emma: “Burası karanlık ve sıkıcı,” dedi. “Yukarda balkonda oturalım mı?” “Pekâlâ.” Resepsiyondan iki mum alıp Emma’nın balkonuna geçtiler. Odada tek sandalye olduğundan Hakan kendi odasındaki sandalyeyi de getirdi. Hauz Khas karanlığa gömülmüştü. Çevrede derin bir sessizlik vardı. Uzaktan bir jeneratörün sesi duyuluyordu yalnızca. Zengin birinin malikânesi olmalıydı. “Demek beni güzel buluyorsun?” dedi Emma. “Evet, çok güzel bir kadınsın.” “Bu iltifatlar hoşuma gidiyor doğrusu. Seni ödüllendirmek istiyorum.” Dudaklarını uzattı. “Beni öpebilirsin.” Öpüşmeye başladılar. Emma bir ara durdu. “Sana bir sürprizim var.” Odadan çantasını aldı. Bez bir torbadan bir şey çıkardı, tırnaklarıyla plakaları kırıp parçaladı. Sonra bunları bir sigara kağıdına yerleştirdi, tütünle karıştırıp sardı. “Bunu daha önce hiç denedin mi?” Hakan sordu: “Esrar mı bu?” “Evet, ot. Marihuana. Çok sık kullanmam. Özel anlarda.” “Ben hiç denemedim. Denemek de istemem.” “Hadi ama!” diye ısrar etti Emma. “Bir kere denemekle bağımlı olmazsın. Bu, Hollanda’da uyuşturucu sayılmıyor bile. Kullanmak serbest.” “Ya Hindistan?” “Soruşturdum. Altı ay hapis veya on bin rupi para cezası.” “Kaç dolar ediyor bu?” “Dört yüz dolar.” “Çok değilmiş.” Sardığı sigarayı sırayla içerlerken Hakan günün yorgunluğunun yavaşça kaybolduğunu, rahatladığını, içinden bir neşe dalgasının kabardığını duyumsadı. Özgüveni yerine gelmişti. Düşlerine giren Hindistan önüne serilmiş keşfedilmeyi bekliyordu. Yanında da dünya güzeli bir kız kendisini ona vermeye hazır bekliyordu. Kolunu Emma’nın boynuna doladı. Emma da başını onun omzuna dayadı. “Biliyor musun, Margareta’nın biriyle çekip gittiğine şimdi memnunum. O gitmeseydi seninle beraber olamazdım belki.” Hakan onun dudaklarına uzandı. Emma bu kez ilk seferinden çok daha güçlü bir tutkuyla yanıt verdi. “Aşkım,” diye fısıldadı. “İyi ki Hindistan’a gelmişim. Seni tanıdım böylece. Lütfen ayrılmayalım. Hindistan’ı beraber dolaşalım.” “Seni bırakmam,” diye fısıldıyordu Hakan da. Bir yandan da onun soyunmasına yardım ediyordu. Hakan sabah uyandığında Emma’nın banyoda duş aldığını gördü. Sonra banyodan çırıl çıplak çıktı, “Günaydın,” diyerek Hakan’ın dudaklarına bir öpücük kondurdu ve giyinmeye başladı. “Hadi, sen de duş al. Çok mutluyum bu sabah. Hilton’a kahvaltıya gidelim. Ben ısmarlıyorum.” Geçen bir rikşa’ya el kaldırıp durdurdular, Hilton oteline gitmesini söylediler. Delhi uyanmıştı. Trafik yine tam bir keşmekeşti. Emma gürültüde sesini duyurmak için bağırarak konuşuyordu: “Bugün Red Fort’a ve Hümayun Türbesine gidelim. Hatta fırsat bulursak Jama Masjid’e de. Bak bugün kapalı giyindim, paşminamı da yanıma aldım başımı örtmek için.” Gülüyor ve Hakan’ın elini sıkıyordu. Saçları hızla yol alan rikşanın rüzgarıyla savruluyor, Hakan’ın yüzünü okşuyordu. Mutlu bir gün başlıyordu. Hilton’un restoranı hayli kalabalıktı. Zengin turistler, diplomatlar, varlıklı Hintliler ellerinde tabak yüz çeşit yiyecekten beğendiklerini seçiyorlardı. Hint mutfağı yanında, Çin, Japon, Avrupa mutfağından da örnekler sunulmuştu. Hakan, Delhi kaldırımlarında, motor yağını andıran kapkara yağda kızartılan yiyeceklerle karınlarını doyuranları düşünmeden edemedi. Sanki ayrı bir gezegene gelmişti. Bu kadar keskin gelir farkı olunca dünyada barış ve huzur da olamazdı tabii. Yemek olarak Norveç somon balığı ve Yunan salatası aldılar, bir şişe de İtalyan şarabı istediler. Daha sonra meyve salatası ile dondurma yediler, sonra da birer kapuçino kahve içtiler. Yedi yüz rupi tutan faturayı Emma kredi kartıyla ödedi. Sonra yine bir taksiye atlayıp şoföre Kızıl Kale’ye gideceklerini söylediler. Hakan şoföre Delhi’de metro olup olmadığını sordu. “Maalesef, Sir,” diye yanıtladı şoför. Yolda rastladıkları otobüsler eski püsküydü, insanlar salkım saçaktı. Anlaşılan toplu ulaşım berbattı burada. Zor bir ülke, diye içinden geçirdi Hakan. Red Fort (Kızıl Kale), kırmızı kumtaşından yapılmış, adı gibi kırmızı renkte görkemli bir kaleydi. Şah Cihan tarafından ikametgâh ve devletin yönetim merkezi amacıyla yapılmış, Hint Ayaklanması sırasında tahrip edilmiş, değerli eşyalar yağmalanmış; şimdi içinde müzeler olan, kuleleri, burçlarıyla göz alıcı bir yapı. Turistler, Hintliler, başlarında öğretmenleriyle öğrenciler kaleye girmek için uzun bir sıra oluşturmuşlardı. Aslında her yerde izdiham vardı, böyle yerlere turistler kadar yerli halk da ilgi gösteriyordu. “Bir yerde okumuştum,” dedi Hakan. “Hayvan görmek için Afrika’ya, insan görmek için Asya’ya gitmek gerekirmiş.” “Çok doğru. Aşkım, seninle Afrika’ya da gidelim bir gün. Safariye çıkar, vahşi hayvanları gözlemleriz.” Daha sonra gittikleri Hümayun Türbesi yine kırmızı kumtaşı ve mermerle yapılmış büyüleyici bir yapıydı. Babür hükümdarı Hümayun’un ölümünden sonra karısı tarafından yaptırılmış, daha sonra hanedanın aile mezarlığı haline dönüşmüş. Yapının mimarı olan İranlı usta bahçeyi cenneti andıran bir şekilde tasarlamış. Cennet kadar olmasa da ferah ve huzur verici bir bahçeydi… Jama Masjid (Cuma Camii) Hindistan’ın en büyük camisiymiş. Bu da Kızıl Kale ve Tac Mahal’i yaptıran Şah Cihan tarafından inşa ettirilmiş. Kapıda beliren sakallı, takkeli bir adam Emma’nın girişine izin vermedi. Onlar da bu devasa camiyi çok geniş avlusundan seyrettiler. Avlu çok genişti ama Cuma namazlarında tamamen doluyormuş. Hotel Serenity’ye yorgun argın döndüler. Hafif bir şeyler yedikten sonra lobide kahvelerini içtiler. Sonra birer bira alıp Hakanın odasına çıktılar. O akşam ‘ot’ sarmadı Emma. “Her gün kullanmanın anlamı yok,” dedi. “Bağımlı olmak istemiyorum. Ama arada bir hoş oluyor. Dün gece rüya gibiydi. Bu gece ise gerçeği yaşamak istiyorum.” “Marihuanayı nereden buluyorsun?” diye sordu Hakan. “Hintliler kendileri gelip teklif ediyorlar yabancılara. Otel çalışanları bile yardımcı oluyorlar. Bende biraz var. Onu paylaşırız.” Yatakta çıplak biralarını yudumlarlarken Emma: “Tatlım, Delhi’de görülecek yerleri gördük sayılır. Ben Udaipur’u çok merak ediyorum. Doğunun Venedik’i diyorlar oraya, çok romantik bir kentmiş. Beraber gidelim mi? Sonra nereye gitmek istersen ben sana uyarım.” Hakan “Olur,” deyince de teşekkür etmek için dudaklarına uzandı. “Yarın uçak biletini ayarlarım ben. Otobüsle gitmek çok yorucu olur,” dedi. Uçak biletlerini Emma yine kredi kartıyla ödedi. Ne büyük bir kolaylıktı bu, para veya seyahat çeki taşımak külfetinden kurtarıyordu insanı. Ama ne yazık ki bu sistem Türkiye’de henüz uygulanmıyordu. Udaipur’da çok pahalı olmayan ama temiz bir otele yerleştiler. Bu kez tek bir oda tutmuşlardı. Biraz dinlenip birer masala çay içtikten sonra şehri keşfetmeye çıktılar. Hakan’ın beraberinde getirdiği “INDIA” kitabı Udaipur’a “Göller Şehri” diyordu. Çok kalabalık olmayan, güvenli, beyaz bir şehir olduğunu yazıyordu. Ayrıca, ‘narin, kadınsı, romantik’ olarak betimliyordu burasını. Gerçekten de hâkim rengi beyazdı bu kentin. İnsanlar nazik, şehir temizdi. Delhi’deki kaos, gürültü burada yoktu. Baş döndüren saraylar şehriydi burası. Resepsiyon memurunun önerisine uyarak önce şehrin ortasındaki Pichola Gölü kıyısında bulunan Şehir Sarayı’na gittiler. Dört yüz yıl içinde değişik racalar tarafından birbirine eklenmiş saraylar toplamıydı bu. Çok göz alıcıydı. Emma: “Ah, bir ay kadar zamanım olsa da her gün gelip şu süslemeleri incelesem. Bir iç mimar olarak öğreneceğim çok şey var doğu sanatından. Özellikle minyatür sanatına hayranım.” Sonra de Göl içinde bir adanın üzerinde inşa edilmiş olan Göl Sarayı’na sandalla gitmeyi teklif etti Emma. Saray bir mihracenin yazlık sarayıymış ve şimdi lüks bir otel olarak hizmet veriyormuş. “Bu sarayı da görmek istiyorum,” diyordu Emma. “Ayrıca yemek de yeriz. Ben bayıldım bu şehre. Her yeri görmek istiyorum.” “Tamam, ama yemeği ben ısmarlıyorum bu defa,” dedi Hakan. Bu saray da pek lükstü, insanı masalsı bir ortama çekiyordu. Zamanında nasıl bir hayat sürmüşlerdi buranın sakinleri? Bu nasıl bir zenginlik, nasıl bir şaşaaydı? Demek ki bütün bu bölge tek bir mihraceye çalışmıştı. Otelin lokantasında garsonun tavsiyesi üzerine bira ile birlikte tandır sipariş ettiler, üstüne de irmik helvası ile dondurma yediler. Yine kıyıya gitmek için bir sandala bindiler. Emma bir eliyle Hakan’ın elini tutmuştu, öbür elini de göle daldırmıştı. Pek mutlu görünüyordu. Her şey çok iyi gidiyordu. Hindistan’a gelmekle ne iyi etmişti. Akşama otelden annesine telefon etmeye çalışacaktı, geldiğinden beri onları henüz aramamıştı. Sandaldan rıhtıma çıkarken ufak bir aksilik oldu. Emma ayağını rıhtıma attığı anda ayağı kaydı ve bileğini incitti. Acı daha da artınca “Hadi, otele gidelim, dinlensem iyi olacak,” dedi. Otele geldiklerinde bilek şişmiş, ağrı artmıştı. Hakan onu zorla bir taksiye bindirip en yakın bir hastaneye götürdü. Doktor önce bir röntgen istedi, röntgen sonucunu görünce: “Kemikte kırık veya çatlak yok. Burkulmuş sadece. Size ağrı kesici vereceğim. Üç dört saatte oraya buz uygulayın. Yürümek yasak! Yatak istirahati gerekir. Bir hafta sonra tekrar kontrole gelin,” dedi. Emma otele suratı asık döndü. “Bir dikkatsizlik bütün programımızı aksattı. Ben şimdi bir hafta yatakta mı kalacağım?” diyordu. İlacın etkisi geçip ağrı tekrar başlayınca Hakan ona yeni bir hap verdi. Hapı biraz suyla yuttu: “Moralim bozuk,” diye söylendi. “Bunu ancak ‘ot’ giderir. Bu gece beni teselli et, Hakan.” Ertesi gün Hakan sabah kahvaltısını yatağına getirdi. Geceyi rahat geçirdiğini söyledi Emma. “Sen bana bakma,” dedi. “Yanımda polisiye bir roman getirdim, onunla vakit geçiririm. Sen bir hafta beni beklemek zorunda değilsin. İstediğin zaman çık, dolaş. Udaipur’un keyfini çıkar.” Öğle yemeğini de yatağa getirdikten sonra Emma’nın ısrarıyla sırt çantasını aldı ve biraz dolaşmaya çıktı. Bu kez de bir rikşaya binip Fateh Sagar gölüne gitti. Bir tepeden Pichola ve Fateh Sagar gölleri ile bembeyaz Udaipur şehrini kuşbakışı seyretti. Göllerde botlar gidip geliyordu. ‘Doğunun Venedik’i’ lakabı bu şehre boşuna verilmemişti. Şehir uçsuz bucaksız ormanlarla çevrelenmişti. Mavi, yeşil ve beyazın harika birleşimi… Çok sevmişti bu şehri, keşke uzun süre kalabilsem, diye düşündü. Sonra tepeden inip çarşıda dolaşmaya başladı. Deriden, el yapımı, işlemeli, Hint işi kadın papuçları dikkatini çekti. Emma’nın ayak ölçüsünü tahmin edip bir çift hediye olarak aldı, çantasına attı. Beyaz evlerin arasından, dar sokaklardan amaçsızca yürüyordu. Kaybolmuştu ama bunu sorun etmedi. Büyük bir şehir değildi Udaipur, nasılsa bir yol onu gölden veya saraylardan birine çıkarırdı. Bir ara genişçe bir meydana ulaştı. Burada bir Hint tapınağı vardı, içini görmek biraz da dinlenmek için içeri girdi. Tapınağa girip çıkan Hintliler gördü. Terlemişti. Avluda gördüğü havuzdan yüzünü, kollarını, ayaklarını yıkadı, sonra da girişteki merdiven basamaklarına oturdu. Çantasından çıkardığı plastik şişeden biraz su içti. Tapınağın içinden ilahiyi andıran sesler geliyordu. Güney Hindistan’da bir tapınakta rahiplerin fare beslediklerini okumuştu bir yerde. Fareleri kutsal kabul ettiklerinden onlara yiyecek sunarlarmış. Tapınakta fareler cirit atarmış. Bu taraflarda böyle şeylere tanık olmamıştı. Bu sırada kendisine doğru üniformalı iki kişinin yaklaştığını gördü. Biri pos bıyıklıydı, öbürü gençten biriydi. Bellerinde tabanca, ellerinde de tahtadan sopalar vardı. Pos bıyıklı İngilizce: “İyi günler, Sir,” dedi. “Pasaportunuzu görebilir miyim?” “Tabii,” deyip çantadan pasaportunu çıkardı. “Türksünüz, öyle mi?” “Evet.” “Çantanıza bakmak istiyorum.” Hakan çantayı sırtından çıkarıp verdi. Polis içindekileri tek tek çıkarmaya başladı. INDIA kitabı, İngilizce sözlük, İsviçre çakısı, su şişesi, kalem, mendil, çakmak, Emma ’ya aldığı pabuçlar, derken küçük bir paket. Polis paketi açtı, içinden bir miktar esrar göründü. Emma koymuştu bunu demek, bir ara “bölüşelim” dediğini hatırladı. Polis: “Bizimle geleceksiniz,” dedi. Hakan paniğe kapıldı: “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. “Otele, Sir,” deyip gülümsedi pos bıyıklı. Tapınağın dışında eski model bir cip bekliyordu. Genç olanı sürücü koltuğuna geçti. Hakan’ı aralarına almışlardı. Onu gerçekten oteline mi götürüyorlardı? Bu durumda, çıkan esrarı sorun etmemişlerdi demek ki. Bunun zaten pek fazla sorun olmadığını söylemişti Emma; dört yüz Dolarlık bir para cezası ile işi kapatabilirdi. Bir süre gittikten sonra cip demir bir kapının önünde durdu. Kapının önünde üniformalı nöbetçiler vardı. Demir kapının üstünde “UDAIPUR DISTRICT JAIL” yazılıydı. Hakan pos bıyıklıya döndü: “Ama burası hapishane!” Pos bıyıklı gülümseyerek: “Oteliniz, Sir! Biz buraya “HOTEL UDAIPUR” deriz. Bir süre burada kalacaksınız. Önce üstünü aradılar. Sonra sırt çantasını boşalttılar, bir tutanağa kaydedip imzalamasını istediler. Eşyaları yeniden çantaya koydular ve çantayı da bir torbaya yerleştirip mühürlediler. + + + İlk günler bir kâbus gibiydi, cennetten cehenneme düşmüştü sanki. Önce, buradan ailesine telefon edemeyeceğini düşündü. Hindistan’da kayıp biriydi artık oğulları. Sonra Emma aklına geldi. Hakan otele dönmeyince kim bilir neler hissetmiştir? Kız arkadaşı gibi Hakan’ın da onu yarı yolda bırakıp terk ettiğini düşünmüştür. Emma keşke bunu yapmasaydı. Kötü niyetinden değil kendisine hoş bir sürpriz olsun diye ‘otu’ çantasına koymuş olmalıydı. Peki, polislerin doğrudan kendisine gelip eşyalarını karıştırmalarının sebebi neydi? Polislerin rasgele bir turistin çantasını aramaları pek olağan bir şey olmasa gerekti. Gardiyan onu izbe, kalabalık bir koğuşa getirdiği zaman ‘okuluna hoş geldin, kim bilir nasıl sınavlar bekliyor seni burada’ diye geçirdi içinden. Koğuş yere serilmiş yataklarla doluydu. Uzanmış, bağdaş kurmuş mahkumlar dikkatle süzdüler onu. Bakışları hiç de dostça değildi. Sonra iri yarı, şort ve fanilalı, göğsünden kıllar fışkırmış biri yanaşıp Hintçe bir şeyler söyledi. Elini göğsüne koyup “Taro” deyince adamın adının Taro olduğunu anladı. Sonra bir başkası işaretle yatak için para istedi. Cebinden çıkarıp verdiği üç yüz Rupiyi adam alıp Taro’ya uzattı. Bunun üzerine mahkumlardan biri çıkıp yere serilecek bir minder, bir yastık ve örtünmek için eski püskü bir şey getirdi. Demek ki artık yerde, sert zeminde yatmaya alışmak zorundaydı. Gece güçlükle uykuya daldı. Bir ara yatağına birinin girmekte olduğunu fark edince fırladı ve adama bir yumruk attı. Karşısındaki Taro’ydu. Koğuştakiler uyanmıştı. Bir düdük sesi duyuldu ve herkes bir şey olmamış gibi uyumaya devam etti. Ama Hakan yatağına oturmuş sabahın olmasını bekledi. Artık bu koğuşta kalamazdı. Taro yine aynı şeye kalkışırsa diğerlerinin umurunda bile olmazdı. Belki onlar da Taro’ya katılırlardı. Şu başına gelenler neydi? Tecavüze uğramış, aşağılanmış bir halde ölür de Türkiye’ye dönmezdi. Bu koğuşta bir gün bile kalamazdı. Sabah gardiyana bu koğuşta kalmak istemediğini söyledi. Gardiyan pek ilgilenmiş görünmüyordu. “O zaman ben açlık grevine başlıyorum,” dedi. Gerçekten de ölümü göze almıştı. Tecavüze uğramış bir halde babasının yüzüne nasıl bakardı? Gardiyan böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyor olmalı ki Hakan’a dikkatle baktı ve koğuştan çıktı. Sabah kahvaltısına gitmedi. Yatağında bağdaş kurdu ve içine kapandı. Kimseyle konuşmuyor, sorulara cevap vermiyor, önüne getirilen yiyecek ve suya dokunmuyordu. Bir ara gardiyan ona zorla su içirmek istedi ama reddetti. Mahkumların ona olan tavırları değişmişti. Çok saygılı ve sessizdiler. İki gün böyle geçti. Bir başka gardiyan yanına geldi: “Hiç olmazsa su için,” dedi. “İsteğinizin yerine getirilmesi biraz zaman alır. Bu arada siz susuzluktan ölürsünüz.” Üçüncü gün soğuktan titremeye başladı. Sanki vücudunun her hücresi ağrıyordu. Gardiyan ona zorla su içirmeye kalktığında hemen kusuyordu. Bir ara kapıdan babasının girdiğini gördü. Üniformalıydı, suratı asıktı. “Baba!” diyerek doğrulmak istedi ama ne sesini çıkarabildi ne de hareket edebildi. Sonra başucunda ince, esmer bir yüz gördü. Kravatlı biriydi. Adam bir şeyler söyledi ama onu anlamadı. Sonra derin bir uykuya daldı, bir ara gözlerini açtığında kendini beyaz badanalı bir odada buldu. Başucunda bir serum şişesi vardı, tıp tıp damlıyordu. Ne kadar zaman geçti, bilemiyordu. Bir somyada yatıyordu. Bir gardiyan yanına geldi. “Benim adım Dani,” dedi. “Merak etmeyin, düzeleceksiniz. Baş Denetçi Bay Tatak sizi o halde görünce müdahale etti. ‘Diplomatik bir soruna yol açmayalım’ dedi. Bir süre bu odada yalnız kalacaksınız. Yemek vakti yemekhaneye gidip yemeğinizi yiyin. Bir sorun olursa da bana haber verin.” Ayaklarını sürüyerek yemekhaneye gidiyor bir şeyler yemeğe çalışıyordu. Yemekler biraz çapati ile mercimek, çapati ile sebze veya çapati ile pilav gibi şeylerdi. Mahkumlar bunlarla nasıl doyuyorlar, diye düşündü. Kendisi ise yemeğinin yarısını bile bitiremiyordu. Gardiyan Dani: “Yemeğe çalış, kendini toparlaman gerek,” diyordu. Bir sabah erkenden odaya girdi Dani: “Hazırlan, bugün duruşman var,” dedi. Heyecanlanmıştı. Acaba onu serbest mi bırakacaklardı? Duruşma salonunda bir hâkim, bir savcı, kendisi ve yanında iki polis vardır. Duruşma beklediği gibi olmadı; hâkim bir dosyaya baktı, sonra savcıya dönüp bir şey söyledi. Duruşma bitmişti! Cipte hapishaneye dönerken yanındaki polise ne olduğunu sordu. Polis eksik evrak nedeniyle duruşmanın iki ay ertelendiğini söyledi. İki ay daha mı bu hapishanede kalacaktı? İki gün sonra Gardiyan Dani odasına geldi: “Müdür Bey bundan böyle mutfakta çapati yapmanı emretti. Bu senin için daha iyi. Çalışmadan hapishanede zaman geçmez. Günler uzar, gider.” Dani iyi bir insana benziyordu. Kendisine karşı bir yakınlık duyduğu da açıktı. Hapishaneye girdiğinde bir form doldururken meslek olarak ‘mühendis’ yazması buna sebepti, belki de. Ona sormadan edemedi: “Dani, kız arkadaşım çantama ben farkında olmadan biraz esrar koymuş. Aklınca sürpriz yapmış. Ama polisler nasıl oldu da gelip hemen çantamı aradılar ve onu buldular?” “Sen tapınakta kutsal suyla ayaklarını yıkamışsın. Biri bunu görüp sinirlenmiş, polise ‘çantasında esrar var’ diye seni ihbar etmiş. Aksilik işte.” Ertesi gün sabahtan mutfağa gitti. Burası geniş ama loş bir alandı. Bir yanda ocaklarda kazanlar kaynıyor, bir başka köşede saçlara çapatiler atılıyordu. İçerisi çok sıcaktı; mahkumlar şort ve fanilalarla çalışıyorlardı. Kimi unu hamur yapıyor, kimi hamurları uzun şeritler haline getiriyor, bazıları şeritleri bıçakla eşit parçalara ayırıyor, diğerleri de o parçaları usta elleriyle bir çırpıda yayarak pişmeye hazır hale getiriyordu. Arı gibi çalışıyorlardı, kimse kimseyle ilgili değildi. Ben de bunlardan biri mi olacağım, diye geçirdi içinden. Biri eline bir bıçak verdi, şeritleri eşit olarak kesecekti. Bir süre sonra hiçbir şey düşünmez oldu; şeritleri eşit olarak kesmeye odaklandı yalnızca. Akşam odasına çekildiğinde bitkindi. Ailesine telefon edemiyordu. Kaybolup gitmişti buralarda. Keşke Emma buraya gelebilseydi. Ondan İzmir’e telefon edip durumu anlatmasını isteyebilirdi. Ama o da Hakan’ın burada olduğunu nereden bilebilirdi? Hayat gerçekten çok saçmaydı. En fazla iki üç ay olarak düşündüğü Hindistan seyahati daha ilk haftasında bu fare deliğinde son bulmuştu. Bir dizi rastlantılar, aksilikler sebep olmuştu buna. Yoksa rastlantı diye bir şey yok da her şey bilmediği bir plana uygun olarak mı işliyordu? Delhi’de SERENITY OTELİ’ne gelişi, orada Emma ile tanışması, onunla Udaipur’a gelişi, çantasına sürpriz diye biraz ‘ot’ koyması, ayağını burkup otelden çıkamaması, polislerin onu arayıp elleriyle koymuş gibi esrarı bulması… Eğer bunlar rastlantı değilse akıl almaz, muhteşem bir plan söz konusuydu! Ama bu planın amacı neydi? Bunu belki sonra anlayacaktı. Zaman hızla geçiyordu. Çalışmasa hiç bitmeyecek olan günler su gibi akıp gidiyordu. Bu cehennemi andıran yerde bazı vahalar da vardı. Bazı sivil toplum örgütleri hapishanede etkinlikler düzenliyorlardı. Mahkumlardan bir dans grubu kurulmuştu örneğin. Haftanın bazı günlerinde çalışmalar yapıyorlardı. Belirli bir süre sonra dışarıda gösteri yapacakları için şevkle çalışıyorlardı. Bir kadın eğitmen ise haftada iki gün gelip isteyen mahkumlara yoga dersleri veriyordu. Yaşlı, ak saçlı ve sakallı bir adam da meditasyon derslerine geliyordu. Hakan kararını vermişti, meditasyon derslerine katılacaktı. Derse başladığında hocanın mahkumlara söylediği ilk şey meditasyon esnasında hiçbir şey düşünmemeleri oldu. Hakan ders sonunda hocaya bunun çok zor olduğunu, değişik düşüncelerin sağdan soldan zihnine hücum ettiğini söyledi. Hocanın tavsiyesi şöyleydi: “Evet, başlangıçta çok zordur. Sen bu yüzden önce nefes alıp vermene odaklan yalnızca. Daha sonra, bu disipline erişince onu, yalnızca Brahma’yı düşün. Öyle insanlar tanıdım ki, meditasyonları saatler sürer ve onlar bundan hiç bıkkınlık duymazlar.” “Brahma kim, hocam?” “İnsanları, evreni, her şeyi yaratan.” Hakan Hinduizm’in çok tanrılı, putlarla dolu, ilkel bir din olduğunu düşünmüştü. Şimdi, bu ülkeyi hiç tanımadığını, bilgilerinin çok yüzeysel olduğunu anladı bir kez daha. Anlaşılan o ki, bunlar bizim Allah dediğimiz yaratıcıya Brahma diyorlar, diye düşündü. Ben de Brahma’yı değil dedelerimin inandığı Allah’ı düşünürüm meditasyon yaparken. İki aylık sürenin sonu gelmişti. Hâkimin artık bir karar vereceğini düşünüyordu. Belki bir para cezasıyla beraat ettirirdi. Bu durumda para cezasını öder ve gezisine kaldığı yerden devam ederdi. Epey vakit kaybetmişti. Buradan hemen Agra daha sonra da Jaipur’a gidecekti. Daha sonra da Varanasi. Duruşma öncekinin bir tekrarı gibiydi. Kırpık bıyıklı hâkim dosyaya bir göz atmış, yanındakine dönüp bir şeyler söylemiş ve duruşma bitmişti. Hapishaneye dönerken polislerden biri: “Sen daha çok gider gelirsin duruşmaya. Bu hâkim uyuşturucu suçlarında merhamet etmez.” Morali çok bozuktu. İşin ciddiyetini şimdi daha iyi anlıyordu. Bu işin sonu belirsizdi. Ne konsolosluğa ne de ailesine ulaşabiliyordu. Burada unutulup gitmişti. Verilen bir kaşık pilav veya bir kaşık sebzeyle doymak imkansızdı, çok zayıfladığını hissediyordu. Her zaman açtı. Saçı ve sakalı birbirine karışmıştı. Kaşınıyor, kötü kötü kokuyordu. Banyo yapamıyordu, hınca hınç doluydu çünkü hapishane. Hele zeminde bir delikten ibaret olan helaya gitmekten nefret ediyordu. Sıraya girmek, uzun süre beklemek gerekiyordu. Berbat kokuyordu, arada bir delikten bir farenin çıktığı görünüyordu. Neyse ki açlık çekmekten yolu oraya pek sık düşmüyordu. Çapati yaparak meşgul olmasa bir de meditasyon dersleri olmasa aklını kaçırabilirdi bu hapishanede. Bu nasıl bir dersti? Bu ders kimden, niçin geliyordu? Meditasyon derslerinde hocanın söylediği gibi o yaratıcı üzerinde yoğunlaşmak istiyor ama nedense bunu başaramıyordu. Belki de yeterince arınmış değildi. Tanrı düşüncesi hemen zihninden kayıp gidiyor yerine annesi, babası, Nihal geliyordu. Her fırsatta onlara geliyordu Nihal. Hakan’ın annesine mutfakta yardım ediyor, babasına kahve getiriyor, bir matematik probleminde Hakan’dan yardım istiyordu. Ne kadar da saf, sevecen bir kızdı… Kendisine ‘Hakan Abi’ diye hitap ederdi hep. Gözleri karşılaştığında yanaklarına bir pembelik gelir, sesi titrerdi. Evin bir gelini gibiydi. Nasıl da yakışıyordu bu eve! Onunla evlense ailesinin de çok mutlu olacağını biliyordu. Kendisinin de düzgün bir hayatı olurdu. Mesleğinde yükselir, baba olmanın hazzını tadardı. Ama elini uzatsa ulaşacağı bu mutluluk ürkütüyordu onu. Mutluluk değil bir tuzaktı bu! Elini kolunu bağlayacak, onu evi ile iş yeri arasına hapsedecek, ruhunu köreltecek bir tuzak. Çok gençti daha, bu tuzağa gönüllü olarak düşmek istemiyordu. Gezgin ruhu alıp başını gitmek, bir süre Hindistan’da, Nepal’de dolaşmak istiyordu. Orada öğreneği çok şeyler olduğuna inanıyordu. Bir akşam gardiyan gelip onu bir koğuşa götürdü, artık burada kalacaktı. Yere yan yana serilmiş yataklar bütün koğuşu doldurmuştu. İnsanlar balık istifi yatıyorlardı. Ama onun için bir yatak görünmüyordu. “Daha önceki koğuşta bir yatağım vardı. Para ile satmışlardı bana,” dedi gardiyana. Gardiyan bir mahkûma Hintçe bir şeyler söyledi. Mahkûm gitti, biraz sonra bir takım çaput parçalarıyla geri geldi. Hakan uzandı, bir çaput parçasını altına diğerini de üstüne örttü. Hava sıcaktı, vantilatörler çalışıyordu. Mahkumların bazıları ona dikkatlice baktılar. Daha sonra herkes uykuya daldı. Koğuşta ışıklar yanıyordu. Bu iyiydi, ama yine de gevşeyip uyuyamadı. Demek bundan sonra bu koğuşta kalacaktı. Zaten bugüne kadar ona ayrı bir yer vererek yeterince ayrıcalık tanımışlardı. Şimdi artık tamamen onlardan biri olmuştu. Bazı Hintçe sözcükleri de artık anlıyordu. Bunlar sıkça duyduğu paani (su), sarakşak (gardiyan), kamra (hücre), bath nahana(yıkanmak), snaan (hamam), Şoçalay (helâ), bocan (yemek), şorba (çorba), idhar (gel), çaval (pilav) gibi sözcüklerdi. Ama daha önemlisi buraya artık alışmış gibiydi. İlk günlerdekinin aksine, o sert zemin üzerinde geceleri deliksiz uyuyordu; açlığa da alışmıştı, verilen bir kap çorba ile ekmek ya da biraz pilav ile mercimek ona yetiyordu. Evinde alıştığı rahat yatağını, üç öğün önüne gelen doyurucu yemekleri, evde onu saran sevgi dalgasını çağlar önce yaşamış gibi hayal meyal anımsıyordu. Gerçek olan şimdi yaşadıklarıydı. Dayak yiyen mahkumların çığlıkları, koğuşta dolaşan fareler, gardiyanların mahkumlara düşmanca bakışları ve sık sık yapılan sayımlar. Haftada iki kez gelen eğitmen ve yaptığı meditasyonlar olmasa ne yapardı, tahmin bile edemiyordu. İlginç bir adamdı bu çelimsiz, ak sakallı eğitmen. Akıcı İngilizcesi onun eğitimli biri olduğunu gösteriyordu. Mahkumlara tepeden bakmak şöyle dursun o yoksul, eğitimsiz ve suçlu insanlardan bir şeyler öğrenmeye hazır gibiydi. Mahkumlarla aralarında geçen Hintçe konuşmaları anlayamıyordu ama onlara saygıyla bakışları, onları can kulağı ile dinlemesi, onlara bir şeyler söylerken sanki haddini aşmaktan çekiniyormuş gibi alçak sesle konuşması Hakan’ın dikkatinde kaçmıyordu. Sanki bu adamlar önemli bir sınavdan geçiyorlardı ve bu yüzden kendisinin değil onların üstünlüğü söz konusuydu. Bir keresinde Hakan bir terslik sonucu buraya düştüğünü, bu cezayı hak etmediğini, geleceğin kendisine karanlık göründüğünü söylemişti. Eğitmen elini Hakan’ın elinin üzerine koymuş, gözlerinin derinliklerine bakarak: “Genç adam,” demişti. “Sen çok şanslı bir insansın. Seçilmişsin! Bu yaşadıkların herkese nasip olmaz. Gün gelecek benim bu dediklerimi hatırlayacak ve bana hak vereceksin.” Bir gün gardiyan Hakan’a: “Hazırlan, yarın sabah duruşmaya çıkıyorsun,” dedi. İki ay geçmiş miydi? Burada zaman kavramını yitirmiş gibiydi. Bazen dakikalar geçmek bilmiyor, bazen de işte böyle aylar bir çırpıda bitiveriyordu. Acaba bu kez hâkim salıverilmesine karar verir miydi? Heyecanlandı. Sanki böyle bir karar verilmiş gibi yerinde duramıyordu. İşte böyle anlarda zaman hiç yürümüyordu. Yarın sabaha daha çok vardı. Gece de sıkıntılı geçti, bir türlü uyku tutmuyordu. Sabah diğer mahkumlardan daha önce kalktı, sabah temizliğini yaptı. Üstünü başını düzeltmeye çalıştı. Buraya düştüğünden beri üzerinde aynı giysiler vardı, pislik içindeydiler. Halini hiç beğenmedi, tam bir serseriye benziyordu. Hâkim onun hakkında kim bilir ne düşünecekti. Yine iki polis eşliğinde duruşma salonuna girdi. Aynı hâkim! Hakan’ın suratına bile bakmadan önündeki dosyayı inceliyordu. Döndü, yanındakine bir şey söyledi ve kalkıp gitti. Duruşma bitmişti. Yanındaki polislere, neler olduğunu sormaya bile takati yoktu. Yorgundu; hayat anlamsızdı, saçmaydı. Gelecek hakkında artık hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Her şey ortadaydı. Belirsiz bir süre bu hapishanede yaşamaya mahkumdu. Eğitmen meditasyon dersinde onun karamsarlığını sezdi. Hakan olanları anlatınca şöyle dedi: “Genç adam, insanlar çok sabırsız. İsteklerinin şımarık bir çocuk gibi hemen yerine getirilmesini istiyorlar. Sabretmeyi öğrenmen gerek. Sabır en güzel erdemlerden biridir.” “Ben burada kaybolup gittim. Ailemle bile temasımı kaybettim. Beni teselli etmeye kalkmayın, lütfen.” “Ne demek kaybolup gittim? O her şeyin farkında.” “O dediğin kim? “Biz O’na Brahma deriz. Hristiyanlar God diyor. Siz Müslümanlar ise Allah diyorsunuz O’na. Ama herkes aynı şeyi kastediyor. Yoksa sen Tanrı’ya inanmıyor musun?” Duraksadı. Bu soruyla ilk kez karşılaşıyordu. “Bilmiyorum,” dedi. “Hiç düşünmedim. Ben bunu düşünürler arasında tartışılan bir konu gibi görürdüm. Bir de sıradan insanların körü körüne inandıkları bir şey.” Eğitmen: “Gençlerin böyle düşünmesi üzücü,” dedi ve o günkü meditasyon dersi sona erdi. Uykusu kaçmıştı. O gece uzun uzun eğitmenin söylediklerini düşündü. O her şeyin farkında, diyordu. Eğer öyleyse, bütün bu başına gelenler O’nun bilgisi dahilindeydi. Bir adım daha gidersek, bütün bu olanları önceden belirleyen kendisiydi. Buna da kader deniyordu, Hintlilerin inanışına göre ise karma. Peki ama bütün bunlara ne gerek vardı? Çekilen acılar, açlıklar, savaşlar, yaşam boyu katlanılan çileler… Tanrı bütün bunlardan ne gibi bir amaç güdüyordu? Bunlardan zevk alması düşünülemezdi, bu onun doğasına aykırı olurdu. Çünkü anlatılanlara göre O mutlak sevgi demekti, yarattıklarına karşı şefkat doluydu. Ofladı, çok karışık bir sorun bu, diye mırıldandı. Benim aklımın almayacağı kadar zor. Ertesi gün o tekdüze döngü yeniden başladı. Daha sonraki günler öncekilerin tekrarıydı. Yaşamın ona ve diğer mahkumlara sunacağı en küçük bir sürpriz yoktu. Beklenmedik bir şey, bir mucize… Böyle şeyler romanlarda, filmlerde oluyordu yalnızca. Eğitmen yanılıyordu; insanlar gökten inecek mucizeyi boşuna bekliyorlardı. Son duruşmadan bu yana ne kadar zaman geçtiğini bilemiyordu. Hiçbir kayıt tutmuyordu. Böylesi daha iyiydi. Zaten bunun için ne kâğıt temin edebilirdi burada ne de kalem. Gördüğü kadarıyla tek eğitimli kişi kendisiydi bu zindanda. İngilizce bilmedikleri için de ilişki kurmakta zorlanıyordu onlarla. Bir gün, bir köşede yere bağdaş kurmuş öğle yemeğini yerken (daha doğrusu uzun uzun çiğnerken, çünkü böyle yaparak açlık hissini bastırıyordu) gardiyan yanına geldi: “Kalk, Müdür’ün odasına gidiyoruz,” dedi. Ürperdi. “Neden? Ben ne yaptım ki?” “Sorun yok,” dedi gardiyan. “Ziyaretçin var.” Ziyaretçi mi? Aman Tanrım! Emma mı geldi? Demek izimi buldu sonunda. Ona evime telefon edip durumu anlatmasını söylerim, diye içinden geçirdi. Başını belâya sokmuş olmasına rağmen onu göreceği için seviniyordu. Ne de olsa güzel bir ilişki kurmuşlar, birçok şeyi paylaşmışlardı. Ayağı da düzelmiş olmalıydı. Ne de olsa kendi hesabına göre beş ay geçmişti o günden bu yana. Hapishane Müdürü’nü birkaç kez görmüştü bugüne kadar; esmer, ablak suratlı, kalın bıyıklı biriydi. Yanında sopalarıyla birkaç gardiyan hapishaneyi teftiş ederdi. Genelde ziyaretçiler demir parmaklıklar ardından görüşürlerdi. O da belli gün ve saatlerde oluyordu. Ziyaret günleri aşırı kalabalık oluyor, bağrışmalardan insanlar birbirlerini anlayamıyorlardı. Müdürün ziyaretçisini kendi odasında kabul etmesi çok tuhaftı. Ona bir ayrıcalık tanımıştı. Demek ki göründüğü gibi sert, haşin biri değildi. Anlayışlı, insani bir yanı vardı. Gardiyan kapıya vurdu, sonra da onu içeri aldı. İlk gözüne çarpan masada görkemli bir şekilde oturan hapishane müdürü oldu. Sonra karşısında oturan iki kişiye baktı. Biri kravatlı genç bir adamdı. Bakışlarını diğerine çevirince dizleri titredi, düşecek gibi oldu. Bu, annesiydi! Bir an göz göze geldiler. Annesi onu tanıyamamıştı. Sonra birden ayağa fırladı, ona doğru atıldı. “Oğlum, yavrum!” diye bağırmaya, hıçkırarak ağlamaya başladı. Hakan rahatsız olmuştu. Hapishane Müdürüne baktı; adam anlayış göstermiş, rahat konuşmaları için odadan çıkmıştı. Annesi kendini biraz toparlayınca: “Oğlum ne bu halin? Seni birden tanıyamadım,” dedi. Sonra oturan adamı göstererek: “Bu beyefendi Türk Konsolosluğundan Sami Bey. Kendisi sağ olsun, Delhi’den gelip bana refakat etti. Biliyorsun ben İngilizce bilmem. Onun yardımıyla hâkime ulaşıp görüşebildim.” “Hâkimle mi görüştün, anne?” “Evet, sağ olsun çok ilgi gösterdi. Bir albay çocuğu olduğunu öğrenince o sert adam değişti. ‘Ben askerlere saygı duyarım. Gençliğimde ben de asker olmak istemiştim. Ama bizde insanlar baba mesleğini seçer genellikle. Ben de babamın baskısına dayanamayıp hukuk okudum. Onun gibi hâkim oldum sonunda. Artık ağlamayın hanımefendi. Onu serbest bırakacağım. Bir ay sonra duruşması var. Oğlunuza kavuşacaksınız. Siz gönül huzuru ile dönün ülkenize, ’dedi. Öyle söyleyince rahatladım. Bak sana bir şeyler getirdim. Biraz çamaşır, safari gömlek, pantolon, ayakkabı, temizlik malzemesi. Sanki ihtiyacın olduğu içime doğmuş.” “Anneciğim, benim izimi nasıl buldunuz peki? Asıl merak ettiğim bu.” “Oğlum, biliyorsun, Genel Kurmay Başkanı babanın devre arkadaşı. Babanı da sever. Senden haber alamayınca ona yalvardım, durumu kendisine anlatsın diye. Ama babanı bilirsin, kimseden bir şey istemez. Ama sonunda yalvarmama dayanamayıp ona iletmiş. O da Dışişleri Bakanına rica etmiş. Bakanlık Delhi’deki Elçiliğimize telgraf çekip konuyu araştırmaları talimatını vermiş. Polis kayıtlarından senin Udaipur Hapishanesinde olduğun anlaşılmış. Ben de hemen uçağa atlayıp geldim, Büyükelçi ile görüştüm. Sağ olsun, çok ilgilendi. Sami Beyi de bana yardımcı olması için görevlendirdi.” “Anneciğim, elimde olmayan nedenlerle işler bu hale geldi. Sizleri de üzdüm. Bağışla beni.” “Tabii ki çok üzüldük. Perişan olduk. Sen bizim tek oğlumuzsun. O sıkıntılı günlerimizde Nihal hep yanımızdaydı. Belli etmiyordu ama üzüntüden süzülmüştü kızcağız. Dönerken ona ipek bir şal alacağım. Senin gönderdiğini söylerim.” Hakan ister istemez gülümsedi: “Anneciğim, bir âlemsin. Her şeyi aynı anda hallediyorsun. Hâkimi bile yola koymuşsun. Şimdi de Nihal’i ayarlıyorsun.” “Öyle söyleme çocuğum. Pırlanta gibi bir kız. Seni de çekip çevirir. Hayatını bir düzene sokar.”
Böyleydi işte annesi… Her şeyi anında yoluna koyar, çetrefil sorunları çözüverirdi. Ana oğullardı ama kendisi onun becerikliliğinden, maharetinden ne kadar uzaktı. Giderken ona sıkı sıkı tembih etmiş, söz almıştı. Serbest bırakılınca ilk uçakla Türkiye’ye dönecekti. Halbuki ne kadar isterdi bu ülkede kaybolup gitmeyi! O gece onu uyku tutmadı. Otuz beş, kırk kişinin yerde balık istifi yattığı bu koğuşta insanların kaderi üstüne düşüncelere daldı. Ne anlamı vardı bütün bunların? Örneğin buradakiler bir anlık gafletle bir suç işlemiş ve sonra da bu koğuşta yıllarını geçirmeye mahkûm edilmişlerdi. Hücredekiler ise ölümü bekliyorlardı tevekkülle. Bu nasıl bir kaderdi? Kendisi beş ay kalmıştı ama yıllarını burada tüketmiş gibi geliyordu ona. Ertesi gün Eğitmene bu konuyu açtığında ona şöyle dedi: “Genç adam, hiçbir şey sebepsiz değildir. Herkes kendisine biçilen kadere uymak zorunda. Sen de sana uygun görülen bu deneyim için minnet duy. Memleketine döneceksin, bir işin bir ailen olacak. Para versen de artık böyle bir deneyimi yaşayamazsın. Bu seni değiştirdi. Hamur gibi yoğurdu, yeni bir şekle soktu. Bu günleri düşündüğünde beni de an. Mesafelerin ne önemi var? O anda ben de seni düşünüyor olacağım.” Sedat Erden
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR