kapandı yüzümüze gazete kapıları* bir varmış bir yokmuş olduk sağlığımızda

Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney için diyor ki: “Yılmaz, çok zeki ve çok yönlü biriydi. Bir taraftan dergi ve gazetelere hikâye yazıyor, bir taraftan da sinema dünyasında çalışıyordu. Senaryo da yazıyordu. Sinemayı çok seviyor bu yüzden de sık sık yanımıza geliyordu. Kısa zamanda aileden biri oldu. Bir dediğimizi iki etmezdi. İyi bir sinemacı olmak istiyordu. Dar Film’de çalışıyordu. İzin aldı. Bizimle çalışmaya başladı. Yetenekliydi, girişkendi. Bu Vatanın Çocukları filminin senaryo taslağını yazıp getirdi bir gün. Böylece beni ve Yaşar Kemal’i devre dışı bıraktı diyebilirim. Bu filmde yönetmen yardımcısı ve oyuncu da oldu. İkinci filmi Alageyik’te hem başrol oyuncusu, yönetmen yardımcısı ve senaryoya katkı yaparak senarist de oldu. Tabii ‘medya’ şimdiki gibi etkin ve yaygın değildi, yine de Yılmaz Güney ünlendi. Davet edildiğimiz yerlerde kapıda bizi karşılayanlara, bir elini şöyle (böğrüne koyarak ve öne eğilerek) yaparak, beyler mütevazı olmaya gerek yok ben Yılmaz Güney’im derdi. Bozulurdum. Bizi küçük düşürdüğünü sanıp uyarırdım. Tanıştırmayı, yeri geldiğinde yapabileceğimi söylerdim ona, ama o aynı şeyi yinelerdi… Yıllar sonra Yılmaz’ı anlıyorum. Ve yaptığının da görgüsüzlük olmadığını… Çünkü o, ta o zamanlardan şimdiki sinemacı, sanatçı, aydın gibi -bu bağlam da Yılmaz’ı çok yönlü olarak söyleyebilirim- şeyler olacağını hesapladığı için mütevazı olmamış.”

İşte Yılmaz Güney için yazdığım yazımdan alıntıladığım bu kısımdaki siyah cümleyi değiştirerek diyeyim ki, mütevazı olmaya gerek yok ben de bir yazarım. Ama tek başına bir yazarım. Bizim ülkemizde ne yazık ki bir derginin, yayınevinin ve gazetenin insanı olmazsanız alanınızda öyle çok yetenekli olmanızın bir anlamı yok, maalesef. Bunu bazı edebiyatçıların hastalık hâlleri ya da eleştiri üzerine yazdıklarımda açıkladım. (bu yazılara, Reddediyorum’dan ulaşılabilir) Ayrıca Söyleşiler/im adlı kitabımda benle yapılan söyleşilerde ve Reddediyorum adlı kitabımdaki pek çok yazımda benzer konulardaki düşüncelerimi dillendirdim. Görmezden gelmek, yok saymak veya adına ne denirse densin hoş karşılanacak bir tutum değil çünkü. Yayımlanmak için gönderdiğim yazılar için ‘gaz çıkarsaydın kendin ve toplumumuz için daha iyi olurdu,’ türünden bir geri dönüş olsaydı bunu anlayabilirdim gerçekten. Ama göndermemişim ya da onlar eskiden hiçbir yazıma yer vermemişler gibi davranılması anlaşılır gibi değil. Gazete Duvar’ın, K24 Kitap’ın, Artı Gerçek’in ve diğerlerinin tavrı bu olmuştur. Öykü, roman dosyalarım için de pek çok yayınevinden ‘programa aldık’ iletisi almama rağmen sonradan vazgeçmelerini bildirmeleri de aynı tavırlı bir sonuç. Geçmişte, yurtdışına gittiğim zamanlarda birkaç eposta adresi edindim. Melik Sunay Koç, Umut Seçkin Bulut gibi adlar kullanarak, gerçek adımla yayımlanmayan yazılarımı görevlerini bana karşı adeta sansür aracı olarak kullanan sözde sayfa yöneticilerine gönderdim ve ne hikmetse yayımladılar. Bunu uzun bir süre devam ettirdim ve sonra da tüm kanıtlarıyla o yazıların da takma adları kullananın da ben olduğumu yazdım o sözde sayfa yöneticilerine ve sorumlularına… Hiçbir yanıt gelmedi. Bir dergi, gazete, yayınevi niçin yapar bunu, anlamak olanaksız. Hak eden birine arada da olsa yer vermek başka bir şey, hak ettiği hâlde görmezden gelmek bambaşka bir şey… Bu, en hafifinden görevini, konumunu baskı ve yasak aracına dönüştürmektir.

Peki neden?

Bu basit sorunun yanıtını ben de merak ediyorum. Kişisel bir sorunumuz olmadığı hâlde kendi kendine tavır almanın, görmezden gelmenin, yok saymanın bir nedeni olmalı… Benim aklımdan geçen onca sebepten birinin bile bu sorunun muhataplarının gerekçesinin ya da yanıtının karşılığı olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü kişilerin aklındakini bilebilme ya da niyet okuma gibi bir yeteneğe sahip değilim. Kimsenin de olduğunu sanmıyorum. Ama pek çok gerekçe tahmin edebiliriz böyle durumlarda. Ancak bu tahminler de sorunun yanıtı verilecek olsa, o yanıtla örtüşemeyebilir…

Ben bildiğimi, yazma ve okuma sürecinde edindiğimi başkalarıyla paylaşmaktan zevk alırım. Ayrıca her insanın bildikleriyle karşısındakini varsıl yaptığı gibi onun da bildikleriyle beni varsıllaştıracağını düşünürüm. Böylece beyin kumbaralarımız sözcüklerden oluşan bilgi paralarıyla dolar; yeri ve zamanı geldiğinde de bu bilgi paralarını kullanırız. Gerçek yazarların her zaman yazar adaylarına yardım etmeleri gerektiğine inanırım çünkü. Yazmanın tek başına bir eylem olduğunun da farkındayım tabii ki. Yaratmak, yazmak yalnızlığı gerektirir. Konuşmalar, etkinlikler, beyin fırtınaları, yazdıklarımızı birbirimizden sakınmamamız bence daha yetkin olmak, başkalarının birikimlerinden ve deneyimlerinden, tecrübelerinden yararlanmak içindir. Taklit etmek, kopyalamak veya benzerini yapmak değil, olamaz da bir niyet ve düşünce… Yapıp ettiğimize başkalarının nasıl baktığını öğrenmek de isteriz. Bunun aracıları da dergiler, gazeteler, sosyal medya platformları ve siteleridir. Ayrıca da yayınevleridir. Bu alanlara sahip olanların gerçekçi, objektif ve nesnel olmaları da çok önemlidir. Edebiyatı, sanatı, yazmayı, yontmayı, çizmeyi vs kendi çevremizdekilerden ibaret saymak ve bir takımın oyuncuları gibi davranmak hiç kimseye bir şey kazandırmaz, edebiyat ve sanat adına.

Unutmayalım ki hiçbir yazı, hiçbir öykü, hiçbir roman yazılmış olmak için yazılmaz. Hiçbir sanat, hiçbir müzik eseri de boşuna değildir. Bu çok riskli, çok emekli, çok işçilikli uğraş içimizdeki şeyin görünene dönüşmesi ve bilinir olmasıdır. Çünkü her eser, her çalışma beyin yongalarının kristalize olmuş hâlidir ve kıymetlidir. Kişisel ilişkilerle hak etmeyen çalışmaların görünür olması asla doğru değildir. Tabii ki bir şey daha var: Ajanslar, editörler, sayfa sorumluları, yönetmenleri gerçekten de iyi yazılar, öyküler, romanlar ararlar ve kapılarını bunlarla ilgilenen amatörlere ve üstüne yıldız tozu düşmüşlere açık bırakırlar. Bu diğer sanat dalları için de öyledir. Ama bunu asla genelleyemeyiz çünkü sanatın pek çok dalında işler hiç de olması gerektiği gibi yürümüyor, yürütülmüyor. Doğru bildiğimiz şeyler her zaman doğru olamayabiliyor, maalesef.

Bana kimler, neden ve niçin karşılar gerçekten bilmek isterim. Belirtmeliyim ki benzer durumu yaşayan başkaları da var kesinlikle. Çünkü insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insanlar yaratıyor. (K. Marks) Yaratılan edebiyat ortamının sonuçları olan muktedirlerin yasaklarına maruz kalanlar da çok… Kendilerinden olmak ya da olmamak nasıl bir şeydir bilmiyorum. Bilmek de istemem. Bilmek istediğim gerçeklik ve nesnellik dediğim içimizdeki terazinin onlarda olmaması, varsa bile doğru tartmaması, yani bozuk olması… Yoksa çoğu arkadaşımın, yakın dostlarımın dediği gibi, çektiğim, bana reva görülen dilim/yazılarım belası değil. Hak bildiğin yolda, yalnız kalsan da yürümeye devam edeceksin, der Tevfik Fikret. Buna uygun olarak doğru bildiğimi söylemekten, yazmaktan, polemikten kaçmam asla ve gölgeme bile bastırtmam… Böyle biline…

* Rıfat Ilgaz’ın ‘yaşıyoruz’ şiirinden(sadece kapıları sözcüğünü ekledim üstat ‘dergi kapakları’ demiş.

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com


ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)