Son Dakika



Bilinen deyiştir: Önce söz vardı…

Sözden de önce ses mi vardı acaba?

Bu soru, beni önce kendinin ve yanıtının kaynağına, çocukluğuma; oradan da insanlığın çocukluğuna ve edebiyatın bir tür doğumuna taşıdı.

Kaç yaşımdaydım, bilmiyorum. Her çocuk gibi annemin ninni ve masallarıyla dalardım uykuya. Sonradan öğreneceğim gibi, ister masal ister ninni, her ikisi de sözlü idi. Ama ben henüz hiçbir şey anlayacak yaşta değildim. Ninniler de masallar da sözden değil sesten oluşmuş gibiydi. Kulağımda anne sesi, derin düşlere, ardından dingin uykulara dalıveriyordum.

Ne zaman ki aynıları kardeşlerime anlatılır oldu, artık “büyümüş” olan ben ninnilerin de masalların da sözlerden oluştuğunu, bununla kalmayıp -özellikle masalların- ilginç şeyler anlattığını kavramaya başladım. Bazı ninnilerin sözlü kısımları da birer kısa masal olarak kurgulanmıştı. Masallar ise kimi zaman güldüren kimi zaman ağlatan, yer yer korkudan titreten, bazen sevinçten havaya zıplatan ama her zaman başka başka hayal dünyalarına alıp götüren sihirli anlatılardı. Bu nedenle, küçük kardeşlerimden birine anlatırken biz dinliyorsak, o, anne sesinin mayıştıran etkisiyle uykuya dalsa bile annemin masalı kesme olanağı yoktu. Bir sonuca bağlamak, masal kahramanlarını muradına erdirmek, bizi de kerevetine çıkarmak ve gökten üç elma düşürmek zorundaydı. Bütün anneler gibi bunun da çaresini düş gücü ve yaratıcılığı ile bulmuştu. İster doğaçlama o an uydurduğu, isterse bilinen klasik masallardan biri olsun anlattığı, bütünlüğünü, akıcılığını bozmadan, atlamalarla kısaltmayı da, eklemelerle uzatmayı da ustalıkla beceriyordu. Atlamalarda farkına varıp “ama şunu anlatmadın” diye mızıldananımız olduğunda aynı ustalıkla o bölümü ekleyiverirdi. Öyle olunca her anlatışında masal farklılaşır, masalı yeniden yazardı adeta. Biz de aynı masalın farklı türevleri de olsa bıkmadan, aynı merak ve heyecanla dinlerdik.

Masalları masal yapan en temel özelliklerden biri, bu anlatılarda dağın, taşın, toprağın da birer canlı olması, tüm canlıların dile gelebilmesiydi. Horoz da konuşurdu, dere de; kurbağa da konuşurdu ağaç da… Bu kadar da değil, eşyadan bitkisine, her şey kendiliğinden hareket edebilir, uçabilir, yer değiştirebilir, ortadan yok olabilir; canlısı, cansızı tüm nesneler yerine göre güler, ağlar, uyur, acı çeker, tekerleme, şarkı söyler, oyun oynar, eğlenebilirdi.

Her dileği yerine getiren “bir dudağı gökte, bir dudağı yerde” devler, subaşlarını tutmuş çok başlı ejderhalar, kuyu diplerine yuvalanmış ifritler, cinler, periler, mağaralardaki insan başlı yılanlar, kurtlar, tilkiler, çakallar… vazgeçilmez masal kişileriydi.

Sihirbazlar birçok masalın en sevilen kişileriydi. Ancak bunlar gösteri yapan gözbağcılar değil, özel ve doğaüstü güçlerle donanmış kişilerdi. Sihir yoluyla geceyi gündüze çevirebilir, insanları, hayvanları, nesneleri bulundukları yerden anında bir başka yere veya zamana gönderebilir, olanı yok, olmayanı var edebilir, bir işaretle dilediğini başka bir şeye dönüştürebilirlerdi. Masallarda sihir gücü olanlar, insanlara yardımcı olan, zor durumlarda imdatlarına yetişen, mutlu eden değişiklikler yaratan olumlu kişiliklerdi. Buna karşılık bazı masallarda çırılçıplak olan ama yere kadar uzayan gür saçlarıyla örtünen genç ve güzel kızlar olarak betimlenen cinler, kazara bir yerlerini göreni kör eden, dokunanı çarpıp yamultan ürkütücü, uzak durulası yaratıklar olarak belirirlerdi.

Komşu, akraba çocuklarla birbirimizin evine gider olunca başka annelerin masallarıyla tanıştım. Gördüm ki oracıkta uyduruluverilenler dışında anaların dilindeki masalların çoğu ana konu olarak aynıydı. Ancak bu kez aynı masallara her anne kendince katkılarda bulunuyor, dinleyicilerini daha çok meraklandıracağını, heyecanlandıracağını, mutlu edeceğini düşündüğü değişiklikler yapıyordu. Birinin yaptığı yaratıcı, başarılı bir değişiklik bir süre sonra diğerlerinin anlatımlarında yerini alıyordu. Böylece neredeyse tümünü kadınların doğurduğu ve/ya geliştirip paylaştığı ortak, sözlü bir edebiyat oluşuyor, serpilip büyüyordu yine onların dilinde.

İlkokul döneminde kitaplardan masallar okudukça önceleri çok şaşırdım; epeycesi pek tanıdıktı, “ben bu filmi görmüştüm” hissi yaratmıştı bazıları. Birçok masalın başka başka kentlerde, başka başka ülkelerde ve dillerde okunduğunu, anlatıldığını sonradan öğrendim. Ancak anneler bize anlatırken bire bir yinelememişler, her birini ve her anlatışta değiştirmiş, mekânları, kişileri, nesneleri, olayları daha tanıdık ve daha sevimli hale getirmişlerdi.

Dönüp baktığımda görüp anladım ki, uzun bir geçmişin mirasından beslenerek bulunduğu aşamaya varan günümüz edebiyatının önemsenen tüm unsurlarına masallarda rastlamak olasıdır: zaman atlamaları, geri dönüşler, düş ile gerçeğin iç içeliği, fantastik olaylar, büyülü gerçekçilik, bilim kurgu, özellikle sihir yoluyla zaman tünelinde dolanmalar, zamandan zamana, mekândan mekâna ışınla(n)malar…

Kadınların edebiyattaki yeri, edebiyat öznesi olarak önemli yapıtlardaki işlevi, yazar olarak edebiyata katkılarındaki gecikme ve giderek bu alanda artan etkinlikleri ve verimlilikleri konusunda çokça yazılmıştır ve daha da yazılabilir.

Kadınsız gerçek bir edebiyat düşünülebilir mi?

Kadın olmazsa aşk, aşk olmazsa Leyla ile Mecnun’lar, Romeo ve Juliet’ler, Anna Karenina’lar gibi nice romanlar, öyküler, şiirler olabilir miydi?

Ancak, yazımın konusu bu değil. Çocukluk ve masallara ilişkin anlattıklarımın varıp bağlanacağı sonuç şöyle:

Bana öyle gelir ki, insanlığın gelişimi, bir insanın gelişiminin çok yavaşlatılmışı, yüz yıllara, bin yıllara yayılmışı gibidir.

İnsanlığın çocukluk çağı sayılabilecek avcı, toplayıcı ilkel toplumlarda, olasılıkla seslerle başlayan iletişim, giderek sese düzen verilmesiyle söz(cük)lere dönüşmüş, giderek diller oluşmaya başlamıştır. Gününü doğada avlanarak, toplayarak geçiren erkeklerin bu durumda iletişim gereksiniminin sınırlı olacağı varsayılabilir. Buna karşılık konaklama/yerleşim yerlerinde bir arada olan kadınların birbirleriyle, çocuklarla ve erkeklerle iletişim çabası sözcük dizilerini geliştirmelerine, giderek bir sözlü anlatının ortaya çıkmasına kaynaklık etmiş olabilir. Anlatıldıkça, yinelendikçe ve hafızalarda taşınarak, daha sonra yazıyla kuşaktan kuşağa aktarıldıkça değişikliklere uğrayabilen, eklemelerle geliştirilebilen bu anlatıların hikâyelere, masallara, şiirlere, efsanelere, destanlara, kıssalara dönüştüğü düşünülebilir. Bu bağlamda, edebiyatın kökü, ana kaynağı olan sözlü edebiyatı kadınların doğurduğu ve anaerkil olarak nitelendirilebilecek bu dönemde çocuğunu uzun zaman besleyip geliştirdiği öne sürülebilir. Çeşitli dillerde farklı isimlerle anılan hikâye/masal anlatıcılarının genellikle kadın, Binbir Gece Masalları’nın anlatıcısının Şehrazat olması rastlantı olabilir mi?

İnsanların tarımla birlikte yerleşik topluma geçmesini izleyen feodal, teokratik ve ataerkil dönemde, bugün ayrılmalarda kadınların doğurduğu çocuklara el koyması gibi erkekler edebiyat dâhil kadın yaratıcılığı ve yeteneğine dayalı birçok şeye adım adım el koydular ve kadınları yalnız edebiyatın, sanatın değil neredeyse hayatın dışına ittiler. Yüz yıllarca yazılı edebiyatta kadının neredeyse hiç görünmemesinin nedeni açık değil mi?

Her şeye karşın bence edebiyatı kadın(lar) doğurmuştur ve -iyi ki- kız olarak doğurmuş, genlerini ona da aktarmıştır.

Edebiyatın doğuşu ve tarihsel serüveni yukarıda kurguladığım dizgeyi izlememiş olsa bile, en azından, doğurganlık ürünü olması, naifliği, inceliği, derinliği, duyarlılığı ve estetik yapısı ile edebiyatın kadın(sı) olduğunu söylemek aşırı yorum mu olur? 

Ali Günay
Gerçek Edebiyat   

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)